Derin dereler geçtim, karlı dağları aştım, Bazen çevremde döndüm, bazen düz yolda şaştım… Bir avuç sevgi diye kapı kapı dolaştım, Verenler dediler ki: “Sevgi semâdan gelir.”
Deryâ, denizler, göller, rahmet bekliyor çöller, Son sonbahar iklimi, hasretle eser yeller… Uykuyu uyutup da birlikte gonca güller, Derenler dediler ki: “Sevgi semâdan gelir.”
Yûnus «bezm-i elest»te içmiş aşk bâdesini, Severek, sevilerek doldurmuş vâdesini… Seherde secde için sevgi seccadesini, Serenler dediler ki: “Sevgi semâdan gelir.”
Sevgisiz bir dünyada insan yaşamaz diye, Sevgi, Vedûd Mevlâ’dan kullarına hediye… Nübüvvet gülzârında rû be rû sevgiliye, Soranlar dediler ki: “Sevgi semâdan gelir.”
Gözde nur, dilde duâ, sevgi kuşta kanattır, Sevilmek ayrı huzur, sevmek ayrı sanattır… Rabbim gerçek sevgiyi n’olur bize de tattır! Yârenler dediler ki: “Sevgi semâdan gelir.”
Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye`de Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati, Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan, Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan. Gecenin bitmeye yüz tuttuğu andan beridir, Duyulan gökte kanat, yerde ayak sesleridir. Bir geliş var!.. Ne mübârek, ne garîb âlem bu!.. Hava boydan boya binlerce hayâletle dolu… Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir; O seferlerle açılmış nice yerlerdendir. Bu sükûnette karıştıkça karanlıkla ışık Yürüyor, durmadan, insan ve hayâlet karışık; Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya, Giriyor, birbiri ardınca, ilâhî yapıya. Tanrının mâbedi her bir tarafından doluyor, Bu saatlerde Süleymâniye târih oluyor.
Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı Adamış sevdiği Allah`ına bir böyle yapı. En güzel mâbedi olsun diye en son dînin Budur öz şekli hayâl ettiği mîmârînin. Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi, Seçmiş İstanbul`un ufkunda bu kudsî tepeyi; Taşımış harcını gâzîleri, serdârıyle, Taşı yenmiş nice bin işçisi, mîmâriyle. Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne, Uhrevî bir kapı açmış buradan gökyüzüne, Taa ki geçsin ezelî rahmete ruh orduları.. Bir neferdir, bu zafer mâbedinin mîmârı.
Ulu mâbed! Seni ancak bu sabah anlıyorum; Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrûrum; Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi; Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi, Senelerden beri rüyâda görüp özlediğim Cedlerin mağfiret iklîmine girmiş gibiyim. Dili bir, gönlü bir, îmânî bir insan yığını Görüyor varlığının bir yere toplandığını; Büyük Allah`ı anarken bir ağızdan herkes Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor tek bir ses; Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi, Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!
Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbîr`i Ne kadar saf idi sîmâsı bu mü`min neferin! Kimdi? Bânisi mi, mîmârı mı ulvî eserin? Taa Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu, Yüzü dünyâda yiğit yüzlerinin en güzeli, Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş belli; Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz; Vatanın hem yaşayan vârisi hem sâhibi o, Görünür halka bu günlerde teselli gibi o, Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde, Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde.
Karşı dağlarda tutuşmuş gibi gül bahçeleri, Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri. Gökte top sesleri var, belli, derinden derine; Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine. Çok yakından mı bu sesler, çok uzaklardan mı? Üsküdar`dan mı? Hisar`dan mı? Kavaklar`dan mı? Bursa`dan, Konya`dan, İzmir`den, uzaktan uzağa, Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa; Şimdi her merhaleden, taa Bâyezîd`den, Van`dan, Aynı top sesleri birbir geliyor her yandan. Ne kadar duygulu, engin ve mübârek bu seher! Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer, Dinliyor hepsi büyük hâtırâlar rüzgârını, Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.
Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor? Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor: Kosova`dan, Niğbolu`dan, Varna`dan, İstanbul`dan.. Anıyor her biri bir vak`ayı heybetle bu an; Belgrad`dan mı? Budin, Eğri ve Uyvar`dan mı? Son hudutlarda yücelmiş sıra dağlardan mı?
Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor? Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!.. Adalar`dan mı? Tunus`dan m, Cezayir`den mi? Hür ufuklarda donanmış iki yüz pâre gemi Yeni doğmus aya baktıkları yerden geliyor; O mübârek gemiler hangi seherden geliyor?
Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine. Çok şükür Allaha, gördüm, bu saatlerde yine Yaşayanlarla beraber bulunan ervâhı.
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi, -Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya- Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! Nerde -gösterdiği vahşetle “Bu: Bir Avrupalı!” Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer, Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer. Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da, Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada! Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk; Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ… Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ! Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl, Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle sefîl, Kustu Mehmedçiğin aylarca durup karşısına; Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına. Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz… Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz. Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb, Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı; Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam ; Atılan her Iağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer… Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak. Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere, Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre . Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler… Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler! Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îman? Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? Çünkü te’sîs-i İlâhî o metîn istihkâm.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar… O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar, Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor; Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i… Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi… Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? “Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın. Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb… Seni ancak ebediyyetler eder istîâb. “Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına; Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ nâmıyle, Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan; Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına, Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem; Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana… Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini, Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i, Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran… Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın; Sen ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın; Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât, Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber, Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.
Senin kalbinden sürgün oldum ilkin. Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği. Bütün törenlerin, şölenlerin, ayinlerin, yortuların dışında, Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim. Af dilemeye geldim affa layık olmasam da. Uzatma dünya sürgünümü benim.
Güneşi bahardan koparıp, Bir tuz bulutu gibi, Savuran yüreğime… Ah uzatma dünya sürgünümü benim. Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil, Ayaklarımdan belli.
Lambalar eğri, Aynalar akrep meleği, Zaman çarpılmış atın son hayali, Ev miras değil mirasın hayaleti, Ey gönlümün doğurduğu, Büyüttüğü, emzirdiği, Kuş tüyünden, Ve kuş sütünden, Geceler ve gündüzlerde, İnsanlığa anıt gibi yükselttiği, Sevgili En Sevgili Ey Sevgili Uzatma dünya sürgünümü benim.
Bütün şiirlerde söylediğim sensin. Suna dedimse sen, Leyla dedimse sensin. Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım. Salome’nin. Belkıs’ın, Boşunaydı saklamaya çalışmam, öylesine aşikarsın bellisin. Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için. Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini, Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini. Ey gönüllerin en yumuşağı en derini. Sevgili En Sevgili Ey Sevgili Uzatma dünya sürgünümü benim.
Yıllar geçti sapan ölümsüz iz bıraktı toprakta. Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında. Çatı katlarında, bodrum katlarında, Gölgendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba, Hep Kanlıca’da, Emirgan’da, Kandilli’nin kurşuni şafaklarında, Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında, yazında. Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında, Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim. Af dilemeye geldim affa layık olmasam da. Ey çağdaş Kudüs! (Meryem) Ey şiirini gönlünde taşıyan Mısır! (Züleyha) Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi. Sevgili En Sevgili Ey Sevgili Uzatma dünya sürgünümü benim.
Dağların yıkılışını gördüm bir Venüs bardağında, Köle gibi satıldım pazarlar pazarında, Güneşin sarardığını gördüm Konstantin duvarında, Senin hayallerinle yandım düşlerin civarında, Gölgendi yansıyıp duran bengisu pınarında, Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda, Verilmemiş hesapların korkusuyla, Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim. Af dilemeye geldim affa layık olmasam da. Sevgili En Sevgili Ey Sevgili Uzatma dünya sürgünüm benim.
Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır? Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır. Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır. Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır. Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır. O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır. Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır. Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır. Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır. Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır. Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır. Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır. Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır. Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır. Sevgili En Sevgili Ey Sevgili
Yâ Nebi… Şu halime bak Nasıl ki bağrı yanar gün kızınca sahranın, Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın. Hârimi Pâkine can atmak istedim durdum, Gerildi karşıma yıllarca ailem yurdum. Tahammül et dediler, hangi bir zamana kadar, Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var. Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak, Önümde durmadı artık ne hanuman ne ocak. Yıkıldı hepsi, ben aştım diyar-ı Sudan’ı, Üç ay tihame deyip çiğnedim beyebanı. Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrada, Yetişmeseydin eğer Ya Muhammed imdada. Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin, Akarsular gibi çağlardı her tarafta sesin. İradem olduğu gündür senin iradene râm, Bir an olsun yollarda durmak bana oldu haram. Bütün hayakil-i hilkat ile hasbihal ettim, Leyâle derdimi döktüm, cibali söylettim. Yanıp tutuşmadan yummadım gözümü, Nücuma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü? Azab-ı Hecrine katlandım elli üç senedir, Sonunda alnıma çarpan bu zalim örtü nedir? Üç beş sineyi hicran içinde inleterek, Çıkan yüreklere husran mı, merhamet mi gerek. Demir nikabını kaldır mezarı pâkinden, Bu hasta ruhumu artık, ayırma hakinden. Nedir o meşale, nurun mu ya Resulallah Sükûn içinde bir an geçti, sonra kısa bir âh….