
Tasavvufî bir kavram olarak sohbet şeyhi; sohbetine herkesin katılıp sözlerini dinlediği, hâl ve hareketleriyle örnek olan kişi olarak tanımlanır. Derviş meşrep kişilerin kendi şeyhlerinin haricinde sohbetlerine katıldıkları sohbet şeyhleri olur. Sohbet şeyhinin sohbetine herkes katılabilir, konuşmacının sohbeti dinlenir, özümsenir. Onun hal ve hareketleri dinleyicilere örnek teşkil eder. Yani hâli aynı zamanda sirayet eder.
Bu anlamda Prof. Dr. Osman Öztürk Hocamız tam da bir sohbet şeyhidir desek yanlış söylemiş olmayız. O tasavvufî anlamda bir şeyh değildi ama bir mürebbi ve eğitimci olarak sohbet ehli idi. Çünkü Osman Hoca’nın sohbetlerine katılanlar bir daha ondan kopamıyorlar, onun sohbetlerinin müdavimi oluyorlardı. Onun için birçok talebesinin de isabetli bir şekilde söylediği gibi o hakiki bir sohbet ustasıydı.

Tek başına mektepti
Hocamız sahici bir insandı, hayatında rol yapmak yoktu. Bazıları muallimleri tiyatro sanatçısına benzetirler. O büyük bir muallim idi ama tiyatro sanatçısı gibi rol yapmazdı. Sohbet ederken, ders anlatırken, konferans verirken, yolda talebeleriyle muhabbet ederek yürürken hiçbir zaman yapmacık davranmadı. O tabiî idi her şeyinde; kâlinde, hâlinde, sevgisinde, siteminde, muhabbetinde, öfkesinde… “Ey iman edenler, niçin yapmadığınız şeyi söylüyorsunuz” (Hucurat, 2) âyet-i kerimesinin gösterdiği istikamette hareket ederdi.
Prof. Dr. Osman Öztürk Hocamız bir mektep idi. Onu dikkatlice takip eden, not alan, tavsiyelerini dinleyen, onunla hemhal olanlar ikinci bir üniversite bitirmiş sayılır. Onun ismine ilk defa bir kitapta rastlamışım. 1979 yılında Çankırı İmam Hatip Ortaokulunda öğrenci iken düzenlenen bilgi yarışmasında bizim sınıf birinci olmuş ve bize “Cumhuriyet Devrinde Din Eğitimi, Din Müesseseleri ve Din Âlimleri” adlı bir kitap hediye etmişlerdi. Kitapta Cumhuriyet devri din âlimleri içinde Dr. Osman Öztürk ismi dikkatimi çekmişti.
1985 yılında İstanbul’da üniversite okumaya başladığımda bir arkadaşımın delaletiyle sohbet dinlemek için İlim Yayma Vakfı’ndan içeri girdim. Karşımda kitapta fotoğrafını gördüğüm Dr. Osman Öztürk oturuyor ve sohbet ediyordu. Oturduk bir köşeye ve dinlemeye başladık. O günden sonra da kendisinden kopmadık. Sohbetlerinin, konferanslarının, seminerlerinin müdavimi oldum. Mümkün oldukça notlar aldım. Sohbetlerinde anlattığı konular daha sonra küçük kitaplar halinde yayımlandı. Önemli bir hizmet îfâ edilmiş oldu. Emeği geçenlere medyûn-ı şükrânız.
Hocalık Bir Sanattır, Sosyal Davranışlarda Ölçüler, Sözlerin En Güzeli, Yolların En Güzeli, Müslümanın Değişmez Kulluğu, İmanı, Heyecanı, İdeali, Kimliği ve Hedefleriyle Genç Adam, Tasavvufta İslamî Hassasiyet, Biricik Önderim Peygamberim Efendim, Müslümanın Değişmez Mesleği Kulluk, Bir Nefes Sıhhat gibi eserlerde anlatılanlar hep bu sohbetlerin konusu olmuştur.
Biz hocalarımıza tapmayız
Kendisini ilk tanıdığım zamanlarda öğrencilere sohbeti pazartesi günleri yapıyordu. Daha sonra Cuma gününe alındı. Sohbet genellikle akşam 9 gibi biterdi. Hocamız oradan yürüyerek Şehzadebaşı’na çıkar, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin önündeki alt geçide kadar yürür, otobüse binip Haydarpaşa’ya gider, oradan da banliyö treni ile Erenköy’deki evine geçerdi. Genellikle birkaç arkadaş Hocamıza otobüs durağına kadar eşlik eder, otobüse bindirip öyle ayrılırdık.
Bu arada soru-cevap, karşılıklı muhabbet şeklinde çok tatlı, bereketli, feyizli sohbetlerimiz olurdu. “Hal sâridir” fehvasınca da onun hali bize de sirayet ederdi. Bir kış günü yine yürüyerek Hocamızla beraber gidiyoruz. O gün bir arkadaşımızın özel konuşması sebebiyle bizden 3- 4 adım öndeler. Biz de Selahattin Çetin ile arkadan geliyoruz. Selahattin bana muhabbet olsun diye “İbrahim! Ne zaman sakal bırakıyorsun” diye sordu. Ben de; “48 yaşımda bırakacağım” dedim ve biraz da yüksek sesle söyledim. Zira Osman Hocamız 48 yaşında sakal bırakmıştı.
Bunu duyan Hocamız geriye dönerek “İbrahim! Sen benim sakal bıraktığım yaşı kast ettin ama biz hocamıza tapmıyoruz. Ben 48 yaşımda bıraktım diye sen de öyle yapma. Ne zaman müsait olursan o zaman bırakırsın. Unutma ki biz Allah’a kulluk ediyoruz, Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem’in yolundan gidiyoruz” diyerek unutamadığım bir ders verdi. Belki de onun bu sözlerinde, Tevbe Suresi 31. ayette bahsedilen bilginlerini ve rahiplerini rab edinen kesimlere atıf vardı. Onların düştüğü bu tuzağa bizler düşmemeliydik.
Aslında Osman Öztürk Hocamızın burada verdiği mesaj gayet açık ve netti: “İnsanları putlaştırmaya karşıyım. Peygamberimiz sallellahu aleyhi ve sellem dâhil bizim iman esaslarımızda insanları putlaştırmak –yani insanları hatasız kabul etmek– yoktur. Bütün insanların hataları vardır, Peygamberler hariç. Peygamberler masumdur, yani korunmuştur. Onların dahi farkında olmadan işledikleri zelleler vardır.”
İşte biz Hocamızdan bunu öğrendik. Bu sözler bizim de hayat anlayışımız oldu. Biz hocalarımızı, şeyhlerimizi, abilerimizi, ablalarımızı seviyoruz, sayıyoruz ama onlara tapmıyoruz. Ayrıca şunu da anlamıştım ki eğitimde yerinde ve zamanında söylenilen söz, yapılan tavır muhatabında kalıcı ve etkileyici iz bırakıyor. Onun tavırları ve ondan duyduğumuz sözler bizde hep böyle bir etki bıraktı. Bir insanın tek başına bir mektep olması veya muallimlikte fena bulması belki de böyle bir şeydi.

Beyzadeden dinlediklerim
Merhum Osman Öztürk Hocamızın Osmanlıya ve Osmanoğulları sülalesine ayrı bir sevgisi ve bağlılığı var idi. İlim Yayma Vakfı’ndaki sohbetlerin birine tarih öğretmeni Süleyman Zeki Bağlan vasıtasıyla Osmanlı şehzadelerinden Fethi Sami Baltalimanı Beyefendi’yi davet etti. Fethi Sami Baltalimanı (1909-2006) Sultan Abdülmecid’in kızı Mediha Sultan’ın torunu olduğu için Şehzade yerine Beyzâde demek daha doğrudur aslında. Bu tarihî toplantıda bulunmak ve Osmanlı hanedanından birisini dinlemek bizim için ufuk açıcı oldu.
Fethi Sami Bey’in sağında Osman Öztürk Hocamız solunda ise Mehmet Emin Saraç Hocamız oturdu. O gün Fethi Sami Bey hatırladığım kadarıyla özetle; çocukluk yıllarının sarayda geçtiğini, I. Cihan Harbinden sonra İstanbul’un işgal edildiğini, Sultan Vahdettin’in İstanbul’u ve Anadolu’yu düşman işgalinden kurtarması için Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderdiğini, bu sırada kendisinin 9-10 yaşlarında olduğunu, Ankara hükümetinin her başarısının Sarayda büyük sevinçle karşılandığını, zaferden sonra ne olduklarını anlayamadan 13-14 yaşlarında iken Ankara hükümeti tarafından bir gece Sirkeci’den trenlere bindirilerek yurt dışına sürgüne gönderildiklerini anlattı.
Hanedan mensuplarına yapılan bu acı muameleyi bizzat yaşayanlardan dinlemek bizim için de sarsıcı gerçeklerle tanışmak anlamına geliyordu. Fethi Sami Bey sonraki hayatı hakkında ise yurt dışında Osmanlı hanedanının birbirinden koptuklarını, kendisinin ailesiyle birlikte Fransa’ya gittiğini, orada zorluklar çektiklerini, kendisinin Beden Eğitimi öğretmeni olduğunu, daha sonra İngiltere’ye gidip İngiliz vatandaşı olduklarını, Osmanlı Hanedan üyelerinin Türkiye’ye girişlerinin yasak olduğundan dolayı Türkiye’yi ziyarete dahi gelemediklerini söyledi.
Fakat 1975 yılında dönemin hükümeti bu ziyaret yasağını kaldırınca hemen uçak biletini alıp İstanbul’a gelmiş ve Yeşilköy’de uçaktan inince toprağı öpmüş. Gece vakti bir taksiye binip taksiciye; “Beni dilediğin yere götür” demiş. Taksici onu bir deniz kenarında bırakmış. Denizin kokması üzerine Haliç’e geldiğini anlamış. Biraz sonra sabah ezanları okunmuş ve yıllar sonra İstanbul semalarında okunan ezan seslerini ağlayarak dinlemiş.
Uzunca bir sohbetin sonunda; “Çocuğunuz var mı?” diye soruldu. Bir kızı olduğunu, onun evlenme yaşına geldiğinde Türk Büyükelçiliğinden bir Türk ile evlenmesi için yardım talebinde bulunduğunu ama elçiliğin kendisini içeriye dahi almadığını, kızının Rum asıllı bir İngiliz gencine âşık olduğunu, kendisinin gayr-ı müslim diyerek bu evliliğe karşı çıktığını, ancak İngiliz gencin Müslüman olduğunu ve bu evliliği onaylamak zorunda kaldığını söyledi. Fakat ardından; “Ben İngilizlerin Müslüman olduklarına inanmıyorum” dedi.
Mehmet Emin Saraç Hocamız, bir kimsenin kelime-i şehadet getirip dil ile ikrar kalp ile tasdik etmesiyle Müslüman olabileceğini belirtmesine rağmen Fethi Sami Beyzâde; “Öyle ama İngilizden Müslüman olmaz” diye ısrar etti. Bunun üzerine Prof. Dr. Osman Öztürk Hocamız; “Efendim! İngilizlerden niçin Müslüman olmaz? Sizi bu kanaate götüren şey nedir?” diye sorunca Fethi Sami Bey; “İngilizlerin Osmanlıya, Türklere, Müslümanlara neler yaptıklarını, nasıl hileler ve tuzaklar kurduklarını, koskoca Devleti nasıl yıktıklarını ben çok iyi biliyorum, yaşadım ve hâlâ yaşıyorum” dedi.
İlave olarak da Sultan Abdülhamid’in kendi parasıyla satın aldığı ve özel mülkiyeti olan Kerkük, Musul gibi yerlerdeki petrol yataklarını İngilizlerin nasıl işgal edip işlettiklerini, buraları Osmanlı ailesine kazandırmak için uluslararası hukuk mücadelesi verdiklerini, hâlâ da vermeye devam ettiklerini anlattı. İçimiz yanmıştı gerçekten. Konuşmasının sonunda “İngilizden Müslüman olmaz. İyi bilin ki gençler Türklerin ve Müslümanların en büyük düşmanı İngilizlerdir. Bunu hiçbir zaman unutmayın” diye sözlerini bitirmişti.
İngilizlerin nasıl bir millet olduğunu öğrenmek açısından kendisi tarihî bir şahsiyet olan Fethi Sami Baltalimanı’nın bu hatırası ve sözleri elbette çok önemliydi. Sohbetin sonunda çekilen fotoğraf da bizim için bir hatıra olarak kaldı. Burada şunu ifade etmek isterim ki; elbette ki İngilizden de Müslüman olur ancak Fethi Sami Bey’in yaşadıkları onda bir saplantı haline gelmiş olmalı ki bu ifadeleri kullandı. 15.06.1990 günü 14-15 kişilik bir sohbet grubunda bunları anlatmıştı.

Firasetli ve şuurluydu
Hocamız hem keskin zekalı, hem de meselelerin iç yüzünü araştıran mudakkik bir insandı. Ayrıca uyanık bir zihne sahipti, dostu düşmanı sezebilen bir yapısı vardı. Karakterinde saflık yoktu, bir çok kişinin “kandırıldım” dediği meselelerde net tavırlarla karşı durabilen bir şahsiyetti. Ehli Sünnet konusunda çok hassastı. Ayrıca dünya üzerinde siyonistlerin çevirdiği fırıldakların hepsinden haberi vardı. Bizlerin şuurlanmasında onun bu yönünün çok etkisi oldu. Bununla ilgili bir hatıramı anlatmak isterim.
1989 yılının Ağustos ayında Marmara Üniversitesi’nin Göztepe kampüsünde “Milletlerarası Türkiye Sosyal ve İktisat Tarihi” kongresi düzenlenmişti. Bir öğrenci olarak katıldım ve ilgimi çeken tebliğleri dinlemeye başladım. Kongreye dinleyici olarak Prof. Dr. Osman Öztürk Hocam da gelmişti. Ben de Hocamın yanına giderek onunla beraber bazı tebliğleri dinledim.
IRCICA gibi başka yerlerde yapılan konferans ve kongrelere de Hocamla katıldığım olmuştu. Sunulan tebliğleri beraberce dinledikten sonra Hocamın o konuyla ilgili görüşlerini, değerlendirmelerini dinliyordum. Bu da benim için çok faydalı ve eğitici oluyordu. O günkü kongrenin kapanış oturumunda ünlü şarkiyatçı/ oryantalist Prof. Bernard Lewis konuşacaktı.
Osman Öztürk Hocam ile beraber Bernard Lewis’i dinlemeye başladık. Lewis’in konuşmasında bizi rahatsız edecek bir durum yoktu, salondakiler gayet memnun bir şekilde konuşmacıyı dinliyorlardı. Biraz sonra Osman Hocam bana; “İbrahim! Haydi, Cuma namazına gidelim” dedi. Hâlbuki daha Cuma namazına vakit vardı. Önce kendi ayağa kalktı sonra ben kalktım, beraberce salonu terk ettik.
Bernard Lewis kimdir?
Dışarı çıkınca bana; “Bernard Lewis’i biliyor musun” diye sordu. İsmini duyduğumu, Yahudi kökenli İngiliz olduğunu, önemli bir şarkiyatçı olup Türkoloji ile yakından ilgilendiğini ama hiçbir kitabını okumadığımı söyledim. Hocam da;“Ben Londra’da doktora çalışmalarım esnasında Mecelle üzerine çalışırken onunla görüştüm” dedi ve şunları ekledi:
“Bernard Lewis bana, İsrail’in ilk kurulduğu zaman yaptıkları anayasayı Mecelle’den aldıklarını söyledi. Araştırıp İsrail anayasasının metnini buldum. Baktım ki gerçekten Mecelle’den almışlar, hatta bazı Mecelle maddelerinin yanında örnekler de vardı. Bu örnekleri de birebir almışlar ama kendilerine uyarlamışlar. Fakat hiç Mecelle’den bahsetmiyorlar.
Bunun üzerine İngiltere’de, İsrail anayasasının Mecelle’den alındığına/ aşırıldığına dair bir yayın yaptım. İsrail’in Londra Büyükelçiliği bu bilgiler doğru değildir diye benim yayınımı tekzip etti. Bu adam (B. Lewis) siyonizmin fikir babalarından olup aşırı siyonisttir. Konuştukları zaman da dinleyenleri memnun edecek şekilde konuşurlar. Salonda herkes konuşmasından memnundu. Dikkat ettin mi?”
Evet, gerçekten herkes konuşmasından memnundu ve bizi rahatsız edecek bir şey de söylememişti. Böylece bu siyonistin gerçek yüzünü Osman Öztürk Hocamdan öğrenmiş oldum. Hocamdan öğrendiklerim içerde anlatılanlardan çok daha kıymetliydi. Bernard Lewis’in (1916-2018) ölümü üzerine gazeteci yazar Yusuf Kaplan’ın yazısı Osman Öztürk Hocamın söylediklerini teyit eder nitelikteydi.
Yusuf Kaplan yazısında şu önemli tespiti yapıyordu: “Herhangi bir oryantalist değildi Bernard Lewis. Son yarım asırda İslâm dünyasının kan gölü haline gelmesinde, İslâm nefretinin Batı’da yayılıp kökleşmesinde Lewis’in yazdıklarının, yöneticilere yaptığı danışmanlıkların çok belirgin rolü olmuştu.” (27. 5. 2018, Yeni Şafak)

Mahir İz Hoca’dan etkilendi
Böyle büyük bir muallimin yetişmesinde etkili olan kişiler kimdir diye soracak olursanız bir çok isim sayabiliriz. Mahir İz, Ali Yakub Cenkçiler, Hilmi Toros, Ömer Nasuhi Bilmen, Bekir Haki Yener, Ali Yekta Sundu, Dersiâm Seyyid Şefik Arvâsî , Muhammed Hamidullah, Ebu’l Hasen En Nedvi, Müderris Ahmed Davudoğlu, Alasonyalı Hacı Cemal Efendi, Abdurrahman Gürses Hoca ilk akla gelenler. Fakat bunların içerisinde onu en çok etkileyeni Mahir İz Hoca’dır.
Mahir İz Hoca bilinmeden Osman Öztürk anlaşılmaz. Osman Öztürk’ü yetiştiren, onu cemiyet adamı yapan, sohbet ehli yapan, idealizmi, dava ve muallimlik şuurunu ona aşılayan Mahir İz Hoca’dır. Osman Öztürk, Mahir İz Hoca’dan önce de bir dava adamı idi ama fikrî yönden üzerinde asıl tesir bırakan, onu yoğurup hamule haline getiren Mahir İz Hoca’dır. Osman Hocamızın manevî yönünü ise son dönemin tasavvuf önderlerinden merhum Ramazanoğlu Mahmud Sami Hazretleri inşâ etmiştir.
Osman Öztürk Hocamızda daima Mahir İz Hocayla ilgili bir hatıra bulunurdu. Özellikle muallimlik yönünü öncelikli olarak anlatırdı. Mahdumu Mustafa Öztürk; “Muallim Osman Öztürk’e Vefa” adlı eserde şöyle anlatıyor: “Bizim evimizde Mahir İz Hoca’dan, Sami Efendi’den bahsedilmemiş bir gün, bir akşam, bir sofra dahi olmamıştır. Biz evimizde her zaman onlar varmış gibi yaşadık. Onlar adeta ailemizin fertleriydiler.” (s.193)
Merhum Mahir İz Hoca fedakarlıkları ve prensipli duruşuyla tanınan bir zattır. Milli Eğitim’den emekli olduktan sonra İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde görev yapan Mahir İz Hocamıza, 1971 askeri muhtırasının akabinde “ihtiyacımız yok” diyerek görevine son verirler. Hocamız ise sene sonuna kadar talebelerin mağdur olmaması için hiç ücret almadan derslerine devam eder.
Bir kış günü
O günlerde yoğun kar yağışından dolayı İstanbul’da okullar tatil olur. Osman Öztürk Hocamız kar tatilinin olduğu o gün evde oturmaktansa Mahir Hoca’yı ziyaret edip onunla sohbet etmek ister. Aynı mahallede oturdukları için evlerine varıp kapıyı çalar. Mahir Hocamızın eşi çıkar. Osman Hocamız, Mahir Hoca’yı sorunca okula gittiğini öğrenir. “Aman Efendim! Okullar tatil oldu, otobüsler çalışmıyor, nasıl gitti” der.
Osman Hocamız otobüs durağına bakmaya gider, Mahir İz Hoca’nın tek başına beklediğini görür. Selam verip; “Hocam niçin bekliyorsunuz?” diye sorar. “Otobüs bekliyorum, okula gideceğim” der Hoca. “Ama Hocam, bugün kar yağışından dolayı okullar tatil oldu, belediye otobüsleri çalışmıyor. Siz duymadınız mı?” diye şaşkınlığını ifade eder. Mahir İz Hoca; “Duydum Osman duydum. Belki okula tatilden haberi olmayan birileri gelir, onlarla ders yaparız diye düşündüm. Eğer okula gitmek için yola çıkmasaydım ve burada beklemeseydim Allah katında mes’ul olurdum” diye cevap verir.
Bunu anlatan Osman Hocamız diyor ki durakta yarım saat daha gelmeyecek olan otobüsü bekledik. Sonra eve döndük. Mâhir İz’in mes’uliyet anlayışı, muallimlik bilinci ve şuuru işte böyleydi. O muallimlik mesleğine adeta aşıktı. Öğrenme sevdalısı bir muallim olarak öğrendikleriyle faydalı olmaya çalışırdı. Onun bu özelliği Osman Öztürk Hocamıza da sirayet etmiş ve bir hayat tarzı haline gelmiştir. Nitekim Mâhir İz Hoca, Osman Öztürk Hocamıza “sen ahrardansın” diye iltifat edermiş.
“Yılların İzi” adlı eserinde başmuavinlik pâyesi verdiği Osman Öztürk’ü şöyle anlatıyor: “Haydarpaşa’dan mezun olduktan sonra birkaç arkadaşı ile görüşmeye gelen ve Edebiyat Fakültesi Şarkiyat bölümüne yazılan komşumuz Osman Öztürk fakülteye devama başlamış, mezun olduktan sonra bir müddet muallimlik yapmış ve sonra doktorasını vererek Yüksek İslam Enstitüsü İslam-Türk Medeniyeti Tarihi öğretim üyesi olmuştur.
Oniki senelik tanışma sırasında çok yakın bir alaka ile hususî ve umumî toplantılarda bulunmuş, seyahatlerime iştirak etmiş ve büyük vefakârlıklarda bulunmuştur. En büyük ilmî meziyeti her yeni işittiği hükmü veya fikri birdenbire kabul veya reddetmeyip onu muhakeme ve tedkik ederek kendisine mâl etmesi ve etrafında yaymasıdır.
Hayırperver muhterem babası ve ağabeylerinin ticaret ile meşgul olmasına rağmen kendisini ilme vakfedip cemiyete manen hizmet etmek emelini hayat gayesi edindiği için kendisine ‘başmuavinlik’ payesi verilmiştir. Tutumu bütün arkadaşları için örnek bir genç, bir fazilet numunesidir. Her zaman feyzine duacıyım.” (Yılların İzi, İstanbul-1990, s.405)

Dil hassasiyeti
Osman Öztürk Hocamızın Mahir İz Hocamızdan kazandığı hassasiyetlerden biri de dil hassasiyetidir. Konuşmalarından o da hocası gibi ecdâttan bize miras kalan her biri Müslüman Türk milletinin hâfızası olan kelimeleri kullanmayı tercih eder, manaları üzerinde dururdu. Bize Frenkistan’dan gelen kelimelere de mesafeliydi. Kendi idealimizi, davamızı yine kendi mefhum ve kelimelerimizle anlatmamızı söylerdi.
Bir gün özel bir sohbette, Mahir İz Hoca’nın Sezai Karakoç ve arkadaşlarının bu konudaki batı menşeili kelimeleri kullanmalarını tasvip etmediğini söylemişti. Hatta Mahir Hoca üstad Sezai Karakoç ile Osman Hocamız delaletiyle görüşmüş ve bu konudaki düşüncelerini Sezai Karakoç’a anlatmış ama Üstâd’ı ikna edememiş.
Osman Öztürk Hocamızın bu görüşlerinin oluşmasında, Arap-Fars Dili ve Edebiyatı bölümünde okurken Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden de dersler almış olmasının, özellikle Türk Dili’nin büyük hocalarından Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş gibi isimlerin derslerini takip etmesinin etkisi olmuştur. Timurtaş Hoca’nın lisan konusundaki görüşlerinden etkilendiği de anlaşılmaktadır.
Osman Öztürk Hocamızla ilgili maalesef şimdiye kadar efrâdını câmi ağyarını mâni, dört başı mamur bir biyografik çalışma yapılmadı. Özellikle Hocamızın akademik, ilmî kitap ve makalelerini ihtiva eden bir bibliyografi çalışması yapılmalıdır. Hatıraları sesli ve görüntülü olarak kaydedilmiş, bunların bir an önce kisve-i tab’a bürünmesini umut ediyoruz. Emeği geçecek olanları şimdiden cân u gönülden tebrik ediyoruz.
Osman Öztürk Hocamızla ilgili elbette anlatılacak o kadar çok şey var ki… Şair Nesimî’nin “Bende sığar iki cihân ben bu cihana sığmazam” dediği gibi ruh, mana, şuur ve ilmî açıdan hayatı boyunca bir Osmanlı bakiyesi olarak yaşayan Prof. Dr. Osman Öztürk Hocamızı biz de kelimelerle anlatamıyor, satırlara sığdıramıyoruz. Rûh-ı revânı şâd u handân olup mekânı Firdevs-i âşiyân olsun.
Doç. Dr. İbrahim Akyol/ İrfanDunyamiz.com
İslam Alimleri ↗
Kıymetli İslam alimlerini tanıtan birbirinden güzel yazılar okumak için tıklayın.
Abide Şahsiyetler ↗
İslam’ın çilesini çekmiş öncü şahsiyetlere dair yazılar okumak için tıklayın.
Teşekkür ederim Allah razı olsun
Allah Rahmet Eylesin, mekânı Cennet olsun. Cenette Komşu Olalım. Üftâde Oğuz.
انا لله و انا الیه راجعون