Allah’ı hatırlatan medeniyet…

Eski İstanbul’da vapurlar bilinen türbelerin hizasından geçerken kaptan köşkünden “El Fatiha” anonsu yapılır ve yolcular ellerini açıp Fatiha okurlarmış. Faziletli ecdadımız daha bunun gibi birçok erdemlere sahipti. Büyüklerin kadr ü kıymetini bilen güzel insanlarımız bir şehre, bir semte girmenin edeplerini bilirlerdi. “Bu şehirde falan evliya yatar, bu şehrin manevi yıldızı falan zattır” diye çocuklara öğretilirdi. Bir yere gidildiğinde oranın manevi büyüklerinin türbeleri ziyaret edilirdi.

Bugün dahi gönlü Hak âşıklarının sevgisiyle dolu insanlar, bu güzel gelenekleri devam ettiriyorlar. Mesela Eyüpsultan’a yolu düşenler ilk olarak bu beldeye ismini veren o büyük sahabeyi ziyaret eder yahut imkân bulamazlarsa uzaktan da olsa bir Fatiha okuyarak o güzel zata selam verirler. Evlenenlerin, sünnet çocuklarının ve daha başka hayırlı işlere niyet edenlerin ziyaretleri ise tatlı bir gelenek olarak devam ediyor. Bu ziyaretler bilhassa çocukların hafızalarında silinmez izler meydana getiriyor ve derin tesirler bırakıyor. Minik gönüllere bilmediğimiz nice manevi kementler atılıyor.

Kâbe toprağı

Nesilden nesle intikal eden bu derin görgüden dolayıdır ki şehirler veya semtler oranın meşhur evliyası ile birlikte anılmaktadır. Üsküdar denildiği zaman da ilk akla gelen isimlerin başında Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri gelir. Gerek örnek şahsiyeti gerekse eserleri ile yaşadığı çağa yön gösteren Hüdayi Hazretleri sonraki çağlara da ilham vermeye devam etmektedir. Çağları aşan feyizleri sayesinde türbesi her gün dolup dolup boşalmaktadır. İnşallah bizler de çocuklarımızın ellerinden tutup buralara getirerek, şehrimizin manevi mimarlarını onlara tanıtmayı başarırız. Çünkü onlar nesillerimize gösterebileceğimiz en güzel örnekler ve gerçek kahramanlarımızdır. Gerçek kahramanlarını tanımayan nesiller Allah korusun ruhsuz, mefkûresiz ve maneviyattan habersiz yetişirler.

Nice güzel velinin hayatına şahidlik etmiş olan Üsküdar tarihte Surre Alaylarının uğurlandığı yer olduğu için Haccın başlangıç yeri sayılmış ve Kâbe toprağı olarak görülmüştür. En çok tarihi eser bulunan semtlerimizden birisi olması hasebiyle bizi tarihimizle buluşturmaktadır. Onun içindir ki Üsküdar üzerine titrememiz ve ruhunu öldürmememiz gereken bir yerdir. Bu konuda fertlere tek tek görev düştüğü gibi sivil topluma ve bazı kurumlara da görevler düşmektedir. Şehirlerimizin isimlerini bir takım gayri meşru, eğlence, festival ve konserlerle değil de maneviyat büyüklerinin isimlerini ön plana çıkartarak tanıtabilmeliyiz. Kültür yolu projeleriyle şehrin irfan duraklarını gezip görmeyen bir tek öğrencimiz bile kalmamalıdır.

Şehrimize, tarihimize ve ecdadımıza göstermemiz gereken vefanın gereği ne ise onları yerine getirmeliyiz. İstanbul’umuz bugün bir İslam şehriyse, burada ezanlar okunuyorsa bilhassa İstanbul’da oturanlar dualarında Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem’in müjdesine nail olan Fatih Sultan Mehmet Han Hazretlerini unutmamalıdır. Fakat İstanbul’da yaşayan insanlarımız bile Fatih’in kabrinin nerede olduğunu bilmiyorsa, ya da Eyüp Sultan’ın kim olduğunu hiç duymamışsa demek ki biz bir şeyleri eksik yapıyoruz demektir.

Tarihi cülus yolundan başlayan bir gezi ile öğrencilere bu önemli mekânların tanıtılması ve bunun resmi gezi müfredatı haline getirilmesi nesillerimize tarih şuuru kazandırmak açısından son derece faydalı olacaktır. Ayrıca kuş evleri, tarihî mezar taşlarındaki suluklar ve sadaka taşları öğrencilere gösterilerek merhamet üzere kurulmuş medeniyetimizin şifreleri onlara tanıtılmalıdır.

Peki, insanlara velileri tanıttığımızda ve onların sevgisini kazandırdığımızda bunun kime ne faydası var? Bu soruya kısaca cevap vermeye çalışacak olursak öncelikle şu sorunun cevabını bulmamız gerekir: “Veliler bizi hangi dünyaya çağırırlar?” Velilerin ortak mesajı insanları Kur’an ve Sünnet hakikatlerine çağırmaktan başka bir şey değildir. Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri de bu hakikati şöyle ifade etmiştir: “Samimi bir dervişe lazım olan salihlerin yoluna devamla Peygamber’in sünnetine uymak, Hak kapısında sabitkadem olmaktır.” (Hasan Kâmil Yılmaz, “Azîz Mahmud Hüdâyî’nin Semâ Risalesi”, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: IV, İstanbul 1986, s.283)

Dolayısıyla velileri tanıyan insanlar o kapıdan bir dünyaya girerler ve o kapı Allah ve Resulünü sevenlerin kapısıdır. O güzel öğütlere, tatlı feyizlere muhatap olurlar. Onların öğütlerini dinlemek kurak kalmış gönül toprağımıza su serpmek demektir. Allah ve Resullah muhabbetine kapı aralamak demektir. Hüdayi Hazretlerinin şu şiiri bu muhabbetin ne güzel bir tezahürüdür: “Sadr-ı cemî’ mürselîn./ Sensin Yâ Rasûlallâh!/ Bedr-i eflâk-i yakîn./ Sensin Yâ Rasûlallâh!” Bu güfte çok güzel bir ilahi şekilde bestelenmiştir ki adeta dinleyenleri mest eder.

Allah’ı hatırlatmak

Ecdadımız bu muhabbet kapıları hiç kapanmasın diye velilere gösterdikleri sevginin bir ispatı olarak her yere türbeler inşa ettirmişlerdir. Öteden beri velilerin türbeleri, şehrin manevî dokusuna atılan birer imza olarak görülmüştür. Tarihteki şahsiyetlerin ve velilerin isimlerini kitaplardan okuyup geçmek ya da bir yerlerden duymak ayrıdır; onların türbelerini ziyaret etmek ve oralardaki manevi esintileri hissetmek ayrıdır. Tabi ki insanların nasipleri farklı farklı olduğundan herkes niyeti, duygusu, samimiyeti ölçüsünde oralardaki feyizlerden istifade edecektir.

Türbelerin inşasındaki en önemli hikmetlerden birisi de bu zatların isimlerinin yaşatılması ve tanıtılması düşüncesidir. Yoksa o taş duvarların onlara bir faydası olacak değildir. Hatta birçok veli tevazularından dolayı mezarlarının üstünün kapatılmamasını vasiyet etmiştir. Fakat sevenleri onların kabirleri kolay bulunsun, rahat ziyaret edilsin, isimleri de zamanla silinmesin diye onların kabirlerine ihtimam göstermişlerdir. Ecdadımızın bu konudaki hassasiyetine baktığımızda çok şaşırtıcı bilgilerle karşılaşıyoruz. Mesela Abdulkadir Geylani Hazretlerinin Irak’ta bulunan türbesinde kimlerin emeği geçtiğini araştırdığımızda Kanuni Sultan Sultan Süleyman, II. Ahmet, Abdulaziz ve Abdulhamit gibi padişahların ve Mimar Sinan gibi mimarların isimlerine rastlıyoruz.

Bir evin içindeki tablo nasıl Allah’ı hatırlatıyorsa, bir şehirdeki minareler, camiler ve evliya kabirleri de aynı vazifeyi görmektedir. İslam medeniyetinin farik vasfı Allah’ı hatırlatan bir medeniyet oluşudur. Bu hususu Müslüman olduktan sonra Ebubekir Siraeceddin ismini alan İngiliz yazar Martin Lings şöyle ifade etmektedir: “Hâlihazırda İslam’ın önündeki tehlike Batı’nın Doğu’yu etkilemeye başlıyor olmasıdır: İslam’ın geçmişinde her ev mescidin bir uzantısı gibiydi. İnsanlar ayakkabılarını çıkararak eve girer, namaz için elverişli giysilerini giyerlerdi. Duvarlarda Allah’ı hatırlatan yazı ve süslemeler olurdu. Kur’an’dan sayfalar ya da kutlu isimler bulunurdu. Bütün bir medeniyet Allah’ı hatırlama ihtiyacı üzerine kuruluydu. Çok değil bir yy önceye de gitseniz İstanbul’u çok farklı bulurdunuz.” (Martin Lings İle Söyleşi, Konuşan: Kemal Sayar, Anlayış, Eylül 2005, sayı, 28, s. 79)

Medeniyet kavramının teşekkülü ile birlikte bugün şehirlerin kimlikleri daha da fazla konuşulur olmuştur. Ayrıca psikolojik olarak rahatlama ihtiyacı ile de buralara gidilmektedir. Burada bize düşen görev manevi deşarj merkezleri diyebileceğimiz türbelerimizin bir medeniyet unsuru olduğunu bilmek ve oralarda yapılan hurafelerden ve yanlışlardan insanları sakındırmaktır. Ve en önemlisi de yalnızca Allah’a sığınma ve O’ndan yardım isteme düşüncesi ile ziyaret yapılmasını telkin etmektir.

Aydın Başar/ Altınuluk Dergisi

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Çocuklarınızdan önce kendinizle uğraşın…

Bir gün Medine-i Münevvere‘de Mescid-i Nebi‘de Kur’an okuyordum. Otuzlu yaşlarda bir arkadaş iki çocuğuyla geldi …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.