Asıl keramet nedir biliyor musun?

Tasavvuf ehli ile neredeyse birlikte anılan ve onlarla özdeşleşmiş kavramların başında “keramet” olgusu gelmektedir. Esasında tasavvuf literatüründe “keramet” kavramı “keşf” ile birlikte velilerden zuhur eden olağanüstü hallere işaret1 eden bir kavram olarak kullanılmıştır.2 Keşf ve keramet kavramları toplumda zamanla sûfîlerin amaç ve gayeleriymiş gibi bir algıya dönüşmüş ve istikametin esas gayeleri olmadığı gerekçesiyle sûfîler zaman zaman eleştirilmiştir. Hâlbuki sûfîler bu eleştirilerden çok önce yollarının esaslarını zikrederken keşf ve kerameti değil istikamet sahibi olmayı hedeflediklerini ifade etmişlerdir.

Bu noktada sûfîlerin, keşf ve kerametle ilgili bilgileri ağızdan ağza ve eserlerinde sıklıkla zikretmeleri tasavvuf ehlinin genel olarak keşf ve keramet peşinde ömür tükettikleri yorumlarına sebep olmuştur, tespitinde bulunabiliriz.  Ancak onların sözlü ve yazılı gelenekte naklettikleri bilgiler derinlemesine tetkik edildiğinde bu kadar keşf ve kerametle ilgili bilgiye rağmen sûfîlerin hedeflerinin hiçbir zaman olağanüstü hallere ulaşmak olduğu sonucuna bizi götürmediğini görürüz.

Amaç istikamet

Tam aksine sûfîler, keşf ve keramet sevdasından kurtulup istikamete yani; yeme, içme, akide, ibadet, amel, ahval, vakit geçirme ve bütün yapılan işlerde, ifrat ve tefrite kaçmamak ve orta yolu tutma3 hedefine ulaşmak için gayret ettiklerini ilan etmişlerdir. Özellikle tasavvuf ehli olmayan kimseler tarafından, sûfîlere ve yollarına yöneltilen bu tenkitlere en güzel cevabı bu konudaki hedeflerini dile getirdikleri sözleri ile yine sûfîler vermiştir. Bu noktada sözü sûfîlere bırakmak bahsi geçen ithamın dayanağının olup olmadığı noktasında yolumuzu büyük ölçüde aydınlatacaktır.

Sûfîler keşf ve keramet tecrübelerini bir kenara bırakıp her konuda istikameti yakalamış bir kıvamda hayatlarını sürdürebilmek için nefs muhasebesi, riyazet, halvet, zikir, dünya sevgisinden uzaklaşma ve yoğun ibadet süreçleri ile sürekli bir gayretin içerisinde olmuşlardır. Onlar bu zorlu süreçte Allah Teâlâ’nın kendilerine ikramda bulunduğu kerametlere takılmadan bir başka ifadeyle kerameti esas gaye kabul etmeden temel amaçları olan istikamete ulaşma yolunda adımlar atmaya devam etmişlerdir. Bu noktada keramet tecrübeleri ile avunmayı menzile ulaşmak için yeterli görenleri çok açık ifadelerle uyarmışlardır.

Sûfîler, hedef saptırma gibi büyük bir yanılgı içerisinde gördükleri bu kimselere asıl hedeflerine yoğunlaşmaları noktasında telkinlerde bulunmuşlardır. Bu uyarılardan bir tanesini Kuşeyrî’nin (ö.465/1072) Risale’sinde Ebî Ali ez-Zevcî’den naklettiği şu ifadelerde bulmaktayız: “İstikamet sahibi olmayı iste. Kerameti değil. Çünkü senin Rabbin senden doğruluğu bekliyor ve doğru olmanı istiyor, keramet göstermeni değil. Taleb-i istikamet Rabbin rızasıdır. Taleb-i keramet nefsin hevasıdır. Ehl-i Hak olanın ise nefsin isteklerinden kaçınıp, Hakkın rızasına sığınması gerekir. En güzel keramet istikamettir.4

Asıl keramet

İmam Sühreverdi (ö. 632/1234) ise meşhur eseri Avarifu’l Maarif’te keramet ve istikamet ilişkisi hakkındaki şunları söylemiştir: ‘Tutulacak yolun en doğrusu nefsi istikamete çağırmaktır. İşte bütün keramet budur. Sonra istikamet sahibi bir kimseden keramet cinsi bir şey zuhur etse bu normal ve güzeldir. Şayet herhangi bir şey vaki olmazsa hiçbir önemi yoktur. Bu, onun durumundan bir şey noksanlaştırmaz. Onu noksanlaştıran istikametin hakkını yerine getirmekteki bozukluklardır. Bu böylece bilinmelidir. Çünkü o Hakkı arayanlar için çok büyük bir esastır.5

Sehl bin Abdullah Et-Tüsterî (ö.283/896) de konu hakkında görüş bildirenlerden bir tanesidir. O şunları söylemiştir: “Muhakkak ki, en büyük keramet, senin zemmedilmiş olan ahlâkını, Muhammedî ahlâka tebdil etmendir.”6 Ebu’l-Hasan Eş Şazelî (ö.654/1256) bu konudaki uyarılarını çok daha net ifadelerle şu şekilde dillendirmiştir: “İman ve Sünnet-i Seniyye’ye mutabaattan daha büyük bir keramet yoktur. Bunlar kime verilir de o hala daha başka şeylere iştiyak duyuyorsa gerçekten o kimse davasında yalancı, sözlerinde iftiracı yahut gerçek ilmi elde edememiş hata sahibidir. Böyle bir kimsenin sultanın huzurunda bulunma nimetine ulaşmışken ahırda hayvanların seyisliğine özenen kimse gibidir.’7

İmam Kuşeyrî kerametin istikamet karşısındaki konumuna dikkat çekerek şu uyarılarda bulunmuştur: “Bil ki evliyada zuhur eden kerametlerin en büyüğü devamlı olarak ibadet ve taat işlemeye muvaffak kılınmak, günahtan ve emre muhalefetten korunmaktır.8

İsmail Ankaravî (ö.1041/1631), eserinde Bâyezid-i Bistamî (ö.234/850) ve İbnü’l Arabî’nin (ö.638/1239) bu konudaki tespitleri ile konuyu şu şekilde değerlendirmiştir: “Bir gün Bâyezid-i Bistamî Hazretlerine şöyle denildi: ‘Filanca kişi bir saatte Mekke’ye ulaşıyor, ne dersiniz?’ O da şöyle cevap verdi: ‘Ona bakarsan Şeytan göz açıp yumana kadar mağripten meşrıka gidiyor. Hâlbuki o bir lânetlidir.’ Bunun üzerine tekrar soruldu: ‘Filanca kişi hem su üzerinde yürüyor hem de havada uçuyor?’ Bâyezid hazretleri şöyle cevap verdi: ‘Suyun üzerinde bir odun parçası da yürüyor (yüzüyor). Havada dersen bir sinek dahi uçuyor. Bunda şaşacak ve büyütecek ne var ki? Siz esas o kimselerin, istikametini ve ahlâkını bana söyleyiniz ki ben size onun ne olup olmadığını söyleyeyim.”9

Esasen keramet iki kısma ayrılır. Birincisi, halk arasındaki tarifiyle, su üzerinde yürümek, gözden kaybolmak, istediği zamanda istediği mekâna erişebilmek v.s. gibi birtakım ameliyelerdir. Hâlbuki asıl kerametin tarifi bu değildir. Bizce asıl keramet, Allah’ın çizmiş olduğu şeriat dairesinden dışarı çıkmamak ve Muhammedî ahlakla ahlaklanmaktır Kötülüklerden kaçınmaktır. Hayırda yarışmak ve farz ve vacip olan ibadetleri zamanında eda etmektir. Kalbi mâsivâdan temizlemektir. Allah’ın çizdiği sınırlar doğrultusunda haddi aşmamaktır’. İşte Allah’ın ve Resulü’nün öngördüğü asıl keramet budur. Diğer yapılan şeyler ise, istidrac ve göz boyamacılığından başka bir şey değildir. İlim talep etmek ve ilmiyle Hak yolunda amel etmek en büyük keramettir. Allah her şeyin en iyisini bilir.’10

Yolda kalma

Sonuç olarak ifade etmemiz gerekirse sûfîler, kevnî ve hakiki şeklinde kısımlara ayırdıkları kerameti11 Allah’ın kuluna bir ikramı olarak görmüşlerdir. Onlar, bu iki kavram ne zaman yan yana anılsa net bir şekilde tavırlarını istikametten yana koymuşlardır. Bu anlamda sûfîler, en büyük kerametin istikamet üzere bulunmak olduğu yönündeki sözleri ve uygulamaları ile isimlerinin keramet peşinde kimseler şeklinde anılması noktasında kendilerine haksızlık yapıldığını ortaya koymuşlardır.12

Sûfîlere göre gerçek veli kerametle avunmaz, buna güvenemez, bir veliden dünyada hiç keramet zuhur etmese, kerametin zuhur etmeyişi o veli için kusur ve ayıp sayılmaz.13 Hatta sûfîler amaç ve gayesinin keşf ve keramete ulaşmak olan kimsenin tasavvuf yolunda ilerleyemeyeceği fikrini belirlemişlerdir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (ö. 1242/1826); “Gaye ve niyeti sadece keşf ve keramet sahipliği olan bir mürit bu yolda ilerleyemez, yolda kalır ve matlubuna vuslat bulamaz. Keşf ve keramet sahibi olmaya mübtedîler rağbet ederler”14 sözleri ile sûfîlerin bu konudaki genel kanaatlerini ifade etmiştir.

Bugün gönül yangını ile Allah Teâlâ’nın rızasına ulaşmak isteyen bizler de keramet peşinde olmamalı istikameti kendimize hedef olarak belirlemeliyiz. Önceki nesiller üzerinden keramet sevdası veya başka ithamlarla kısır tartışmalara girmek yerine istikameti tesis edebilmek için adımlar atabilmenin gayreti içerisinde olmalıyız. Meşhur sûfî Necmüddin Kübrâ’nın (ö. 618/1221) bu konudaki şu sözleri bizlere rehber olmalıdır: “Farz veya sünnetlerden herhangi birini terk eden kimse ateş de yutsa, denizin üzerinde de yürüse, havada da uçsa iyi biliniz ki, o davasında yalancıdır. Bu yaptıkları da keramet değildir.15

Dr. Fatih Çınar/ İrfanDunyamiz.com

DİPNOTLAR
1 Necmüddin Dâye, Mirsâdu’l-ibâd, Tahran 1366, s. 313.
2 Kaynaklarda ‘Keşf’, ‘açığa çıkarma ve perdenin açılması, perdenin ötesindeki gaybî hususlara ve hakikate yaşayarak ve temaşa ederek vâkıf olma’ şeklinde tanımlanırken ‘keramet’ sûfîlerin hayatlarında görülen denizde yürümek, havada uçmak, kısa bir sürede bir yerden diğer bir yere gitmek gibi harikulade olay ve davranışlar’ şeklinde tarif edilmiştir. İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Beyrut Tarihsiz, c. XII, s. 510; Kuşeyrî, er-Risâle, Tercüme: Süleyman Uludağ, İstanbul 1978, s. 354.
3 İsmail-i Ankaravî, Minhâcu’l-Fukara, Hazırlayan: Saadettin Ekici, İnsan Yay., İstanbul 2005, s.253.
4 Kuşeyrî, er-Risâle, s.103.
5 Sühreverdî, Avârifu’l-Maarif, Tercüme: Yahya Pakiş-Dilaver Selvi, İstanbul 1988, s.43.
6 Kuşeyrî, er-Risâle, s.180.
7 Şaranî, Tabakâtu’l-Kübrâ, Mısır 1954, c.II, s.7.
8 Kuşeyrî, er-Risâle, s.475.
9 Ankaravî, Minhâcu’l-Fukara, s.254-255.
10 Ankaravî, Minhâcu’l-Fukara, s.325.
11 Erhan Yetik, İsmail-i Ankaravî Hayatı, Eserleri ve Tasavvufi Görüşleri, İşaret Yay., İstanbul 1992, s. 134.
12 Kadir Özköse, ‘Velileri Utandıran Hâl’, Somuncu Baba, Sayı: LXIII, s. 2013; Süleyman Uludağ, ‘Keramet II’, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Yıl: VI, Sayı: XV, s.34-35.
13 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 354.
14 Haydarîzâde İbrahim Fasih, el-Mecdü’t-Tâlid fî Menâkıb-ı Şeyh Hâlid, İstanbul 1292, s. 17. Bu konuda bkz; Kadir Özköse, Tasavvuf ve Gönül Eğitimi, Nasihat Yay., Ankara 2008, s.137-141.
15 Mustafa Kara, Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul 1990, 81. Necmüddin Dâye de bu konuda şunları söylemiştir: ‘Nice samimi sâlik, aşka düşmüş tâlib ruhların harabelerinde keramet kadehinden dolu dolu içip mest olurlar, bu içkinin tadını alıp sarhoşluğun verdiği şımarıklık ve gurura kapılırlar. Hiçbir zaman ayık hale gelemez, akıllarını başlarına toplayamazlar.’ Dâye, Mirsâdu’l-ibâd, s.220.

Şahsiyet Gelişimi↗

Müslümanca hassasiyetlerle yazılmış kişisel gelişim yazıları okumak için tıklayın.

Adab-ı Muaşeret↗

Sosyal hayattaki edep ve görgü kurallarına dair yazıları okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Mehmet Feyzi Efendi farklı bir zattı…

İmam hatipte okurken yaz tatillerinde İstanbul gibi manevi üstadların bol olduğu bir şehirde birçok güzel …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.