Biz onu Minyeli Abdullah ve Hekimoğlu İsmail olarak tanıdık, bildik. Minyeli Abdullah inancıyla, fikriyle, zikriyle, endişesiyle, idealiyle, davasıyla bir parçası olduğu bu mazlum milleti, makus kaderiyle Anadolu insanını, bizi, yani derdimizi terennüm etti.
Minyeli Abdullah romanı, modern zamanlarda, yakın tarihte, laik rejimin üzerimizdeki korku bulutlarının katı baskısı altında cereyan eden zorbalıklara sakat bir dönemin serencamına ayna tutar.
Namüsait ahval
Minyeli Abdullah karakteri yakın tarihteki bu yeni halin namüsait ahvalinde Anadolu insanın herşeye rağmen, imanla, inançla, cesurca umuda, geleceğe doğru yürüyüşünün hikayesidir.
Hemde kıt ve kanaatkar imkanlarla hayata tutunmaya calışan, bir çıkış yolu arayan insanımızın bir dava adamının şahsında akli tefekkürünün, fikri mücadelesinin, imanlı mücahedesinin destansı ifadesidir.
Ne var ki davanın Minyeli Abdullah’ı da bizzat kendisiydi. Kendisi, yani
Laik rejimin suçlusu, yani devlet polisinin tutuklusu, yani Hekimoğlu İsmail, yani Ömer Okçu.
Surda bir delik açtık
Anladığımız o ki; korku rejimi Türkiyeli “Maznun”u Mısır’lı Minyeli Abdullahı, Ömer Okcu’yu da Hekimoglu İsmail olmaya zorlamıştı. Maznun romanı, Minyeli Abdullah ile farklı yumurta ikizi gibidir. Kitapların ikisinin de ortak kaderi, tıpkı yazarlarının duçar kaldığı üzere inanç ve değerlerinden sebep rejimle olan imtihanı ve mücahedesidir.
Maznun romanın hikayesinin anlamı, haksızlığa uğrayan ve baskı altında ezilen, kendisine zulmedilen, zulüm gören demekti. O derdini seven adamdı; iman davasında dava adamı, zor zamanlarda çile adamı, zaferin seferinde hizmet neferi, okuyucularının yazarı, takipçilerinin abisiydi.
Onun yöneliş gayesi ise insanımızın üzerinde uygulanan baskılardan daralan ruhların nefeslenmesi için bir menfez, surdan bir gedik açmaktı.
Belki küçük dairelerinde maneviyatlarını koruyacak, imanlarını kurtaracak, buruk gönülleri şevklendirecek, genişleyen ölçekte bir hayat alanı oluşturmaktı.
İşte saf, temiz bir Anadolu çocugu sıfatıyla Ömer Okçu’yu, Hekimoglu İsmail, Maznun’u “Minyeli Abdullah” yapan da o karabasan atmosfer ve bu yüce idealdi. Maalesef, maddi sahanın Milli Mücadelesi yerini cebren ve hile ile manevi mücahedeye bırakması kaderin garip bir cilvesiydi.
Akif’i hatırlatır
Her nedense Hekimoğlu İsmail mümin sıfatıyla, insana itminan veren yalın cehresiyle, duru bakışlarıyla, nihayetinde Sünnet eseri sakalıyla bana hep Mehmet Akif’i hatırlatmıştır.
Ezberimizden okuyarak buruk bir şekilde teselli bulduğumuz ve gurur duyduğumuz İstiklal Marşı; bir de Mehmet Akif‘in okul kitaplarındaki kimi zaman fesli, sakallı haliyle bizde güven ve hürmet hissi uyandıran o mümin çehresini yansıtan siyah beyaz resimleri, tuhaf bir gariplik hissi veren bitevi ölgün hali.
Alın size Milli mücadele öncesi Mehmet Akif , Milli Mücadele sonrası Mehmet Akif… İşte orada Mehmet Akif resimlerinde hep, hem İstiklal Marşı’nda manasını bulan Milli Mücadele’nin gururunu, hem de yeni rejimde yaşadığı burukluğu hissetmişimdir.
Sükun ve itminan
Tam da burada iki şahsiyetin resimlerindeki sükûn, itminan, anlam ve benzeyiş benim zihnimde ve gönlümde yan yana gelir, hizalanır. Burada zahiri bir benzeyiş ve çağrışımın ötesinde, ortak payda kıvamında derin bir anlamdı hissettiğim. Öyle ki bu öz vatanında, uğruna milli mücadelesi verilen değerin hem amacı, hem dinamiği olan milli ve manevi değerlerinden, mümin imanlarından dolayı maalesef kahırlı ve garip olmalarıydı.
Gelgelelim meselenin esasına; yaşanan gerçeklik içerisinde hakim manada davanın ruhu, hakikatin özü ve özeti, tam da şuydu: Artık, “Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal” ve “Zaman imanı kurtarmak zamanıdır.” Öyle böyle değil; “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..”
Ezcümle o da üstadı gibi davasını, derdini, devasını seviyordu. Hülasa, müstear ismin kendisi Ömer Okçu bize, cenk meydanında Okçular Tepesi‘nin asla terkedilmemesi gerektiğini, ders aldığı üstadlardan atıfla ve dahi bizzat azmederek hüsnü misal olan ender dava adamlarımızdan biridir.
İlimler ve yorumlar
Ömer Abi’nin fikri ve edebi bir çok kitabı olduğu malum. Okuduğumda bana farklı gelen kitaplarından biri “İlimler Ve Yorumlar” kitabı olmuştu. Orada kâinat kitabını varlık alemini, sanattan sanatkara uzanan sağlam bir mantıkla, yani manayı harfiyle, yani yaratılana Yaran’dan ötürü bakmanın, tefekkür etmenin, anlamanın, sevmenin, yorumlamanın, istifade etmenin tevhidi sahici bakışını sergiliyordu.
Bu muhtevada Hekimoğlu İsmail‘in on cep kitaptan müteşekkil iman esasları dizisi vardır. Hatırladığım kadarıyla “İyiliğin Kaynağı” ve “Neye Nasıl İnanırım?” ve “Ölüm Yokluk mudur?” kitapları bu serinin ilk kitaplarıydı.
“Ölüm Yokluk mudur?” kitabında hayat, ölüm ve yeniden diriliş konularını ele alır. O biliyor ve inanıyordu ki hayat da, ölüm de Allah’tandır. Ölüm gerçek, ölümsüzlük hakikattir.
Sevenleriyle birlikte Ömer Abi’yi ebedi istirahatgahına uğurladık.
Zat-i âlileri velud bir yazar olmanın ötesinde, sahiden iyi bir insan, model bir şahsiyet, ehli hizmet bir dava adamı, samimi münevver bir Müslümandı vesselam.
Dr. Tahsin Gülhan/ İrfanDunyamiz.com