Allah’ın üç ismi…

Yüce Allah Nas Suresi’nin başında üç ismini zikreder; bunlar Rab, Melik ve İlah isimleridir. Yüce Allah; “Rab” oluşuyla “AHLAK” ve “HUKUK”; “Melik” oluşuyla “YÖNETİM”; “İlah” oluşuyla da “İBADET” alanına taalluk eder. Yani bu alanlarda söz söyler. Bu alanlar İslam’ın temel konularıdır aynı zamanda.

İslam ahlak dini olduğu kadar, hukuk dinidir de… İbadet dini olduğu kadar yönetim dinidir de… Sevgi dini olduğu kadar cihad dinidir de… Bunların her birisi diğerinden bağımsız olmadığı gibi hele ki söz konusu din İslamiyet olunca, bunları birbirinden ayırmak çok daha zordur.

Burada “Rab” ismi, “terbiye edici” anlamı itibariyle “ahlak” alanına, “düzen koyucu” anlamı itibariyle de “hukuk” alanına taalluk eder. Aslında hukuk alanının “hüküm” ve “hikmet” gibi aynı kökten gelen iki kavramla da ilgisi vardır. Bu nedenle Rab isminin “hükümdar” anlamına gelen “Melik” ismiyle de alakası vardır. Yani demek istediğimiz şudur ki bu isimlerin yeryüzündeki tecelli alanları iç içedir. Dolayısıyla anlam örgülerinde de bir akrabalık söz konusudur.

Otorite anlamı

Rab ismini incelerken onun Melik oluşuna, Melik ismini incelerken de onun İlah oluşuna ulaşabiliyoruz. Neticede bu isimler aynı Zat’ın isimleridir ve anlam farklılıkları olmakla birlikte bazı ortak anlamları da içermektedirler. Aynı durum O’nun diğer isimleri için de söz konusudur.

Melik ismi “yöneten ve hüküm koyan otorite” anlamı itibari ile “Hakim” ismi ile benzer anlamları içerir. “Melik” yönetici demektir; “mülk” de yönetim demektir. Otorite olmadan bir yönetim söz konusu olamaz. Hazreti Ömer; “Adalet mülkün temelidir” derken ideal bir yönetimin adalet esasına dayanması gerektiğini söylemek istemiştir.

Allah’ın “Melik” olması egemenlik ve siyasi otoritenin sahibi olması, insanların üzerinde her türlü emretme ve yasak koyma yetkisine sahip olması demektir.

Allah’ın “İlah” oluşunu da yine diğer isimlerinden bağımsız olarak anlayamayız. Merhum Mevdudi, Dört Terim adlı kitabında bu kelimenin kök itibari ile ilk anlamının “kulluk etmek” anlamına geldiğini söyler. İbadetin de en geniş anlamı zaten kulluk etmek demektir.

Yani Allah’ın İlah oluşu; O’nun ibadet edilen, dua edilen, yardım istenilen, kendisine yönelinen zat oluşunu ifade eder. Elbette ki “kulluk” ile ifade edebileceğimiz bütün bu anlamlar, kendisinde bir güç ve otorite olduğuna inanılan bir varlığa yapılacaktır ki bu da bizi “İlah” kelimesinin “otorite” anlamına götürür. Merhum Mevdudi İlah ismini açıklarken özellikle bu “otorite” anlamı üzerinde durmuştur.

Terbiye sistemi

Aynı şekilde “Rab” ismi de Yüce Allah’ın ahlakî, hukukî, içtimaî, siyasî ve ekonomik alanlarda biricik düzenleyici ölçü ve yasa koyucu otorite olduğuna işaret etmektedir.

Yüce Allah ruhları yarattığı Elest Bezmi’nde “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” (Araf Suresi, 172) diye buyurmuştur. Burada özellikle “Rab” isminin kullanılması manidardır. Yüce Allah kendisini, düzen koyan, terbiye eden, ahlakî ilke vaz eden, kanun koyan ve de bir nizam veren olarak kabul etmemizi istemektedir. Burada “terbiye” kelimesiyle aynı kökten gelen “Rab” isminin kullanılması, Allah’ın hak ve batılın, iyi ve kötünün, doğru ve yanlışın belirleyicisi olan ahlakî değer ölçütünü koyarak, insanları böylece terbiye ettiğine işaret etmektedir. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “bela” yani “Elbette Rabbimizsin” dememiz ise bizim bu terbiye sistemini kabul ettiğimiz anlamına gelir.

Bir kimse kendisine din olarak İslam’ı seçmiş, Rab olarak da Allah’a iman etmişse, artık o kimse iyiye ve güzel dair kıstasları Rabbinden almayı kabul etmiştir. Çünkü iman Yüce Allah’ın bütün isimlerine birden iman etmeyi gerektirir. İmanın kemali ise o isimlerin tecelli alanlarının farkında olmaktır.

Merhum Mevdudi’nin de ifade ettiği gibi; Yüce Allah’ın tek Rab olduğunu kabul etmek, O’nun insan ilişkileri üzerindeki, hukuk, ahlak, muamelat, siyaset gibi insan hayatının nesnel ve aktüel meseleleri üzerindeki düzenleyici, yasa ve ilke koyucu otoritesini kabul etmek demektir. (Bkz; Dört Terim, 1999, s. 62)

Din ve Devlet

Görülüyor ki Allah’ın bu üç ismi de bir yönüyle otorite ve egemenlik anlamı etrafında kümelenmektedir. Bu anlam örgüsü bize “din” ve “devlet” konusunda İslam’ın nasıl bir sistem ortaya koyduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır. Bu isimlerin kavranması aynı zamanda bizi parçacı düşüncelerden kurtaracağı için imanın da kemale ulaşmasını sağlayacaktır.

İslam ve düzen konusunda bazıları, Kur’an’ın bize bir devlet sisteminden bahsetmediğini, İslam dininin sınırları beli bir “sistem” önermediğini, Kur’an’da veya hadis-i şeriflerde tarif edilmiş bir sistem önerisinin olmadığını ya da “devletinizi kurun” şeklindeki bir emrin söz konusu olmadığını söyleyebilirler.

Ancak bu itirazı yapanlar Kur’an’ın bu alanlardaki buyruklarını ve Peygamber Efendimiz sallellahü aleyhi ve sellem’in bazı fiili Sünnetlerini görmek istemezler. Medine’ye niçin hicret ettiğini ve orada nasıl bir yapılanmanın içine girdiğini bir türlü kavrayamazlar.

Efendimiz sallellahü aleyhi ve sellem’in Hicret’ten sonraki ilk işi Medine’de bir Site Devleti kurmak olmuştur. Bu olayı; Efendimiz’in yönetim alanıyla da ilgilendiğini gösteren fiili bir Sünnet’i olarak değerlendirmek gerekiyor. Sünnetlerin her birisi mutlaka çok önemlidir ancak bu Sünnet’in Efendimiz’in en önemli Sünnet’i olduğunu söyleyebiliriz.

Adalet üzerine söylenen her söz şayet bir ütopya değilse ayakları yere basmalı, havalarda uçuşmamalıdır. Eğer adaleti vaat ediyorsanız, zalimlerden bigâne kalamazsınız ve zayıf iseniz güçlenmek zorundasınız. Zulüm düzenini bertaraf etmek için Allah Resulü tarafından kurulan Medine Site Devleti tüm teşkilatıyla, kurumlarıyla adalet devletinin somut örneği olmuştur. Küfür karanlıklarındaki Yesrib, böylece faziletler, ahlak ve hukuk şehri Medine’ye dönüştürülmüştür.

Adalet ve düzen

Ayet-i kerimeler üzerinden gittiğimizde de yine İslam’ın sistem ile olan bütünlüğünü fark edebiliriz. Mesela en basitinden Kur’an “ye’muru bil adl” der, yani adaleti emreder. Adaletin bir sistem, bir organizasyon kurulmadan tesis edilmesi mümkün müdür? O halde “Kur’an’ın devletle işi yoktur” gibi söylemlerin ciddiye alınacak bir tarafı bulunmamaktadır.

Kendi sistemlerini oluşturamayan Müslümanlar, tarih boyunca kendi haklarını âdeta bir dilenci gibi başkalarından dilenmek durumunda kalmışlardır. Böyle bir ortamda Müslümanlar izzetsiz bir şekilde yaşamaya mahkûm edilmişlerdir. Yakın tarihimiz dindar kesime yapılan baskı ve zulümlerle doludur. Bu basit mantık bile bizi adaletin tesisi için düzene ve devlete ihtiyaç olduğu sonucuna götürür.

Hâkim ve Melik

Diğer taraftan Kur’an-ı Kerim bize terbiye eden bir “Rab”, hüküm koyan bir “Hâkim” ve yöneten bir “Melik”ten bahseder. Yine Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler, bir takım hukukî ilke ve kurallar vaz’ederler. Hatta Kur’an’da “yönetim” ile doğrudan ilgili bazı emirler de söz konusudur. Mesela “Ulu’l emre itaat” konusu bunlardan birisidir. (Bkz. Nisa, 59)

Bunca delile rağmen hala İslam’ın devletle ve düzenle alakasının olmadığını söylemek ancak bir çeşit şuursuzlukla açıklanabilir. Eski âlimlerimizin “devletin dini olmaz” gibi söylemlere itibar etmemeleri, bunun tam tersine “devletsiz din, dinsiz devlet olmaz” demeleri manidardır.

Yaşayan din

Kur’an’ın bir üst referans olması ve sistemlerin fevkinde bir konumda yer alması hasebiyle, ismen bir sistemden bahsedilmese bile, Kur’an sistemlere tümel ilkelerini veren bir konumdadır. Aynı zamanda hırsızlık cezası, miras dağıtımı gibi konularda bazı hukuki tikel ilkeleri de bulunmaktadır.

Bütün bu tümel ve tikel ilkelerin Kur’an’da vaz ediliyor olması, ancak ve ancak bu ilkelerin sosyal hayatta tatbik edilebilmesi içindir. Çünkü Müslümanların parçasını oluşturdukları düzen, Cenab-ı Hak’la barışık olmak zorundadır. Başka bir ifade ile sistem adalet esasına dayanmalıdır. Adalet ise sadece İslam’dadır. Kur’an’ın yönetim alanında bizden istediği en önemli ilke budur. Bunun hayata geçmesi, din ve devlet meselesinin anlaşılmasıyla ancak mümkün olacaktır.

Hukuk Devleti

Adalete kavuşma hedefine ulaşmak için Müslümanların, Hukuk Devleti idealine sahip olmaları gerekir. Buradaki bahsettiğimiz “hukuk devleti” batılı anlamdaki bir hukuk devleti değildir. Zorba devletlere verilen hukuk devleti ismi her ne anlama gelirse gelsin bizim için hiçbir anlam ifade etmez. Bizim bahsettiğimiz “hukuk devleti” bizdeki “hak” kelimesinin cemisi/çoğulu olan hukuk kelimesi ile oluşturduğumuz bir tamlamadır. Molla Sadra da on yedinci yüzyılda hukuk devletinin bir zaruret olduğunu ifade etmiştir. Kaldı ki tarihimizde Müslümanların böyle bir derdinin olmadığını söylemek haksızlık olur.

Tarih boyunca Müslümanlar birbirinden farklı birçok sistemler kurmuşlardır. Misalen Devlet-i Osmaniye’nin kendisine “İla-yı Kelimetullah” vazifesini yüklediği bir yönetim sistemi vardır. Bu sistem tüm eleştirilere rağmen İslam’ın prensipleri çerçevesinde oluşturulan bir sistemdir. Bu sistem İslamîdir fakat İslam’ın sistemi veyahut İslam’ın bizzat kendisi değildir.

Emeviler ve Abbasiler’in sistemleri için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Çünkü bu sistemlerin İslam’ın sistemi olduğunu söylemek, onların yaptıkları bir takım yanlışları İslam’a hamletmek anlamına gelebilir. Onların bir takım hatalarından dolayı İslamî olmadıklarını söylemek de pek dengeli bir yaklaşım olmaz.

Geçmişlerini kötülemeyi bir marifet olarak bilen veya buna bilinçli olarak alıştırılmış kitlelere bu meseleyi izah etmenin zorluğunun biz de farkındayız. Bu konuda yapılan tartışmaları bir tarafa bırakacak olursak, bu konuda özet olarak şunu söyleyebiliriz: Bir sistem temel esaslarını İslam’dan alıyorsa o sistem İslamî bir sistemdir, almıyorsa batıl bir sistemdir.

Modern batıl sistemlerde Yüce Allah’ın “El Adl” isminin tecellisi olan bu ilkelerin yerine yapay akıl dininin izafi doğruları esas alınmıştır. Bu da yeryüzünde adaletin yerini zulmün aldığı anlamına gelir. Devlet, İslam Hukuku da diyebileceğimiz İslam’ın temel prensiplerine uygun bir şekilde işletilmiyorsa o devlet bir zulüm devleti olmuştur. Birçok İslam arifinin eserlerinde olduğu gibi Farabi’nin Medine-i Fazılası’nda da adil bir devletin çerçevesi çizilmiştir.

İnsanın hilafeti

Konuyu insanın hilafeti bağlamında genişletmemiz isabetli olacak diye düşünüyoruz. Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’ın insanları halife olarak yarattığını söyler. (Bakara, 30) İnsanın hilafeti onun yeryüzüne hükmetme ve ona bir şekil verme yetkisidir. İnsan, aklı sayesinde bunu yapar. Zaten akıl sahibi olmasından dolayı, ona hilafet sorumluluğu yüklenmiştir.

İnsan yeryüzünü işleyecek, imar edecek ve onu yönetecektir de… Ancak bunu yaparken mutlak yöneticinin “Melik” olan “Rab” olduğunu inkâr edemez. Bunu inkâr etmesi demek, Melik’in mutlak egemenliğini inkâr etmesi demektir. İşte “kâfir” bu inkârı yapan kişiye denir.

“Mümin” ise Allah’ın “İlah” ve “Rab” ismini göz ardı etmediği gibi diğer isimlerini ve “Melik” ismini de göz ardı etmez. Yeryüzünde hükmeden mutlak hükümdarın “Melik’în nas” ve “Ehkamul hakimîn” (Bkz; Tin Suresi) olduğunu yani O’nun insanların Melik’i ve Hâkim’i olduğunu kabul eder.

Kur’an-ı Kerim’de insanların yeryüzündeki hilafetinden bahsedilmesi bizi bir kez daha yönetim alanında düşünmeye sevk eder. İnsana verilen hilafet vazifesi sayesinde insan yeryüzünde hükmeder. Hükmederken pratikte hukukunu kendisi yapsa bile, dayandığı ilkelerini Mutlak Hükümdar’dan almak zorundadır. Başka bir ifade ile insan ancak mecazî anlamda “hâkim” olabilir ve ancak Yüce Allah “ehkamul hâkimin” yani “Hakimler Hakimi” olabilir.

Daha da açık bir ifadeyle Allah herkese kafasına göre anayasa yapma yetkisini vermemiştir. Mü’min Rabbi’nin her alandaki buyruklarına önem vermek, dahası onların sosyal hayattaki bağlayıcılığına iman etmek durumundadır. Onun her alanda Rabb’ini önemsemesi halifeliğini gerçekleştirmesi, önemsememesi ise hilafet görevini “adl”in üzerine değil “zülm”ün üzerine kurması ve görevini kötüye kullanması demektir.

İslam’ı yeni nesillere tek boyutu ile anlatmak kelimenin tam anlamıyla bir ihanettir. Çünkü bu tutum Yüce Allah’ın dininin bir kısmını gizlemek anlamına gelir. Yüce Allah’ı tanırken parçacı yaklaşımlarla değil O’nu tüm isimleri ile birlikte tanımak zorundayız. Nas Suresi’nde bu üç isimin zikrediliyor olması Allah’ın yeryüzündeki otorite ve egemenliğinin en güzel bir şekilde ifadesidir.

Allah Teala hem Rab’dir, hem Melik hem de İlah’tır. Surenin devamında bahsedilen şer odaklarından ve karanlık güçlerden kurtulmanın çaresi; işte bu üç ismi bir arada idrak etmek ve Allah’la barışık bir düzeni desteklemektir.

Yüce Allah’ı hem Rab, hem Melik hem de İlah olarak bilmek ve bu isimlerin taalluk alanları olan İbadet, Hukuk, Ahlak ve Yönetim alanlarından O’nu çıkarmaya yeltenmemektir. Yani rükûda ve secdede okunan tesbihatın anlamını bilmektir. “Subhanalllah” diyen bir mü’min aslında şunu demek istiyordur:

“Rabbim seni hiçbir alandan dışlamıyorum. Haşa böyle seküler bir anlayıştan Seni tenzih ederim.” Rabbimiz cümlemizi geleneksel ve modern şirke bulaşmaktan muhafaza eylesin. Bizleri dünyevi ideolojilerin ve felsefelerin kirine pasına bulaşmaktan korusun. Emanetini, bu çağın belası sekülerizm illetine bulaşmamış muvahhidler olarak teslim etmeyi cümlemize nasip eylesin.

Allah’la Barışık Düzen yazısını okumak için lütfen buyurunuz.

Aydın Başar/ İrfanDunyamiz.com

İstikamet Yazıları ↗

İslam’ın şuur boyutuna vurgu yapan yazıları okumak için tıklayın.

Kaynak Metinler ↗

İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Celalettin Ökten Hoca sade yaşardı…

Bu yazımda size, Türkiye’de İmam-Hatip Okullarının açılması için gece-gündüz çalışan, yani cihad eden ve neticede …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.