Gittim Menzil köyüne…

Trabzon İmam Hatip’teki son hatıramı da yazıp İstanbul’a geçmek istiyorum. Burada biraz tasavvuf ve tarikatlarla ilgili konulardan bahsedip sonra da kendi hayatımda tasavvufla nasıl tanıştım oradan devam etmek istiyorum. Tasavvuf ve tarikatların İslam dininin yeryüzüne yayılmasında çok önemli etkileri olmuştur. Bunların en eskileri Nakşi ve Kadiri tarikatlarıdır. Bu tarikatlar bozulmadan günümüze kadar gelmeyi başarmışlardır.

Nakşi tarikatının kurucusu Muhammed Şah-ı Nakşibendi, bugünkü Özbekistan sınırları içinden medfundur. Kadiri tarikatının kurucusu Abdulkadir Geylani ise bugünkü Irak sınırları içinde başkent Bağdat’ta yatmaktadır. Abdulkadir Geylani Hazretleri’nin Bağdat’taki kabrini Hacca gidip gelirken birkaç kez ziyaret etme şerefine erdim. Ayrıca en çok müntesibi olan mezheplerden bizim de tabi olduğumuz Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri de Bağdat’ta yatmaktadır.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı rustem-kilic-kimdir-kac-yasindadir-nerrlidir-biyografisi.jpg

Mihenk taşı

Yeryüzünde belki binlerce tarikat mevcuttur. Bu tarikatların birçoğu kurucularının adıyla anılır. Osmanlı döneminde ve bugün dahi ülkemiz sınırları içinde ve dışında Nakşilik, Kadirilik, Mevlevilik, Bektaşilik vs gibi tarikatlar devam etmektedir. Bu tarikatların birçoğu İslam şeriatına uygun yürütüldüğü halde, bazıları da sonradan dejenerasyona uğrayıp bozulmuş, İslamî değerlerden uzaklaşmışlardır. Bunların hangisi doğru yolda hangisi değil ayırabilmek için Allah Teâlâ’ın verdiği aklı kullanmak gerekir.

Hani Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem veda haccı hutbesinde etrafındaki Müslümanlara seslenmişti ya; “Sizlere iki şey bırakıyorum, birisi bana indirilen kitap yani Kur’an-ı Kerim diğeri de benim sünnetimdir. Bu ikisine uyduğunuz müddetçe kıyamete kadar yolunuzu kaybetmeden istikamet üzere yürümeniz mümkün olur.”  İşte biz de bu tarikatların uygulamalarına, yaptıklarına, ettiklerine bakarız, eğer bu iki kurala uyuyorsa doğru yolda, doğru istikamettedir. Yok uymuyorsa demek ki bozulmuş, dejenerasyona uğramış, peşinden gidilmesi doğru olmayan tarikatlardır deriz.

Kuyumcuların ellerine geçen maddenin altın olup olmadığını anlamaları için, ellerinde mihenk taşı diye bir taş vardır. Maddeyi o taşın üzerine sürterler, sonra ellerinde bulunan asitten birkaç damla üzerine damlatırlar. Eğer o madde etkileşime giriyorsa altın değildir, yok asite rağmen olduğu yerde duruyorsa o altındır. Baştan da söylediğim gibi, bizlerde bu ölçüleri, bu kuralları aklımızda tutarak neyin doğru, neyin yanlış olduğuna karar verebiliriz. Bilemediğimizi de bilenlere danışırız, bu da bir başka yoludur.

Tasavvufla tanışmam

Bendeniz daha önce de bahsettiğim gibi Vakfıkebir’de okurken Ballı Köyü’ne Perşembe akşamları gider, Haçkalı Baba’nın müritlerinden birisinin evinde zikir eder, Kadiri tarikatının adabına göre toplanırdık. Daha sonra Trabzon İmam Hatip’e devam ederken, dört yıl boyunca hemen okulumuzun bahçe kapısından çıkışta, bir binanın bodrum katında, yine Perşembe akşamları toplanır zikir ederdik. Okulumuzdan yaklaşık 20-30 arkadaşla beraber bu zikre dâhil olurduk.

Bir gün benim sınıfımda efendiliği ile tebarüz etmiş tarikat arkadaşım Halim Karabacak’la bu tarikatın bizim köyümüzde de yaygınlaşmasını sağlamak için beraberce köye gitmeye karar verdik. Hafta sonu Cuma günü, okuldan çıkıp gece geç saatlerde köye vardık. Eve çıktıktan sonra, yemeğimizi yedik, namazımızı kıldık, tam yatacakken yukarıda çarşıda kardeşlerimin işlettiği kıraathaneden öyle kuvvetli bir gürültü geldi ki sanki 50- 60 kişi kavgaya tutuşmuş, bağrışıyorlar gibi bir ses duyduk. Arkadaşıma dedim ki; “Müsaaden olursa sen evde kal, ben hemen koşarak el fenerini alıp bir bakıp geleyim. Belki bir kavga, bir şey olmuştur.” Ne olduğunu öğrenmek istediğim için, koşarak kıraathaneye vardım.

Karşı Güce Beldesi’nden Halil Geçgel ismindeki merhum hocamız, kendisi bizden önce Vakfıkebir’de Hacı Ziya Efendi’de okumuş, çok iyi hitabeti olan saygıdeğer birisidir; kendisi bir kamyon dolusu genci alarak bizim köye getirmiş. Kahvehanede birisi “Allah” dediği zaman diğer bütün gençler de ona uyarak hep birden “Allah” diye bağırınca yani müthiş bir patlama sesi gibi bir ses çıkıyor. Böyle aşka gelip bağırmaya tasavvufta cezbe deniliyor. Cezbeyi tasavvufta okumuştum fakat hiç şahit olmamıştım, o anda orada şahit olmuş oldum. 

Seyda Hazretleri

Hayretimi gidermek için karşıda oturan merhum Halil Hoca’nın yanına koştum ve “Hocam bu nedir bana anlatır mısın?” diye sordum. Hocam da dedi ki: “Sen duymadın mı? Adıyaman ilinde Menzil Köyü‘nde Nakşibendi şeyhlerinden Muhammed Raşid Hazretleri var. Bu hal cezbe halidir, gençler onun tarikatına girdikten sonra Allah aşkı ile böyle cezbelendiler. Çok hoş bir şey. Sana tavsiyem geç kalmadan sen de bir an önce tövbe alarak bu halkaya dâhil o, yoksa pişman olursunuz?” dedi.

Biraz Halil Hoca’nın yanında oturup gençlerin halini müşahede ettim. Gençlerden birisi cezbelenip “Allah” dediği zaman sanki elektrik kablosu ile birbirlerine bağlılarmış gibi topluca hep birden bağırıyorlar sonra birkaç tanesi kahvehanenin ortasına çıkıp gözleri kapalı dönüyor… Yani enteresan bir haldi doğrusu gördüklerim. Olan biteni seyredip biraz gözlemledikten sonra bir zaman hayli geç olduğu için, hızla eve indim. Arkadaşım Halim’e gördüklerimi anlattım ve dedim ki: “Arkadaş istersen biz bu Kadiri tarikatında zikir etmeyi bırakıp, yarın dönerken Güce’de tövbe alalım, Nakşi tarikatına girelim.” Arkadaşım da ikna oldu “tamam” dedi.

Ertesi gün arkadaşla tekrar okulumuza dönerken Güce‘ye uğradık. Acaba Abdullah Hoca’yı nasıl bulabiliriz diye düşünürken bir de baktık ki Abdullah Hoca karşımıza çıktı. Abdullah Hocaefendi benim anne tarafından akrabam olan ve Vakfıkebir’de Halil Hoca ile beraber okumuş icazet almış ve yakın komşu köyde imamlık yapan bir abimizdi. Tarikatlar da posta oturan şeyhin müridleri vardır,  vekâlet verdikleri, halifeleri vardır, bu yolla tabana yayılması sağlanır. Abdullah Hoca da vekâlet almış tövbe verme yetkisine haiz olan birisiydi. Dedim ki: “Hocam bana da tövbe verir misiniz?” Hemen bir toptan gıdacının deposunun arka tarafına geçtik, yere temiz bir örtü sererek kendisi oturdu. Beni de karşısına alarak söylemem gerekenleri o söyledi, ben tekrar ettim ve ben de o günden sonra artık Kadiri tarikatını bırakıp Nakşi tarikatına yelken açmış oldum. Arkadaşım Halim’in de tövbe alıp almadığını çok hatırlamıyorum.

Kamyon yolculukları

Okula döndükten sonra araştırdım, Trabzon’da vekil olan kimler var diye… Mahallelerden birinde dergâh olduğunu öğrendim. Okula döndükten sonra kendi köyümde gördüklerimi anlatıp, ikna edebildiğim arkadaşları, hafta sonu ya da akşamları alıp o Dergâha götürüyordum. Orada vazifeli olan Trabzon vekillerinden birine tövbe aldırıp arkadaşların da tarikata dâhil olmalarına vesile oluyordum. Böylece yurtta kalan arkadaşlardan 15-20 kişi tövbe alarak Nakşi tarikatına girmiş oldu.

79 yılında okul bitti yaz tatiline girince, köye vardım baktım ki köyde çoğu insan tövbe almak ve Adıyaman’a gidip Seyda Hazretleri’ni ziyaret etmek istiyorlar. Köylülerimizin gelirleri kısıtlı olduğundan otobüsle gitme imkânımız yok. Düşündük nasıl ederiz diye… Köyümüzde akrabamız olan Kemal Amca’nın BMC marka bir kamyon kamyonu vardı. Kemal Amca’yı buldum dedim ki: “Amca yakıtı halletsek, bu insanları senin kamyonunla Adıyaman’a götürsek nasıl olur?” O da dedi ki: “Bence problem olmaz, eğer isterseniz gidebiliriz.” 

Kamyonu ahşap atölyesi olan Halil Usta’nın atölyesinin kapısına çekip, beşikörtüsü tarzı bir çatı yaptırarak üzerine branda serip, yerleri de battaniye ve minderlerle döşeyip oturulacak bir hale getirdik. Kamyonun içinde sohbet edebileceğim bir mikrofon düzeneği kurduk. Gitmek isteyen çok olduğu için herkesi alamadık ancak 67 kişiyi minderlere oturup, kapakta da dört kişi oturtmak kaydıyla köyden Adıyaman’a gitmek üzere yola çıktık.

Kurban var

Trabzon istikametinden devam edip Gümüşhane, Tunceli, Elazığ, Malatya, Adıyaman yolunu takip ederek yolculuğumuzu gerçekleştirdik. Kamyon ancak namaz ve yemek vakitleri uygun yerde duruyor, aşağı inerek, biraz dinleniyoruz, abdestimizi alıp namazımızı kılıp yemeğimizi yiyip, tekrar yola koyuluyorduk. O yıllarda 80 ihtilaline varmadan yurdumuzda terör olayları çok sık yaşandığından, bazı bölgelerde sıkıyönetim ilan edilmişti. Sanıyorum Tunceli çıkışıydı, bir gece yarısı kamyonunuzu askerler durdurdu. Tabi biz sadece sesleri duyuyoruz, komutan kapakta oturanlara; “Kamyonda ne var gençler” diyor.

Menzil tarikatına girenler birbirleriyle konuşurken “kurban” diye hitap ederler. Tabii kapakta oturan arkadaşlar ancak komutanı görebiliyorlar, komutana dediler ki: “Kamyonda kurbanlar var.” Kurban bayramı da yakındı, komutan soruyor “kaç baş” diyor. Komutan gerçekten kamyonda kurbanlık hayvanlar, koyunlar olduğunu sanarak; “İyi aman atlamasınlar, yolunuz açık olsun, hangi istikamete gidiyorsunuz?” diye sordu, gençler; “Adıyaman, Diyarbakır” istikameti dediler. Tabii gece yarısı olduğu için arkadaşlar zaten yorgun bir halde çoğu uykudaydı. Biz yolumuza devam ettik ve Kahta İlçesi’nin Menzil Köyü’nde bulunan Şeyh Muhammed Raşid Hazretlerinin dergahına akşam vakti ulaştık.

Şeyh Hazretlerinin Menzil Köyü’nde çok güzel bir camii vardı, caminin altında yatabileceğimiz yer vardı. Otel değil ama bir battaniye, bir yastık alarak kıvrılıp yatan çok daha rahat ediyordu. O kadar muhabbet vardı ki sanki beş yıldızlı otelde yatmış gibiydik. Orada tövbeler alındı, ziyaretler yapıldı derken geri dönüş yoluna çıkıldı. Köye döndüğümüzde baktık ki köyde başka bir grup hazırlanmış, kamyonun gelmesini bekliyorlar. Bana dediler ki: “Hocam biz de gitmek istiyoruz ne zaman götürürsün?” Bir gün dinlendikten sonra ertesi gün aynı kamyonla tekrar yola çıktık. Böylece yanlış değilsem 5- 6 kez o yıl Adıyaman’a kamyonda gidip geldik.

Müthiş bir inkişaf, müthiş bir Adıyaman’a gitme arzusu vardı. Zannedersiniz ki kıyamet kopacak da kıyamet kopmadan önce Adıyaman’a gidip, tövbe edip gelmek gerekir, o kadar bir istek o kadar bir arzuyla millet kuyrukta bekliyordu. Bu durum sadece bizim köye mahsus değildi, bildiğim kadarı ile ülkemiz genelinde ve ülke dışında da bu şekilde duyan, gören, işiten Adıyaman’da Seyda Hazretleri’nden tövbe almak için fırsat kolluyor, yol bulmaya çalışıyordu.

Ayakkabılımız yoktu

Bir keresinde Adıyaman’dan çıkıp, Şanlıurfa, Gaziantep, Adana, Konya, Ankara ve Giresun istikametinden gelmiştik. Adana’da sabah namazı için bir camide, namaz kılmaya girdiğimizde ayakkabılarımızın çalındığını gördük. Ayakkabıların hepsini almamışlardı, yenilerini güzellerini seçip, yaklaşık 20- 25 tanesini torbaya koyup alıp gitmişlerdi. Tabi şehirde daha dükkânlar açılmadığı için bizim de yolumuza devam etmemiz gerekiyordu. Lavabonun orada bulunan takunyalardan bazılarını ayakkabısı çalınan arkadaşlar ayağına giyerek, Konya’da ayakkabı almayı planlayarak tekrar yola koyulduk.

Bu arada baktık ki arkadaşlardan bazılarının ayakkabı alacak paraları yoktu. Kendi aramızda ayakkabı alamayacak durumda olan arkadaşlara para toplayarak, herkesin tekrar ayakkabısı olması için Konya’da dükkânlara daldık. Konya’ya vardığımızda herkesin birer ayakkabısı oldu çok şükür. Mevlana Hazretleri’nin türbesini ve yan tarafta bulunan Mevlana Müzesi’ni ziyaret ederek tekrar yolumuza devam ettik. Aradan 43 sene geçmiş. Tabi biz hep kamyonda gidip gelmedik. Daha sonra otobüslerle de gidip geldiğimiz oldu. Bu ayakkabı çalınma hadisesine karıştırmış olabilirim, belki de otobüsle yaptığımız yolculuklardan birinde olmuştu, tam hatırlayamadım özür diliyorum.

Bir tas su

Kamyonda gidiş gelişlerimizde yolu kısaltmak için bir keresinde Malatya, Darende, Gürün, Sivas, Suşehri, Korgan, Ulubey, Ordu üzerinden Giresun’a geçip köyümüze ulaşmak için yola çıktık. Bu yolu takip ederken ormanlık bir yoldan devam ettik. Stabilize, virajlı ve çok tehlikeli bir yoldu. Yolu kısaltacağız derken neredeyse ölüm tehlikesi atlattık. Kamyon ormanın içinde o tehlikeli yollardan geçerken bir anda çok sert bir fren sesi ile durdu. O gün hava güneşli ve çok sıcaktı, birkaç arkadaşla birlikte kamyonun kapağında oturuyorduk. Ben eğilip şoför tarafında Amcama; “Ne oldu Amca niye durdun?” dedim.

Aşağı inip meseleyi anlamak istedim. Amcam bana şöyle dedi: “Hocam, bir an uyumuşum rüyamda Şeyh Hazretleri bana bir tas soğuk su uzattı ve ‘oğlum susamışsındır al şu suyu iç’ dedi. Ben de uzatılan suyu içmek için frene bastım bir de baktım ki uçurumun başındayız. Yani tabii bu anlık bir mesele, kaç saniye içinde oldu bilmiyorum, eğer kamyon durmasaydı uçurumdan aşağı Allah göstermesin uçabilirdik.” Amcamın gördüğü bu rüyanın şoku ve kazadan kurtulmuş olmamızın şükrüyle yolumuza devam ettik. 

Bu arada Trabzon’daki vekillerimize postacı Ahmet Abi, Başçavuş Ahmet Abi ve Cemil Kanca Abi’nin bizim üzerimizde çok hakları vardır. Sohbetlerini dinledik, hatm-i hacegan toplantılarına, sohbetlerine katıldık. Allah onlardan razı olsun, yaşayanlara hayırlı uzun ömürler versin. Eğer dâru’l bekaya irhtihal edenler varsa, onlara da Rabbim rahmetiyle muamele eylesin, taksiratlarını bağışlasın.

Rüstem Kılıç/ İrfanDunyamiz.com

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Mehmet Feyzi Efendi farklı bir zattı…

İmam hatipte okurken yaz tatillerinde İstanbul gibi manevi üstadların bol olduğu bir şehirde birçok güzel …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.