Şuurlu bir alim Ömer Lütfi Zararsız hoca

Omer Lütfi Zararsız 1933 yılında Yozgat‘ta doğdu. Babasından fıkıh tahsil etti. Babası fıkıh ilmine vukufu ile tanınmış Yozgat çevresin de büyük hizmetleri olmuş bir hocaefendidir. Daha sonra Yozgatlı Haşmet Doğar Hocaefendi’den ders aldı. Kimi dergi ve gazetelerde uzun süre fıkıh konularına ilişkin yazıları yayınlandı. “İslam’da Irkçılık ve Milliyetçilik” Ahmet Naim Babanzade‘den sadeleştirip ilavelerle yayınladığı bir kitaptır.

1981 yılında Mavera Dergisi’nde yayınlanan mülakatında şu tavsiyelerde bulunuyor:

“Tavsiyem şudur ki, her Müslüman kardeşim İslam ahkâmını hiçbir zorlamaya girmeden ve menfaati için hiçbir tevile kaçmadan güvenilir kaynaklardan öğrenmelidir ve öğrendikçe uygulamaya çalışmalıdır. Bir de Rasulullah’ın hayatını sağlıklı kaynaklardan çok çok okumalıdır. Bir Müslüman Rasulullah’ı tanıdığı ölçüde ona tabi olur ve muhabbet besler. Şefaatine müstahak olur.”

Özel Mülakat

Şuurlu bir alim olan merhum Ömer Lütfi Zararsız Hocamızın Mavera Dergisi’de yayınlanan Fıkıh ve hayatımızdaki etkilerini konu alan mülakatını siz değerli İrfandunyamiz okurları için çözümledik.

Yusul Yazar: Muhterem hocam, günümüzde kimi zaman ilgisi, kimi zaman da yeterli bilgisi olmadığı halde pek çok kişinin hemen her konuda belli bir baza dayanmadan aklına geleni söylediğine tanık oluyoruz. Fıkıhla olan ilgilerinizi bilen bir kişi olarak bazı konularda genelde de olsa bilgi sahibi olmak istiyoruz. Öncelikle, genel olarak fıkıhtan söz eder misiniz? Fıkhın kişisel ve toplumsal hayattaki kapsamı nedir? Ve fakih derken ne anlıyoruz?

Ömer Lütfi Zararsız: Haddimizi aşmaktan, hata etmekten ve başkalarını yanıltmaktan bizi koruması için Allaha sığınarak sorularınıza cevap vermeye çalışayım. Önce şunu söyleyeyim, İslam cihanşumul bir dindir. Yeryüzünde belli bir coğrafyaya ait bir din değildir. Bu itibarla cevaplarımızın da belli bir coğrafyaya göre değerlendirilmemesi gerekmektedir.

Kimi kişilerin kendilerini söz sahibi addederek İslam adına uluorta konuşmaları gerçekten korkunçtur. Efendimiz’in bir hadisini anmakta fayda var: “Allah ilmi insanlardan söküp almaz, ama ilmi âlimleri yok etmek suretiyle kaldırır. Ta ki ilim sahibi kalmaz, nas cahilleri kendilerine reis edinirler, onlara çeşitli sorular sorulur, onlar da bilgisiz olarak fetva verirler de hemen akabinde dalalete düşerler ve düşürürler.”

Böyle bilgisiz kişilerin din adına uluorta konuşmalarının temelinde olanı tahlil edebiliriz. Son asrın bir takım materyalist düşüncelerin tesiri ile bütün dünyada ve özellikle halkı Müslüman diye bilinen ülkelerde din-i mubine karşı sürdürülen yoğun çalışmaların tesirinde kalan pek çok kimse -resmi ideolojilerin de isteği ve desteği ile- İslami isteğe bağlı birkaç ibadetten ibaret bir din olarak vaz etmişlerdir. Bu da pek çok insanı çeşitli yanılgılara düşürmüştür. Allaha karşı mesuliyet duygusunu da körelten bu tutum giderek din adına herkese uluorta konuşma cüreti vermiştir.

Halkı Müslüman olduğu halde küfrün istilasına uğrayan bazı ülkelerde İslam’ı öğretilmesi ve eğitilmesi resmen yasaklanmış, bazılarında da dinin esasını öğretmekten ve eğitmekten uzak birkaç kurs, mektep ve bazı faaliyetlere müsamaha ve yer yer de müsaade edilmiştir. Sıkı bir tarassutla buralarda gerçek manada âlim yetişmesine engel olunmuştur. Karışık ve karmaşık bir programla bazı meseleler dar bir ilmihal seviyesinde nazari olarak öğretilmek istenmiş fakat o seviyede bile eğitime müsaade edilmemiştir.

Bu ilmi zafiyet pek çok kafada dinin basite irca edilmesine, dejenerasyonuna, akli, felsefi veya kör taassup akımlarının ortaya çıkmasına vasat hazırlamıştır. Din adına konuşan bilgisiz kişiler türemiştir. Netice olarak Müslüman topluluklar mütebahhir din âlimlerinden, fakihlerden ve müctehidlerden mahrum kalmışlardır. Böyle ilimden ve âlimden yoksun bir vasat önüne gelenin din adına konuşabileceği en uygun bir vasattır.

İnsanlar arasında bencillik ve hodbinlik günümüzde hayli ileri merhalelere ulaşmıştır. Hemen herkes, “bence, bana göre…” demekten kendini alamıyor. Hâlbuki herkes “bence, bana göre…” deme hakkına sahip değildir. İslam, vahy yoluyla Allah’ın Rasulüne ulaştırdığı ve yine onun vasıtası ile kâinata ilan ettirdiği ilahi iradeler manzumesidir. O halde, “İslam’a göre, su, şu şu muteber mezhep, müçtehit ve kitapların beyanına göre…” demek lazımdır. Çünkü her hüküm meşru bir delile dayanmalıdır. Aksi halde muteber değildir. Bunun ötesinde bir meselenin hükmünü tayin etmek müçtehitlere ait bir yetkidir.

Gerçek din âliminin yokluğundan söz ettiniz. Gerçek din âlimlerinin yetişmesi birtakım özel şartlara mi başlıdır?

Bu sorunuzu Fıkıh, fıkhın kapsamı ve fakihten söz ettikten sonra fakihin yetişmesi kısmında cevaplayabiliriz. Fikıh: İslam’ın temel kaynağı Kur’an-ı Kerimdir. Bir diğer temel kaynak Sünnet’tir. O halde fıkıh kelimesi bu kaynaklarda var mıdır, bakmak gerekir. “Fekihe” veya “fekuhe” mazisinden gelen bu kelime Kur’an-ı Kerim’de on altı surede yirmi ayette fiili muzari siygasıyla bulunmaktadır. Hadisi seriflerde de fikih kelimesi varid olmuştur. Müctehidlerin kelamlarında, usul ve furu kitaplarında ve literatürde de fıkıh tabirinin bir yeri vardır. Lügatte, anlamak, ince bir kavrayışla anlamak, bir şeyi illet ve hikmetleriyle anlamak manalarınadır. Kısaca, anlayış inceliği veya ince anlayışı diyebiliriz.

Istılahta, çeşitli tariflerinden meşhur olan birisi şudur: “Fıkıh, insanın leh ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir. Biz burada terminolojik tarifler yapacak değiliz. Esasen sizin istediğiniz de bu değildir.

Pratikte ve özel olarak, Kulun Allaha, kendi nefsine, ailesine ve topluma karşı bütün hak ve vecibelerini belleten ve düzenleyen bugünkü tabir ile karşılığı İslam Hukuku’dur.

Fıkhın kapsamı: İslam dininin ferd ve cemiyet hayatındaki yeri ve kapsamı neyse, fıkhın da yeri ve kapsam odur. Çünkü fıkıh mahiyet itibari ile İslam’ın tatbikatının adıdır. O halde bir insanın doğduğu günden öldüğü güne, mezara konup üzeri toprakla kapatıldığı ana kadar hayatının her lahzası fıkhın içindedir. Müslümanın bilerek ve bilmeyerek yaptığı her şey şu sekiz fıkıh hükmünden biri ile ifade edilir: Farz, vacib, sünnet, müstehab, mübah, haram, mekruh, mufsid. Kişinin yaptığı hiçbir hareket ve davranış yoktur ki bu sekiz hükmün birisinin sınırları içinde bulunmuş olmasın. Hiçbir beşeri hukuk sistemi insan hayatını böylesine kapsayamaz. Bir iki misalle mesele daha da vuzuha kavuşturulabilir.

Bugünkü modern hukuk kişi ve toplumun yaşayışını genelde kamu hukuku ve özel hukuk diye iki bölümde düzenler. Her iki bölümde de kişi ve toplum meseleleri yürütme veya yargı organlarına iletilmedikçe ya da resmen el konmadıkça modern hukukun konusu olamaz. Buna karşılık, ferd ve cemiyetin bütün fill, tavır ve hareketleri -icra veya kaza mercilerine intikal etsin etmesin- fıkhın mevzuu dâhilindedir. Kişinin evinde yediği yemeğe modern hukukun bir diyeceği yoktur. Ama fıkhın diyeceği vardır. Çünkü o yediği ya helaldir ya da haram. Keza bir gurup insanın bir araya gelip eğlenmesine etrafı rahatsız etmedikleri sürece modern hukukun bir diyeceği yoktur. Ama fıkıh açısından o eğlence tamamen veya kısmen ya mübahtır ya da değildir.

Modern hukuk şikâyet konusu olmadıkça insanın ağzından çıkan sözlerle ilgilenmez. Kur’an-ı Kerim’de; “İnsanın sağında ve solunda oturan iki melek vardır. O bir söz atmaya dursun mutlaka yanında bir sözcü vardır” buyuruluyor. Kaf Suresi’nde olacak. Demek oluyor ki insanın ağzından hayır-şer (iyi-kotu) ne çıkarsa hiç kaçırılmadan hemen kayda geçiriliyor. Bu kayda alınan telaffuzlar şu üç fıkhi hükümden hali değildir; ya doğru ve güzeldir (hak ve hasen); bu takdirde faydalı ve kazançlıdır, ya çirkin ve yalandır (kabih ve batıl), bu halde zararlı ve veballidir. Ya da mübah ve lağvdir. Bu takdirde de karı ve zararı yoktur. Bunun da hesabı verileceğine göre terki evladır. Şu anda yaptığımız konuşma da bu uç hükümden hali değildir.

Fıkhın sistematiğinden söz eder misiniz?

Din başlıca altı bölümde mütalaa edilir: İtikat (iman), adab (ahlak), ibadat (amel), munakehat (nikah-talak). muamelat (muamele, karşılıklı alış-veriş ilişkileri), ukubat (suç ve ceza Isleri).

Müslümanın zihni ve kalbi kararlarından tutunuz, bütün ikrarlarına ve en basit davranışlarına kadar her şeyini kapsar. Fıkıh bunlardan bilhassa son dördünün tatbikatına yönelik kaideleri ve sistemleri öğretir. Fıkıh başlıca iki ana bölümde mütalaa edilir: Kulun Allah’a karşı kulluk vazifelerini ve ahirete hazırlık işlerini tanzim eden ve öğreten bölüm. Bu bölüme ibadet denir. Namaz, oruç, hac, zekât, cihad, zikir, tefekkür gibi ameller bu bölümde incelenilir. Bu bölüm kendi içinde ayrıca bölümlere, sonra da bahislere ayrılır.

Dünya işlerine ait bölüm. Allah’ın dünyada tatbikini istediği bir takım kayıtlar, şartlar, muameleler, insanlar arası düzenlemeler. Munakehat: Bu kısımda evlenme, boşanma, iddet, nafaka gibi şimdiki adıyla aile hukukuna alt hükümler yer alır. Muamelát: Alım-satım, çeşitli şirket ve ortaklıklar, borçlar ve alacaklar gibi muameleler bu kısımda yer alır. Yani ticaret ve borçlar hukuku kısmıdır. Ukubåt: Suç ve ceza ilişkileri ve tatbikatı le ilgili hükümler de bu kısımda izah edilir. Şimdiki adıyla ceza hukuku ve usulü muhakemåt. Bir de ayrıca “feraiz” vardır ki bu bölümde de verasetle ilgili hükümler bulunur. (Miras hukuku bölümü) Siyasi, idari, askeri, uluslararası ilişkiler gibi konular da fıkhın şümulüne girdiği için ilgili bölümlerinde yerlerini alırlar. Bütün bunları görmek için kütüphaneler dolusu klasiklerimize şöyle bir göz atmak, onlardan herhangi birinin fihristini gözden geçirmek kâfidir.

Özetle denebilir ki, ferd ve cemiyet hayatında fıkha konu olmayan hiçbir mesele yoktur. Tuvalete girerken, çıkarken ve içeride bile fıkhi hükümlerle karşı karşıyayız. Müslüman her an bir hükmün muhatabıdır. Bu böyledir diye fıkhın hayatı zorlaştırdığını söylemek cahilane bir söz olur. Aksine fıkıh, başıboşluğu önleyerek, kişinin hem kendine hem de başkalarına faydalı olmasını ve hayatın bir düzen içinde akışını sağlar.

Fakih: Bilindiği gibi İslami hükümlerin çıkarıldığı deliller (edille-i şeriyye) şunlardır: Kitab (Kurani Kerim). Sünnet (hadisi serif), Icma-ı ummet (ashabin ve müçtehlt imamların ittifak ettiği meseleler), Kiyas-i fukaha (fakih ve müçtehit imamların feri bir meseleyi başka bir meseleye benzeterek verdiği hüküm). Tabii bunların bir takım şartları vardır. İşte fakih, hükümleri bu tafsili delillerinden anlayıp çıkarma İlmi kudreti ve melekesine sahip olan ve müçtehit mertebesine yükselmiş âlim demektir. Cemii/ çoğulu “fukaha”dır.

Şu hususu bir kez daha belirtmek isterim, bir hadisenin hükmünü tayin ve beyan etme yetkisi fukahaya (müçtehitlere) aittir. Sahabe devrinden sonra ve günümüzde zuhur eden bir hadisenin dini hükmü üzerinde her önüne gelen hüküm veremez. İçtihat güç bir iştir. İçtihat, derin ve ihatalı bir ilme, ince bir ihtisas ve istinbat melekesine sahip kudretli bir âlimin (fakih ve müçtehidin) ortaya koyduğu bir karardır. Bu karar rastgele bir karar olmayıp -zanni de olsa şer’i delil olma vasfını taşıyan bir karardır. Böyle şer’i delil olacak bir kararı verecek kimse elbette birtakım hususiyetleri ve özel şartları haiz olmalıdır.

Müctehidin yapacağı iş, sonradan ortaya çıkan hadise ve meselelerin şerr’i durumunu tesbit etmektir. Yani din adına ilk defa karar vermektir. Son derece önemli olan bu kararı verecek kimse elbette hem İlmen, hem itikaden ve hem de ahlaken güvenilirliği tartışma konusu olmayacak bir kişi olmalıdır. Öyleyse müçtehitte, derin ilim, geniş malumatın yanında büyük bir muhakeme kabiliyeti, titiz bir diyanet (emanet, istikamet, itaat), güçlü bir mesuliyet duygusu, engin bir ahlak, sağlam bir seciye bulunmalı ve böylece de bilinmelidir.

Peygamber Efendimizi sallellahu aleyhi ve sellem’i peygamberliğinden evvel herkes doğru ve dürüst biliyor ve ne söylerse inanıyorlardı. Bunun için kendisine “el-emin” unvanını vermiştiler. Müşkil durumlarda onu aralarında hakem seçiyorlardı. Peygamberlik geldikten sonra inatçılar onun tebligatına karşı çıkmışlarsa da kimse şahsiyeti, seciyesi ve ahlakı üzerine bir şey söyleyemiyordu. Keza fakih, müçtehit. sahabe, tabiin ve mezheb imamlarının karakteri de bu idi. Çetin münakaşalara rağmen hiç kimse onların inanılırlığına dil uzatamıyordu. O devirde tenkid (intikad) metodu o kadar gelişmişti ki zaten birazcık taan edilen kimsenin sözüne ve rivayetine itimat edilmiyordu. Müctehid her devirde aynı yolun yolcusu olacağından aynı dirayet ve karakteri taşımalıdır.

Mezheb imamları seviyesinde fakihler yetişmesini bekleyebilir miyiz?

Her meslek sahibinin mesleğinin asgari şartlarını taşıması beklenir. Aksi halde ona güvenilemez. Fıkıh ve usul-ü fıkıh kitaplarında müçtehitte bulunması gereken şartlar bir bir sayılmıştır. Birkaçını anabiliriz:

Adli olmak. (Fasik ve bidad ehli olmamak.)

Arapçayı bütün kaide ve incelikleriyle bilmek.

Kur’an’ı ve Kuran ilimlerini iyi bilmek (Ahkâm ayetlerini, bunların lügat ve şeriat manalarını, hás, umum, mücmel, mufesser, nasih, mensuh gibi aksamini ve delaletlerini iyice bilmek, kıraat, tefsir, usul-u tefsir İlimlerini liyakatli üstadlardan bihakkın tahsil etmiş olmak.)

Sünnet ve Sünnet ilimlerini bilmek. (Ahkam hadisi şeriflerini, bunların senet ve metinlerini, rivayet ve kuvvet derecelerini, luğavi ve şer’i manalarını, lafız ve delalet aksam ve kaidelerini hakkıyla bilmek.)

İcma-ı Ümmet ile sabit meseleleri bilmek. (Ashab ve her zaman müctehid imamların üzerinde ittifak ve ihtilaf ettikleri meseleleri çok iyi bilmek ki icmaa muhalif içtihada kalkışılmasın.)

Kıyası bilmek. (Kıyasın bütün aksamın, hafsini- celisini, bunların hükümlerini, şartlarını, istinat ettiği delillerini iyi bilmeli ki, yan kıyas yapılmaya meydan verilmesin.)

Bütün bu ve benzeri klasik ve vazgeçilmez şartların yanında, bugün bütün İslam mezheplerinin usullerini temel kaidelerini, feri meseleler hakkındaki görüşlerini de bilmelidir ki -içtihad içtihadla bozulamayacağına göre- onlarla hasıl olacak mutabakat veya muhalefet noktaları iyice belirlenebilsin

Ayrıca toplumun meşru ve gayri meşru teşekkül etmiş ört ve adetleri, sosyal hadiselerin teşekkül tarz ve sebepleri, psikolojik ahval ve şeraiti, iktisadi durumu ve bütün bunların çözümü istenen problem üzerindeki etki nisbetleri iyi bilinmeli ki içtihadın isabet ihtimali yüksek olsun.

Bu vasıfları haiz âlimlerin yetişemeyeceği itikadında bulunmak; din yeryüzünde var olduğu sürece onu anlayan ve anlatacak olan kimselerin de bulunacağı kabulüne ters düşer. Ümmet-i Muhammed (Ummeti icabet) var olduğu sürece; enbiyanın varisi âlimler de var olacaktır. Şu imkân âleminde kıyamete kadar bu fırsat bahşedilmiştir. Yeter ki ümmet o ortamı hazırlasın. Bu durumda yukarıda vasıfları sayılan ulemanın yetişmesi için gerekli zeminin hazırlanmasından söz etmek gerekecek. Her meşru ilim şubesinin mütehassıs âlimlerini yetiştirmek tek tek her Müslümanın ve topluca Ümmetin boynunun borcudur (farz-ı kifayedir).

Şunu belirtmeliyim ki, yukarıda evsafını nakletmiş olduğumuz gerçek din âlim kişiler İslamin bir bütün olarak hükümferma olduğu ilahi ahkâmın tümüyle yürürlükte bulunduğu) muhit ve zeminde yetişir.

Dar-ı harb ve dar-i İslam kavramlarına ilişkin bilgi verebilir misiniz?

Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem; “Cihad kıyamete kadar devam edecektir” buyurmuş. Sorunuz büyük ölçüde cihad ile ilgili. Dar-i İslam cihadın meyvesidir. Dar-i Harb cihad sahasıdır.

Dar-ul İslam: (İslam ülkesi) Dünya dar-ül İslam ve dar-ul harb olmak üzere iki kısımda mütalaa edilir. Dar-ul İslam; İslam ahkâmının meriyette bulunduğu ve İslam hâkimiyeti altına girmiş, meşru ulu’l-emr tarafından yönetilen bütün memleketlere şamil bir ıstılahtır. Böyle bir ülkede her din sahibi insan emniyet altındadır. Dar-ul İslam’da; Müslümanlar emire biyat etmekle; gayrimüslim ehl-i kitablar (hristiyan ve yahudiler) “zimmet akdi ile; geçici zaman için giren seyyah, tüccar, temsilci,  yabancılar (muste’menler) muvakkat eman izniyle ulu’lemr’in emniyeti ve himayesi altındadırlar. Müslim-gayrimüslim herkesin can, mal, akıl ve din hürriyetleri büyük bir titizlikle korunur.

Gayrimüslimlerin bu himaye ve haklardan faydalanabilmeleri için ehli kitab olmaları şarttır. Yani, Dar-ul İslam’daki ehli kitab zimmlilerin canları ve malları İslam hükümetince emniyet altındadır. Dinlerinde serbesttirler. Müslüman olmaları için zorlanmazlar. Ehli kitab olmayan dinsizler, müşrikler, putperestler, ateşperestler dar’ul İslam’da İslam hükümetinden himaye göremezler. Onlar ya İslam’ı kabul etmek ya da can ve mallarını kaybetmekle mahkûmdurlar. Dar-ul İslam’da Müslümanlar İslam’ın bütün ahkâmına uymakla mükelleftirler.

Dar-ul İslam’ın dar-ul harbe dönüşebilip dönüşemeyeceği ihtilaflı bir konu olmuştur. Bir defa fethedilip dar-ul İslam haline gelen bir ülkenin bir daha dar’ul harb olamayacağı, elden çıksa bile orasının ayni vasfı taşıyacağı görüşünde olanlar olduğu gibi bazı şartları kaybetmesi halinde dar-ul harbe dönüşebileceğini kabul edenler de vardır. Hanefi fıkhı son görüşü benimsemiştir. Bunun için şu şartların tahakkuku gerekir.

Küfür kanunları muteber olup. İslam kanunlarının geçersiz sayılması. Memleket bir diğer dar-ul harbin pek yakınında -ittisalinde- bulunması. Müslümanlarla Zimmilerin artık İslam hükûmetinin himayesini göremez olması. Bu hallerin vukuu halinde Hanefi fakihlerince dar-ul İslam dar-ul harbe dönüşür.

Dar-ul harb: (harb ülkesi) Küfür ahkâmının cari olduğu henüz İslam hâkimiyeti altına girmemiş ülkelerdir. Dar-ul harbde bulunan İslam dışı her türlü din ve ideolojiyi benimseyenlere “harbi” denir.

Dar-ul harbde bulunan münferit mühtediler (Müslümanlar) öğrenebildikleri ibadetleri ifa ile mükelleftirler. Varlığından haberdar olmadıkları ahkâmdan mesul değillerdir. Harbilerle aralarındaki bazı muamelelerde dar-ul İslam’da uygulanan bazı İslam ahkâmı cari olmayabilir. Faiz yasal bazı seri hadlerin icra edilmemesi gibi.

Dar-ul harb cihad yoluyla dar-ul islam yapılır. Sulhen İslam’ı kabul edip teslim olan ahali veya hükümdarın ilkesi de dar-ul İslam olma vasfını kazanır.

Efendim, sohbetimiz için çok teşekkür ederim. Bu vesile ile Mavera okuyucusuna iletilmesini istediğiniz bir mesajınız olacak mı?

Ben de teşekkür ederim. Tavsiyem şudur ki, her Müslüman kardeşim İslam ahkâmını hiçbir zorlamaya girmeden ve menfaati için hiçbir tevile kaçmadan güvenilir kaynaklardan öğrenmelidir ve öğrendikçe uygulamaya çalışmalıdır. Bir de Rasulullah’ın hayatını sağlıklı kaynaklardan çok çok okumalıdır. Bir Müslüman Rasulullah’ı tanıdığı ölçüde ona tabi olur ve muhabbet besler. Şefaatine müstahak olur.

Kaynak: Mavera, Ekim, 1981

Not: Yozgat Müftülüğü ve Yozgat Milletvekilliği görevlerinde bulunan, Yozgat’ın önemli şahsiyetlerinden ve alimlerinden Ömer Lütfi Zararsız 26.04.2021 Ankara’da vefat etti. Allah rahmet eylesin.

İrfanDunyamiz.com

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

İz bırakan mal müdürü Neşet Özerdem

Bir mal müdürü düşünün, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde görev yapmış ve her gittiği yerde iz bırakmış. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.