Hazreti Ebubekir’in Kur’an Anlayışı

Hazreti Ebû Bekir radıyellahu anh’ın adı “Abdullah”, künyesi “Ebû Bekir”, lakabı “Sıddîk” ve “Atîk” dir. Babasının adı “Osman”, künyesi ise “Ebû Kuhâfe”dir. Annesinin adı “Selmâ”, künyesi de “Ümmü’l-Hayr” dır. Haz Ebû Bekir’in soyu hem anne tarafından hem de baba tarafından “Mürre” ye dayandığından.[1] Peygamber Efendimiz’in soyuyla birleşmektedir.

Hazreti Ebû Bekir, Hicret’ten elli bir yıl önce dünyaya geldi. Dolayısıyla, Peygamberimizden yaşça iki yıl ve birkaç ay daha küçüktür. Hazreti Ebû Bekir, Kureyş eşrafından ve reislerinden birisiydi. İslâm’dan önce Kureyş’de mevki ve otorite on ayrı oymaktan, on kişide toplanıyordu. Bu oymaklardan Teymoğulları’na mensup Hazreti Ebû Bekir’in özelliği ise şuydu: Mâlî cezaları Kureyş hazinesi adına tahsil ederdi. Bir icrayı üstlenirken, Kureyşlilerden kanıt istendiği zaman onu doğrular ve onunla birlikte bu görevi yerine getiren kişiye de yetki verirlerdi.[2] İslam’dan önce var olan özelliklerini, Kur’an ahlâkı ve Peygamber sevgisiyle geliştiren Hazreti Ebû Bekir, peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi olarak tanımlanmıştır.[3]

Hazreti Ebû Bekir, Resulullah İslâm’ı kendisine tebliğ ettiğinde Müslümanlığı kabul ederek ilk Müslümanlardan olma şerefini elde etmiş ve Bedir Savaşı dâhil en sıkıntılı zamanlarında Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem’den ayrılmamıştır. İslâm’a ve Peygamber’ine yapmış olduğu iyiliklerden dolayı cennetle müjdelenen sahâbîlerden birisi olmuştur.[4]

En yakındı

Müslümanlara şiddet uygulandığı bir dönemde Peygamber Efendimiz’den hiç ayrılmamış, herkes Mekke’yi terk ederken o Peygamberimizi beklemiş ve sonunda da Resulullah’ın hicret arkadaşı olmuştur.[5] Hira Dağı’nda; Hazreti Muhammed’in etrafında, Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali bir araya geldiklerinde dağda bir sarsıntı olmuştu. Resulullah bunun üzerine şöyle buyurmuştur: “Ey dağ, yavaş ol! Senin üzerinde bir Peygamber, bir sıddîk ve şehidler vardır.”[6]

Malını, mülkünü ve canını İslâm’ın yayılması uğrunda harcamıştır. Peygamber Efendimiz, İslam dinini tebliğ çalışmalarında Hazreti Ebû Bekir’in malını teklifsiz olarak kullanmıştır. Bu meyanda şöyle söylemiştir: “Ebû Bekir’in malından faydalandığım kadar hiçbir maldan faydalanmadım.”[7] Peygambere, malıyla, canıyla ve sohbetiyle çok yakın olan bu insanı Resulullah, vefatına sebep olan hastalığa yakalandığında, “Ebû Bekir’in kapısı hariç, mescide açılan tüm kapıları kapatın.”[8] diyerek ödüllendirmiştir.

İnsanlara imam tayin ederken bir takım ölçüler koyan ve bu ölçülerin varlığına göre imam atayan Rasulullah, hastalığı şiddetlenip, mescitte insanlara namaz kıldıramayacak hale geldiğinde, Hazreti Ebû Bekir’in cemaate namaz kıldırmasını emretmiştir.[9]

Hazreti Muhammed’in sahâbesinin kimler olduğu bize tarihî kayıtlar ve tabakât kitapları vasıtasıyla gelirken, Hazreti Ebû Bekir’in sahâbî oluşu Kur’an-ı Kerim’in şu ayetiyle sabit olmuştur: “Eğer siz o hak elçisine yardım etmezseniz, iyi bilin ki, Allah ona yardım etmişti. Hani yalnız iki kişiden biri olduğu halde inkâr edenler kendisini (Mekke’den) çıkardıkları sırada ikisi mağarada iken arkadaşına ‘Üzülme, Allah bizimle beraberdir.’ diyordu…”[10] Sevr mağarasında, Peygamberimizle beraber üç gün kalmak[11] suretiyle, ayete konu olan Hazreti Ebû Bekir, bir gün yanındakilere, “Kim Tevbe Sûresini okuyacak” demiştir. Okuyan kimse mealini verdiğimiz kırkıncı ayete geldiğinde, ağlamaya başlamış ve; “Vallahi onun sahibi/ dostu ben idim” demiştir.[12]

Müfessirler bu ayetin yorumunda, “Hazreti Ebû Bekir’in yüceliğine delil olmakla beraber, onun sahibi oluşunu inkâr edenin küfre gireceğine de delil vardır” demişlerdir.[13] Kur’an’da anılan bu büyük sahâbî aynı zamanda Kur’an’a da en büyük hizmeti yapmıştır. Kur’an, onun hilafet döneminde, Zeyd bin Sâbit başkanlığında toplanan bir heyetin çalışmalarıyla mushaflaşmıştır.[14]

Müfessirdir

Hazreti Ebû Bekir, Kur’an’a yapmış olduğu bu hizmetin yanında, Kur’an’ı anlama faaliyetinde de önde gelen sahâbîlerdendir. Kur’an’ı tefsir etmede meşhur olan on sahâbîden birisidir.[15] Peygamber Efendimiz’e yakın olmanın imkanını; ince siyaseti, ahlâkı, yerinde kullanmış olduğu şecaati ve içtihadî kabiliyetiyle toplumda her an tecelli ettirebilmiştir. Yine ona yakın olmanın verdiği şevkle, daha Peygamber Efendimiz hayattayken Kur’an-ı Kerim’in tamamını ezberleyen hafız sahâbîlerden biri olmuştur.[16] Hazreti Ebû Bekir’in hafızlığı sıradan bir hafızlık olmayıp, Peygamberimizden bizzat işitmek ve tâlim suretiyle gerçekleşmiştir. Dolayısıyla o, Kurrâ sahâbîlerin başında gelmektedir.[17]

Hafız ve Kurra’dan olan Hazreti Ebû Bekir, Kur’an okurken hüzünlü bir şekilde ve gözyaşlarıyla; ağlayarak okurdu. Mekke’deyken evinin avlusuna bir mescit yapmış ve orada Kur’an okumak ve namaz kılmakla meşgul olmuştur. Onun Kur’an okuduğunu duyan hemşehrileri; kadınlar, çocuklar ve köleler, Hazreti Ebû Bekir’in Kur’an kıraatindeki yaşadığı ruh haline ve bu ruh halinin dışarıya yansımasına (rikkat) hayran kalmışlardır.[18] Kızı Hazreti Aişe de babasının Kur’an okuma anındaki halini şöyle tasvir ediyor: “Ebû Bekir, Kur’an okunduğu zaman çok ağlayan ince ruhlu bir insandı.”[19]

Hazreti Ebû Bekir’in şahsını ve Kur’an ilimlerini öğrenmek suretiyle edinmiş olduğu yerini kısaca tanıttıktan sonra, onun Kur’an anlayışını şu şekilde açıklayabiliriz.

1. Sorarak öğrenme:

Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem’e çok yakın durduğu ve uygulamalara şahit olduğu için büyük bir bilgi birikimine sahip olmuştur. Fıtrat olarak çok soru sormayı ve lüzumunun dışında konuşmayı sevmezdi. Bundan dolayı kaynaklar onun çok soru sorduğuyla ilgili nakillerde bulunmamaktadır. Şayet, anlayamadığı bir şey olursa onu da Resulullah’a açıkça sormaktan çekinmemiştir. Bir defasında Resulullah’a gelmiş ve şu ayeti okumuştur: “(İş) ne sizin kuruntularınızla, ne de kitap ehlinin kuruntularıyla olmaz. Kötülük yapan, onunla cezalandırılır ve kendisine Allah’tan başka ne dost, ne de yardımcı bulamaz.”[20]

Özellikle, “Kötülük yapan onunla cezalandırılır” kısmını tekrarlayarak; “Ey Allah’ın Elçisi! Bu ayetten sonra nasıl hayırda; iyi bir durumda olunur ki” diyerek endişelerini dile getirmiştir. “Biz ne işlersek cezasını bulacağız” demiştir. Bunun üzerine Allah Resulü, “Ey Ebû Bekir! Sen hasta olmaz mısın, yorulmaz mısın, hüzünlenmez misin” deyince, O da tüm bunların olduğunu söylemiştir. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz; “İşte kendisiyle cezalandırıldığın şeyler bunlardır.” buyurmuştur.[21]

2. İçtihat yapabilme:

Hazreti Ebû Bekir, hayatla Kur’an arasında bağ kurabilen müçtehit sahâbîlerdendir. O, Kur’an’dan çıkarmış olduğu içtihadî görüşlerin mutlaklaştırılmasından rahatsız olurdu. Hazreti Ebû Bekir’in içtihat yöntemi, meselenin hükmünü önce Kur’an’da aramakla başlardı. Kur’an onun için mutlak kaynaktı ve hiçbir şey Kur’an’ın önüne geçemezdi. Kur’an’da bulamadığı zaman bir meseleyi Sünnet’te arardı.[22] Onda da bulamaz ise içtihat yapardı. Sonra da şu ilginç sözleri söylerdi: “Bu vardığım sonuç/ çıkarımlar, kendi reyimdir (içtihadımdır). Doğru ise Allah’tan, yanlış ise bendendir. Vardığım hatalı sonuçlardan dolayı, Allah’tan bağışlanma dilerim.”[23]

Bu sözüyle Hazreti Ebû Bekir, insanın görüşlerinde hata ihtimali bulunduğunu, dolayısıyla bu görüşlerin mutlaklaştırılarak dinleştirilmesini istemiyordu. Kur’an’la ilgili konuştuğunda veya yorum yaptığında yanlış yargılardan korktuğu için; “Allah’ın kitabı hakkında bilmediğim bir sözü söylersem, hangi sema beni altında barındırır, hangi yer beni (üzerinde) taşır” derdi.[24] Kelale; geride mirasçı olarak çocuk bırakmayan ve babası da olmayan kişinin ölümü üzerine, malının taksimi hususunda içtihatta bulunduğunda da bu sözü tekrarlamıştı.[25]

3. Ayetlerle yerinde ve zamanında istişhad/ delil getirme:

Peygamberimizin vefatı üzerine Müslümanlar çok üzülmüş ve derinden sarsılmışlardı. Bu sarsıntıyı ruhunun derinliklerinde hisseden bir sahâbî de Hazreti Ömer’di. O, peygamberin vefat etmediğine inanıyor ve etrafındakilere şöyle sesleniyordu: “Bazı münâfıklar, Peygamber’in öldüğünü sanıyorlar, Allah’ın Rasulü ölmedi. Musa’nın Rabbiyle buluşmak üzere kavminden kırk gün ayrıldığı gibi, o da Rabbine gitti. Musa aleyhis selam nasıl ki kavmine geri döndüyse, onun dönüşü gibi Resulullah da dönecektir. Kim Resulullah öldü derse onu cezalandırırım.”[26]

Hazreti Ömer bu konuşmayı yaparken Hazreti Ebû Bekir yüksekçe bir yere çıktı ve önce şu ayeti okudu: “Sen de öleceksin, onlar da ölecekler.”[27] Peşinden şu ayeti okumayı da ihmal etmedi: “Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Şimdi O ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse, Allah’a hiç bir ziyan veremez. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.”[28] Sonra orada toplananlara şöyle dedi: “Kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki, Muhammed vefat etmiştir. Kim de Allah’a ibadet ediyorsa, Allah diridir, ölmez.”[29]

Hazreti Ömer’in de ezberinde olan bu ayetleri vaktinde hayata katan Hazreti Ebû Bekir, Peygamber Efendimiz’in bir insan olduğunu oradakilere hatırlatmış ve öğrendiklerini davranışa dönüştürmüştür. Zamanında ve yerinde hayata katılan bu bilgilerle din güncel kılınmıştır.

4. İlletlere vukûfiyet:

Peygamber Efendimiz’in yakın arkadaşı olan Hazreti Ebû Bekir’de, çok derin bir illet bilgisinin olduğu, zor şartlar altında ortaya koyduğu içtihatlardan anlaşılmaktadır. Burada örnek olarak müellefe-i kulûba zekat verilmemesini zikredebiliriz. Her ne kadar müellefe-i kulûb’a zekat verilmemesi Hazreti Ömer’le anılsa da Hazreti Ebû Bekir’in de hakkını unutmamak gerekir. Sosyal ve siyasal alanda, İslam’ın güç kazandığı bir dönemde Akra bin Habis ve Uyeyne bin Hısn, müellefe-i kulûb olarak zekat için müracaat ederler. Ancak Hazreti Ömer malî sorumlu olarak hazineden onlara verilmesi gereken miktarı vermez. Halife Hazreti Ebû Bekir bu uygulamayı aynen kabul eder. Hazreti Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in yapmış olduğu bu yeni uygulamayı sahâbeden hiç kimse reddetmemiştir.[30]

5. Ayetleri hayata katmada kararlılık:

Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem vefat edince, bazı Arap kabileleri dinden döndüler. Bazı kabileler ise İslâm’ı toptan inkâr etmek yerine; içerisindeki bazı hükümleri kabul etmediklerini ilan ettiler. İslâm’da böyle bir davranış riddet/ dinden dönme olarak tanımlanmaktadır.

Bu kabileler halifeye şöyle dediler: “Biz namazı kılarız, zekâta gelince; onu veremeyiz. Bizden zekât almak suretiyle mallarımızı gasbetme.” Bu insanlara Hazreti Ebû Bekir şu cevabı verdi: “Allah’a yemin olsun ki, Allah’ın bir araya getirdiği iki şeyin arasını ben ayıramam. Allah’a yemin ederim ki; Allah’ın ve Resulü’nün farz kıldığı zekâttan bir deve yularını bile vermeseler, yine de onlarla savaşırım.”[31]

Hazreti Ebû Bekir’in böyle bir uygulamada delili; Allah’ın zekâtı Kur’an’da farz kılması ve onu namazla beraber ayrılmaz bir bütün olarak zikretmesidir. Kur’an’da birlikte anılan bu iki fariza engellenmek istendiğinde o, ayetlerin hayata katılmasını istemeyenlere savaş ilan etmiştir. Aynı rivayet bazı kaynaklarda, “Resulullah’a verdikleri keçi yavrusu” şeklinde geçmekte ve zekat imanın bir gereği olarak vurgulanmaktadır.[32]

6. Kur’an’ı, Allah’ın insan ve toplum hayatına müdahalesi olarak kabul etme:

Nüzul sebepleri ilminden öğrendiğimize göre; Hazreti Aişe’ye iftira edilmiştir. Kur’an bu yalan ve iftira olayını şöyle anlatır: “O yalan haberi getirip ortaya atanlar, içinizden bir topluluktur. Siz, onu sizin için bir şer sanmayın. Bilakis o, sizin için bir hayırdır. Onlardan her kişi işlediği günahın cezasını görecektir. Onlardan o (yalan)ın en büyüğünü idare edene de büyük bir azap vardır.”[33]

Bu iftira kampanyasına katılanlardan birisi olan Mıstah bin Üsase’ye, Hazreti Ebû Bekir akrabalığından ve fakirliğinden dolayı malî yardımda bulunuyordu. Hazreti Aişe’ye iftira edenlerin içinde onun ismi de geçince, Hazreti Ebû Bekir; bir daha ona ebedî olarak yardımda bulunmayacağına, nafakasını temin etmeyeceğine dair yemin etti. Birçok ayette fakirlik probleminin çözümüne dair açıklamalarda bulunan Allah Teâla, Hazreti Ebû Bekir’in bu yeminin yersiz olduğunu bildirdi. Çünkü fakirlik gibi çok ciddi bir konu ayrı tutulmalıydı. Bunun için de şu ayetle Hazreti Ebû Bekir’e tutması gereken yolu gösterdi: “Sizden mal ve servet sahibi kimseler, yakınlığı bulunanlara, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere bir şey vermemeğe yemin etmesinler, affetsinler, hoş görsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah bağışlayandır, esirgeyendir.”[34]

Allah Teâla’nın bu isteği üzerine hazreti Ebû Bekir, hemen şu karşılığı vermiştir: “Elbette Allah’ın bağışlamasını severiz.” Hazreti Ebû Bekir, tekrar Mistah’ın nafakasını vermeye başladı[35] ve “Allah’a yemin olsun ki ondan nafakayı hiçbir zaman kesmem”[36] dedi. Onun bu davranışını, Kur’an’a, “hayata Allah’ın müdahalesi” olarak bakmasının bir delili olarak kabul edebiliriz. Böyle bir bakış kuldan Allah’a karşı bir yüceltme ve saygıyı içerdiği gibi, Allah’la insan arasında oluşacak olan bir sevginin de ilk göstergesidir.

Dr. Mehmet Sürmeli/ İrfanDunyamiz.com

1 İbn Sa’d, Tabakât, I, 119.
2 Şakir, Mahmud, Hulefâ-i Raşidîn (trc.: Ferit Aydın), Kahraman Yay., İstanbul 1994, s. 41-2.
3 Kârî, Fıkhu’l-Ekber Şerhi, s. 109.
4 İbnu’l-Esir, Usdu’l-Gâbe, III, 209-13; İbn Kesîr, el-Bidaye, III, 26.
5 İbni Sa’d, Tabakât, I, 213.
6 İbn Kesîr, Câmiu’l-Mesânid, II, 238.
7 Humeydî, el-Musned, I, 121.
8 İbn Sa’d, Tabakât, IV, 43.
9 İbn Sa’d, Tabakât, IV, 30.
10 9/Tevbe 40.
11 İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, II, 343; Sabûnî, Kıbes min Nuri’l-Kur’ani’l-Kerim, IV, 36.
12 Taberî, Câmiu’l-Beyan, VI, 375.
13 Zemahşerî, Keşşaf, II, 264; Ebû Suud Efendi, İrşadu’l-Akli’s-Selim IV, 66; Alusî, Rûhu’l-Meânî, V, 291.
14 Hamidullah, Kur’an Tarihi, s. 46; Yardım, Ali, Hadis Usulü, Dokuz Eylül Üniv. Yay., İzmir 1992, II, 26.
15 Zerkanî, el-Menâhil, II, 14.
16 Çelik, Kur’an Kur’an’ı Tanımlıyor, s. 146.
17 Yüksel, Kur’an Tarihi ve Kur’an Okumanın Edepleri, s. 32.
18 İbn İshak, Sîret, s. 218; Suyutî, İtkan, I, 71.
19 İbn Sa’d, Tabakât, IV, 32.
20 4/Nisa 123.
21 Ahmed, I, 68; Taberî, Câmiu’l-Beyan, IV, 293.
22 Hallaf, İslâm Teşrî Tarihi, s. 28; Atar, Fıkıh Usulü, s. 37.
23 İbn Kayyım, İ’lâmu’l-Muvakki’în, I, 43.
24 İbni Ebî Şeybe, Musannef, Fedâil, VII, 175; Taberî, Câmiu’l-Beyan, I, 58; İbni Kayyım, İ’lâmu’l-Muvakki’în, II, 126; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, I, 5; Kasımî, Kur’an’ı Anlamak, s. 75.
25 Taberî, Câmiu’l-Beyan, III, 626.
26 İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, IV, 306.
27 39/Zümer 30.
28 3/Âl-i İmran 144.
29 İbni Sa’d, Tabakât, IV, 84; Ahmed, VI, 220; İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, IV, 307.
30 Kâsânî, Bedâî, II, 45.
31 Taberî, Câmiu’l-Beyan, XI, 86.
32 Nesâî, 25, Cihad 1, VI. 5.
33 24/Nur 11.
34 24/Nur 22.
35 Ahmed, VI, 60; Tirmizî, 48, Tefsîr 25, no: 3180, V. 335.
36 İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, III, 250.

İstikamet Yazıları ↗

İslam’ın şuur boyutuna vurgu yapan yazıları okumak için tıklayın.

Kaynak Metinler ↗

İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.

BENZER YAZILAR

Şunlara Gözat

Selât-ü selam hassasiyeti…

Yüce Allah, Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem’in kendi katındaki değerinden dolayı ona salat-ü selam …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.