Mısırlı judocudan şık hareket…

Dünyamız barbarlığın, saldırganlığın, arsızlığın, zulmün ve kan içiciliğin neşvü-neme bulduğu bir dönemi yaşıyor. Bu durum, yeryüzünde merhametin askıya alındığı, güvenin, yârenliğin, dostluğun, insan kardeşliğinin unutulduğunu gösteriyor. Zira merhamet ve zulüm, paradoksaldır. Biri diğerinin antitezidir. Merhamet, varlık dünyasında tüm canlılar için yeryüzünü emin kılmaktır. Zulüm, kendisinden saymadığı varlıkları imha ederken; merhamet, herkes için diriltici bir soluk olmaktadır.

Eğer yeryüzünden merhameti söküp atarsanız, yeryüzü cehenneme dönüşür, merhametin ruhundan yoksun kalarak çoraklaşır, yaşanmaz hale gelir. Bizleri ayakta tutan merhamettir. Asrımızın Neronlarına, Firavunlarına, Nemrutlarına ve zorbalarına karşı insanlığın yanında durarak, dünyamızı tüm varlıklar için emin bir yer kılmak adına merhameti kuşanmak gerekir.

Hali esas almalı

Merhameti kuşanmak da öyle lafla olmaz. İmam Şafii der ki; “İslam kâl (söylem) dini değil, hâl (yaşam) dinidir.” Bundan yola çıkarak deriz ki; Müslüman da kâl insanı değil, hâl insanıdır. Söylemlerimizle eylemlerimiz örtüşmelidir. Eğer örtüşmezse boş konuşuyoruzdur. İnsanlar üzerinde etkili olmak istiyorsak, söylediklerimizi kendi hayatımızda yaşamak durumundayız.

Üstad Bediüzzaman, Münâzarât adlı eserinde der ki: “Eğer biz, ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler; belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.” Bütün mesele, İslam’ın temel prensiplerini hayatımıza uygulamak ve sözlerimizin adamı olabilmektir.

İşte bunun somut bir örneğini sizlere arz etmek isterim. 1984 yılında yaşanmış ve merhamet ahlakının somut bir tezahürü olarak kayıtlara geçmiş anekdot şöyle:

Mısırlı judocu

“Mısırlıların ve Arapların övüncü Muhammed Ali Rişvan, başarılarını çok insanın bilmediği Mısırlı bir judocuydu. 1984 yılı Los Angeles olimpiyatlarında judoda altın madalyayı hak ettiği halde gümüş madalya kazandı. Şöyle ki; son maçta Japon rakibiyle karşılaştı Japon’un sol ayağında tendonlarda yırtılma oldu. Bu yüzden Sol tarafı zayıftı. Müsabakada antrenörü ısrarla sol bacağına saldırmasını bağırıyordu. Fakat o hiç buna çabalamadı ve yenildi.

Gümüş madalyayı kazandı. Bu durumu röportajda soran gazeteciye: ‘Benim dinim yaralıya vurmayı yasaklıyor. Eğer o durumdayken sol bacağına yüklenseydim sakat kalabilirdi madalya için bunu ona yapamazdım’ demiş. Onun bu tavrı ayakta alkışlandı ve UNESCO, dünyanın sporda en ahlak sahibi sporcusu üstün ödülüne layık gördü. Japon’lar onu bir kral gibi ülkelerinde karşıladı. İstatistiklere göre onun bu tavrından etkilenip İslami inceleyen birçok kişi Müslüman oldu. Hatta bunlardan biri olan Japon Riko Hanım ona âşık oldu ve evlendiler ve şimdi Mısırın İskenderiye şehrinde yaşıyorlar.”

Bu anekdot açıkça göstermektedir ki İslam’ın temel kriterlerini kendi hayatımızda yaşadığımız zaman, dışımızdaki insanların bundan etkilenmemesi mümkün değildir. Yeter ki, inancımızı-inandıklarımızı salih amele dönüştürelim. Eğer Muhammed Ali Rişvan, İslam’ın “merhamet” boyutunu bir konferans olarak anlatsaydı ve fakat müsabakada yaralı bacağına yüklenerek onu sakat bıraksaydı, zerre kadar insanların İslam’la tanışmasına ve İslam’ı kabul etmesine etkisi olur muydu? Kanaatimce hiçbir etkisi olmazdı. Aksine söylemi ve eylemi çeliştiği için komik duruma düşerdi.

O sadece eylemiyle, davranışıyla, İslam’ın “merhamet” boyutunu insanlara göstererek, birçok insanın Müslüman olmasına vesile oldu. Böylece gönüllerde unutulmaz bir insanlık madalyasını kazandı. Kadim medeniyetimiz, kültürümüz ve tasavvurumuz bunun örnekleriyle doludur. Bütün mesele medeniyetimizin bu güzel kaynaklarını araştırarak, okuyarak hayatımıza yön vermek ve insanlığa geçmişte olduğu gibi tekrar örnek olmaktır. İnsanlığın da buna çok ihtiyacı vardır.

Merhamet tezahürleri

İslam tasavvurunu incelediğimizde merhametin bir tezahürü olarak savaşın değil barışın esas olduğunu görürüz. Bu medeniyetin bir diğer merhamet tezahürü ise “muavenet” yani yardımlaşmayı esas almasıdır. Medeniyetimiz Muhacir ve Ensar sütunları üzerine inşa olmuştur. Muhacirin, garibanın, gurebanın, mazlumun, mağdurun, yoksulun, yetimin yardımına Ensar olarak koşmuş, merhameti kuşanarak ona yardım etmeyi görev bilmiş bir medeniyetin çocuklarıyız.

Kapitalist düzenin mimarı olan Batı tasavvurunda ise “İnsan insanın kurdudur. Büyük balık, küçük balığı yutar. Dünyada sömürü ve rekabet esastır. Altta kalanın canı çıksın” paradigması hâkimdir. Batının bu tasavvuru, sanki hayvanlar arasındaki ilişki baz alınarak düşünülmüş bir tasavvurdur. Çünkü hayvanlar arasında güçlünün güçsüzü ezmesi, büyük balığın küçük balığı yutması, üstte kalmak için bütün gücünü kullanması ve hayatta kalmak için sınırsız bir mücadeleye girişmesi gayet doğaldır. Zira hayvanlar, ‘merhamet’ denen ölçüyle hareket etmezler. ‘Merhamet’ kavramı, eşref-i mahlukat olan insanın fıtratında mevcuttur.

Eğer siz “merhamet” kavramını söküp atarsanız, insanı hayvan seviyesine indirirsiniz. Merhametten yoksun bırakılan insan, hayvanın yapamadığı tahribatı, zulmü ve zorbalığı yapar. Merhametsiz insan, hayvanın yapamadığını aklıyla daha sistematik, daha komplike ve daha tahripkâr zulümlere ve zorbalıklara imza atar. Kur’an’ın tabiriyle, “Hayvandan da daha aşağı” bir seviyeye iner.

Geçmişi karanlık

İki dünya savaşını çıkarmak, Nagazaki ve Hiroşima gibi büyük şehirleri alt-üst ederek milyonlarca insanın ölmesine ve sakat kalmasına sebep olmak, ancak “merhamet” ile tüm irtibatlarını kesmiş sözüm ona insanların işidir. Bunu hayvanlar asla yapmaz. Bu iki örnek bile Batı’nın gerçek çehresini ortaya koymaya yetmektedir. Marksist düşüncenin zirvesinden İslam’a dönüş yapan ve İslam’la hayat bulan ünlü düşünür Roger Garaudy; “Batı, tarihin en büyük canisidir”diyerek bilinen gerçeği özetlemiştir.

Kemal Sayar’ın güzel bir tespiti vardır: “Batı psikoloji öğretilerinde ‘merhamete’ pek az yer verilmiş olmasına şaşmamak gerekir. Gerek Nietzsche, gerekse Freud için bilinçdışı, dışarıya çıkma imkânı bulamayan zalim ve vahşi içgüdülerin alanıdır. İnsan tabiatının özde ‘merhametle’ dokunduğunu söyleyen Doğu öğretilerinin aksine, Batı geleneği insan tabiatının özünde zalim olduğuna inanır. İnsan, bu görüşe göre, kötü mizaçlı bir varlıktır. Batının binlerce yıllık tarihi; kitle halinde çarmıha germeler, işkence odalarının icadı, dünya savaşları, soykırım, etnik temizlik gibi günahlarla tıka basa dolu. Tamahkârlık, köle ticaretini yeşertmiş ve yerli halkların boyun eğdirilip acımasızca sömürülmesine yol açmıştır”

Batının düşünce tarihindeki, “İnsan doğarken, günahkâr olarak doğar. Bu günahkâr varlık, vaftiz edilerek arınır” inancı da bir Batı’nın benzer bir handikabıdır. İlginçtir ki Batı, önce ‘günah’ yaftasını yapıştırır, sonra bu günahtan onu arındırarak kendi hegemonyası altına alır. ‘Günahkâr’ insan da, kendisini arındıran güce karşı büyük bir minnettarlık duyarak, hegemonyayı kabullenir. Oysa İslam öğretisinde, “doğan her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar ve masumdur. İster Hıristiyan, ister Yahudi, ister ateist bir anne-babanın çocuğu olsun. Bu çocuk masum olarak doğar. Akıl baliğ oluncaya, doğruyu yanlıştan ayırt edebilecek noktaya gelinceye kadar bu süreç devam eder. İslam nizamında ‘vaftiz’ müessesesi yoktur. Allah’tan başka hiçbir güç, günahkârı arındıramaz, affedemez ve bağışlayamaz.

Prof. Dr. Şemsettin Dursun/ İrfanDunyamiz.com

İyi Haberler ↗

İyiliklere, erdemlere, örnek davranışlara dair beyaz haberler okumak için tıklayınız.

Hatıra Arşivi ↗

Alimler, arifler, hocalar ve önemli şahsiyetlerin hatıralarını okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

İz bırakan mal müdürü Neşet Özerdem

Bir mal müdürü düşünün, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde görev yapmış ve her gittiği yerde iz bırakmış. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.