Edep erkân medeniyeti…  

Oturup kalkmasını bilmeyen, nerede ne konuşması gerektiğini tayin edemeyen, büyüklerine ve küçüklerine nasıl davranacağını kestiremeyen, zaman zaman kaba ve agresif hareketler sergileyen, edep ve erkân bilmeyen bir neslin yetiştiğinden bahsediliyor. Çıkış saatinde bir okulun önünden geçen birçok insan öğrencilerin takındıkları tavırlar karşısında şaşkınlıklarını gizleyemiyorlar. “Bu nesiller nereye gidiyor” diye bir soru ister istemez çoğu insanın aklına geliyor.

Çocuklarımızı ve gençlerimizi suçlamak elbette doğru değildir. Toplumda bir şeyler yanlış gidiyorsa, herkesin bunda bir ölçüde payı vardır. Burada gerekli olan, bizim toplum olarak nerede yanlış yaptığımızı tespit etmemiz ve çözüm arayışına girmemizdir. Edep erkân diye de tabir edilen adab-ı muaşeret konusunda hangi noktadayız, öncelikle bunu düşünmek durumundayız.  

Adab-ı muaşeret

Sosyal hayatta nasıl davranılır? Yolda, sokakta nasıl yürünür? Toplu taşımada, mahallede, ailede, ev içinde nasıl davranılır? Nerede hangi görgü kurallarına riayet edilmesi gerekir? İnsanlarla nasıl sağlıklı iletişim kurulur? Büyüklerle nasıl, küçüklerle nasıl konuşulur? Misafir nasıl ağırlanır? İşte bütün bu sorular adab-ı muaşeret konusunun önemine işaret etmektedir.

Daha nezih ve daha mutlu insanların yaşadığı bir toplum olabilmemiz için çocuğun en başta aile içinde görgü kurallarını öğrenmesi, daha sonra da okulda bu bilgilerini perçinleyecek ortamlara kavuşması elzemdir. Eğer ailede edep ve adap öğretilmez, eğitim kurumlarında da bu konunun üzerine düşülmezse toplum olarak insan hazinemizi zayi etmiş oluruz.

Besmele medeniyeti

Bizim ilham veren bir medeniyetimiz var. Bu medeniyette her şeyin merkezinde “besmele” vardır. PeygamberEfendimiz sallellahu aleyhi ve sellem besmele ile başlanmayan her işin bereketsiz olacağını haber vermiştir. (Bkz. İbn Hanbel, Müsned, 2/360) Eğitim kurumlarımızda çocuklarımıza niçin edep erkân öğretemiyoruz sorusunun cevabı da aslında burada yatmaktadır. Nitekim konunun en önemli veçhesi de eğitime bakan yönüdür.

Osmanlı zamanında çocuk dört yaş, dört ay, dört günlük olduğunda Sibyan Mektebi’ne gönderilir, orada ilk önce Kur’an okumayı, helali, haramı, temizliği, edebi ve nezaket kurallarını öğrenirdi. Onun bir hanımefendi veya bir beyefendi olarak gerekli görgüye sahip olması sağlanırdı. Anlatıldığına göre İstanbul’daki bazı eski zaman mekteplerinde çocuklara şahsiyet kazanmaları için; “Ahmet bey, Ayşe hanım” şeklinde hitap edilirmiş. 

Osmanlının insan yetiştirmedeki başarısının sebebi “besmeleli eğitim modeli”ni benimsemiş olmasıdır. Bilindiği gibi Müslümanlar her hayırlı işe “Bismillah” ile başlar, dualar ve zikirlerle o hayırlı işi taçlandırırlar. Ecdadımız Osmanlılar da bunu hiç ihmal etmemişler. Ecdadımızın zamanında okula besmele ile başlama “Besmeleyle başlamak” anlamına gelen “Bed-i besmele” kavramı ile ifade edilirdi. Toplum nazarında, mektebe, muallime, hocaya, ilme hürmet edildiğinden, aileler çocuklarını okula bir coşku ve şevk ile gönderirlerdi.

İşte bizim güzel ecdadımız çocukları okula alıştırmak için, ailelerin, eş dostun, konu komşunun, mahallenin önde gelenlerinin, öğretmen ve öğrencilerin katıldığı coşkulu bir merasim düzenlemişlerdir. Çocuk okulun ilk günü bir grup eşliğinden evinden alınır, dualar ve çeşitli marşlarla okula kadar götürülürdü. Bazı dualar çocuğa tekrar ettirilir, oradakiler de buna “âmin” derlerdi. “Yarabbi! İlmimi, aklımı ve anlayışımı artır. Âmin. Rabbim! Kolaylaştır, zorlaştırma, hayırlısıyla tamam eyle! Âmin.”

Edep dersleri

Mektep hayatı besmele ile başladığı için bereketliydi. Çocuk okulda ailesinden gördüğü terbiyeyi daha da geliştirebiliyordu. Osmanlı zamanında mekteb ve mescid ayrılmaz birer bütün olarak görülürdü. Ahlak eğitimi meselesinin temelinde de bu soru yatmaktadır. Cami ile okulun arası uzaklaştıkça çocuklarımızda davranış bozuklukları ve istenmeyen haller çoğalmıştır.

Mektep ile birlikte cami başlı başına bir olgunlaşma merkezi olarak görülmüştür. Cuma namazı, bayram namazı, teravih namazı ve cemaatle kılınan diğer namazlarda buluşan Müslümanlar edep ve erkâna dair birçok bilgiyi camilerden öğrenebiliyorlardı. Ayrıca camilerin köşelerinde medeniyetimizin temel unsurları ola tefsir, hadis ve ahlak kitaplarını okutma geleneği vardı.  

Bunlardan bazılarını zikredecek olursak, mesela Bursalı İsmail Hakkı hazretleri tefsirini ilk önce Ulu Camii’nde vaaz olarak sunmuş, sonra tefsir olarak yayına hazırlamıştır. Anadolu’da birçok hocalar bu tefsiri baştan başlayıp sonuna kadar vaaz kürsülerinde anlatma yoluna gitmişlerdir. Prof. Dr. Ahmet Coşkun’un hatıratından öğrendiğimize göre, bu geleneği sürdürmüş olan hocalardan birisi de Sivas merkez vaizi merhum Erzurumlu Ahmet Yılmaz Hocaefendi’dir. Kendisi bu tefsiri baştan sonra kadar Sivas Meydan camiinde okumuş ve vaaz olarak işlemiştir.  

Osmanlı döneminde cami derslerinde işlenen kitaplardan birisi de Kadı İyaz Hazretlerinin Şifa-i Şerif isimli eseridir. Bildiğimiz kadarıyla bu dersler bir Osmanlı geleneği olarak 1920 yılına kadar devam etmiş. Bu tarihten itibaren kesintiye uğrayan dersler kıymetli İslâm âlimi merhum Emin Saraç Hocaefendi’nin telkinatıyla, Prof. Dr. Yaşar Kandemir Hoca tarafından Eyüp Sultan Camii’nde tekrar başlatılmış ve uzun süre devam etmiştir.

Özellikle bir tefsir bir de hadis kitabını burada örnek olarak zikretmemizin sebebi, ahlakın ve edebin kaynağı olarak Kur’an ve Sünnet’in topluma nasıl işlendiğini gösterebilmek içindir. İslam’dan ayrı bir ahlak veya bir adab-ı muaşeret yoktur. Cami de bunun öğretildiği merkezlerdendir. Cami dersleri geleneği sayesinde insanlarımız edebi, adabı ve güzel ahlakı öğrenmiş ve İslam şahsiyeti kazanma yolunda önemli bir mesafe kaydetmişlerdir.

Büyüklerin sohbeti

Kadim medeniyetimizde, mektep, medrese ve cami dışında insanların edep erkân öğrendikleri yerlerden birisi de tekkeler yani tasavvuf ilminin öğretildiği mekânlardır. Kuşkusuz ki buralardaki sohbetler ve zikir meclisleri insanların olgunlaşmasına önemli katkılar sunmuştur. Âlimleri, arifleri, Allah dostlarını ziyaret etmenin, onların sohbetlerine katılmanın insanlarda çok derin izler bıraktığı bir gerçektir. İhramcızade İsmail Hakkı Toprak Hazretleri ne güzel söylemiştir: “Her bir edebin mektebidir gir taleb eyle/ Ger âkil isen âdem eder âdemi sohbet”

Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet-i kerimede geçen “zikir” kavramının “anma/ hatırlama” manasına geldiği düşünüldüğünde, görüldüklerinde insanlara Mevla’yı hatırlatan veli kulları ziyaret etmenin ve onların sohbetlerinde bulunmanın da bir nevi zikir vesilesi olduğu söylenebilir. Dolayısıyla velileri ziyaret etmek insan için birçok feyiz kapısının aralanmasına vesile olmakla beraber aynı zamanda bir adab-ı muaşeret eğitimi anlamına da gelmektedir.  

Büyük İslam âlimi Ömer Nasuhi Bilmen bu hakikati şöyle ifade etmiştir: “Allah dostlarının sohbeti en büyük ilaçtır, ruh üzerinde tesirlidir. Bu tesirler hiçbir şeyde mevcut değildir. Onların sohbetinde bulunanların kalpleri uyanık olur, iç dünyaları temiz olur. İşte bu manevi hastalıkları tedavi eden, toplumu ahlâkî ve fikrî anlamda yücelten, irfan erbabı olan fazilet sahibi kimselere insanların ihtiyacı vardır.” (Ömer Nasuhi Bilmen, Hadis Günlüğüm, s.522)

Aydın Başar/ Somuncu Baba Dergisi

Adab-ı Muaşeret

Sosyal hayattaki edep ve görgü kurallarına dair yazılar okumak için tıklayın.

Şahsiyet Gelişimi↗

Müslümanca hassasiyetlerle yazılmış kişisel gelişim yazıları okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Bize nasıl kıydınız?

Bir otobüs yolculuğundayım, yolcuların birçoğu uyuyor. Önlerindeki ekranlardan akan pislikleri izleyerek günah bataklığına batanlar da …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.