Abdurrahman Gürses hoca ziyafete gitmemiş…

Abdurrahman Efendi’yi 1950’ye kadar Beyazıd Cami’inde herkes gibi hayranlıkla dinlerdik. Ara sıra görüştüğümüz olurdu ama aramızda yaş farkı vardı. 1954 yılında oğlu Adnan’ı ilim tahsili için Mısır‘a getirdiği zaman samimiyetimiz oluştu. Mısır’da kendisini oranın meşhur huffazı ile görüştürdüm.

Abdurrahman Hocaefendi ile yirmiye yakın kez hacca birlikte gittik. Yol boyunca Hocaefendinin hususiyetlerini, meziyetlerini çok yakından tanıma fırsatı buldum. Bir kere gönlü Kur’an-ı Kerim’e ihtiramla dolu bir kişi idi. Bütün gününü Kur’an-ı Kerim ile geçirirdi… Harem-i Şerif‘deki hal ve hareketleri hep edep üzereydi. Bu konuda çok hassastı… Arafat‘dan dönüşlerimiz hep yürüyerek olurdu…

Önceleri Haremi Şerif’te namazdan önce özellikle Mısır’dan gelen hafızlara Kur’an-ı Kerim okutturulurdu. Şimdilerde bu geleneği kaldırdılar. Mustafa İsmail, Huserî, Abdussamed gibi hafızlar umumi mikrofondan bütün huccaca Kur’an ziyafeti verirlerdi. Türkiye‘den ileri gelen birkaç kişi hocaefendinin de okuması için Kral’a müracaatta bulunmak istemişler ama o kesinlikle buna müsaade etmeyeceğini ve “Biz buraya arzu hal etmeye geldik, arzu endam etmeye gelmedik” diyerek bu yöndeki tüm ısrarları geri çevirmişti.

Ehl-i Kur’an

Ehlül Kur’an olan kimse Allah’ın has kullarıdır” hadisi şerifi her hatırıma geldiğinde Abdurrahman Efendi gözümün önüne gelir. Çünkü bu hadisi şerif Hocaefendi’nin haline son derece mutabıktır. Abdurrahman Efendi’nın hacda gösterdiği tevazularından bir diğerine değinmeden geçemeyeceğim. Hocaefendi Hicaz’a gitti mi kendisini tamamen siliyordu. Orada hep sıradan, sade bir kul olmak isterdi.

Bir gün meşhur zenginlerden İbrahim Şakir Bey’in ziyafetine davet edilmiştik. Bana “Emin Efendi siz davete icabet ediniz ben gelemeyeceğim” dedi. “Hayırdır efendim neden gelemeyeceksiniz?” deyince, oraya gidince kendisine haddinden fazla ilgi alâka gösterileceğini bundan da rahatsız olacağını söylemişti.

Yine bir gün dışarıda kalacağını söyledi. “Nereye gideceksiniz efendim?” diye sorunca; “Kendimi biraz hesaba çekeceğim, bu geceyi Kadem-i Saadette’ geçireceğim” dedi. Nitekim dediğini yaptı ve o geceyi dışarıda geçirdi. Ertesi gün baktım biraz üşütmüş. Ben de kendisine; “Hocaefendi keşke bu azîmeti yapmasaydınız da bu rahatsızlığa yakalanmasaydınız” dedim. O da; “Hangisinde hayır olduğunu biliyor musunuz?” diye karşılık vermişti.

Hocaefendi’nin oralardaki hususiyetlerinden bir başkası da Mekke’den Medine’ye gidişlerinde hep taksiyi tercih etmeleriydi. Taksiye binildiği zaman şoförler radyoyu açmak isterler, Hocaefendi de; “Biraz Kur’an-ı Kerim okuyalım da radyoyu öyle açarsınız” der ve okumaya başlardı. Aşk ile okudukça şoför de memnun kalır “Şeyh ente tekrau cemil, ikra, ikra” (Şeyh efendi güzel okuyorsun, devam et) derdi.

Gözü yaşlıydı

Hocaefendi belli etmezdi ama gözü çok yaşlı bir zattı. Medine’de kaldığımız süre boyunca gizli gizli çok yaş dökerdi. Ne denli ince düşünceli bir yapıya sahip olduğunu vurgulamak için bir başka hususiyetini daha arz etmek isterim.

Hocaefendi de bendeniz de hacca vekil olarak giderdik. Hac için kendisine tahsis edilen paraların tamamını; “Bu paralar buralarda harcanmak için tahsis edilmiştir” diyerek kullanırdı. Malumunuz hac vazifesi yerine getirildikten sonra umre yapılır. Umre yapacağımız zaman hac için alınan ihramı çıkartır, Harem-i Şerif’in etrafındaki fakirlere verir, ondan sonra “Şimdiki amel kendimiz için” der ve kendi parası ile yeni bir ihram alır, umreyi de onunla yapardı.

Hocaefendi dünyaya rağbet etmeyen çok zahid bir kimse idi. “Her kim Kur’an-ı Kerim ehli olup da kendisini herkesten müstağni saymazsa o kimse Kur’an-ı Kerim’e hürmet etmemiş olur” meâlindeki hadise uygun hareket ederdi. Hiçbir zaman kimseye zengin diye iltifat etmemiştir… Hocaefendi; “Kifaf-ı nefs” ile yaşamıştır. Parasının ancak geçinecek kadarını tutar, gerisini hep infakta kullanırdı.

Kendisi anlatırdı: Esad Efendi bizzat Hocaefendi’ye “La talebe velâ redde velâ iddehare” yani “istemek yok, geleni red etmek yok, para yığmak ta yok” diye nasihatte bulunmuş. Hocaefendi de ömrü boyunca bu nasihatı unutmamış ve aynıyla tatbik etmiştir.

Not: Bu yazı Altınoluk Dergisi Ekim 1999 sayısındaki merhum Emin Saraç hocamızla yapılan mülakattan kısmi olarak iktibas edilmiştir.

Emin Saraç/ Altınoluk Dergisi

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Yüz yüze iletişimde on altın kural…

Yüz yüze iletişim; doğrudan, aracısız bir iletişimdir. Bu iletişim iki kişi arasında olabileceği gibi, bir …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.