Fıkıh usûlüne dönüş…

“Ümmet” olduğumuzu ifade ediyoruz ama kullandığımız kavramlar ümmet olma şuuruyla bağdaşmıyor. Kur’an ve Sünnet’ten süzülerek gelen ve tarihi birtakım tecrübeler sonucu teşekkül eden ümmetin ortak dilini, ümmetin kavramlarını ve ümmetin ıstılahını kullanmak yerine, kimimiz bazı entelektüel hevesler yüzünden, kimimiz de bir çeşit aşağılık kompleksiyle Müslümanların algı dünyasını çatallaştıran, ayrıştıran birtakım ithal kavramları kullanmayı tercih ediyoruz.

Bu kavramları yazılarımızda ve konuşmalarımızda sürekli kullanıyor olmamız, dünyaya ve hayata bu kavramlar çerçevesinde baktığımızı ve hayatı bu kavramlar ekseninde yorumladığımızı gösteriyor. Nitekim bir kavramı ötekinin yerine kullandığımızda, yeni kullandığımız o kavram hangi dünya görüşünün ürünüyse, biz de artık o dünyanın bir insanı olmaya başlıyoruz.

Bize yakışan

Her bir kavramın aynı zamanda bir kalıp ve bir format olduğunu unutarak yaptığımız bu dikkatsiz kullanımlar neticesinde, onları üretenlerin elbisesine bürünmüş oluyoruz. Oysa şahsiyet ve kimlikten bahsedecek isek bu kadar kolay kılık değiştirmemeliydik. Bize yakışan ne ise onu bulup giyinmeliydik

Nasıl ithal edilen her şeyi yemiyorsak, helalliğinden şüphe ediyorsak, bu kavramların da helalliğinden şüphe etmek durumundayız. Önümüze konulan her şeyi yiyorsak, zaten o zaman Müslümanca bir duyarlılığa sahip olduğumuzu iddia edemeyiz. Ne yazık ki çoğu zaman yediğimiz şeylerin içinde ne olduğunu merak etmediğimiz gibi, kullandığımız kavramların da mahiyetini iyice araştırmıyoruz.

Yabancı kavramlara karşı takındığımız bu heveskâr tutumumuz, -inanın bana- bize çok pahalıya mâloluyor. En başta böyle yaparak kendi kimliğimizden, şahsiyetimizden ve özgünlüğümüzden ödün vermiş oluyoruz. Kullandığımız bu kavramlar sadece düşünce yapımızı dönüştürmekle ya da bizi değiştirmekle kalmıyor, bir taraftan dimağımızı körleştirirken diğer taraftan da bizi bir şahsiyet bunalımına sevk ediyor.

Müslümanca düşünemeyişimizin, iyiyi kötüyü birbirinden ayıramayışımızın, net bir duruş sergileyemeyişimizin, firasetsizliğimizin arka planında biraz da bu tavrımız yatıyor. Neticede benimsediğimiz her bir yeni kavram, bizi “vasat ümmet” güvencesindeki sabit halkadan uzaklaştırıp, ümmetin daha da fazla ayrışmasına sebep oluyor.

Kendi kavramlarımızı kullanma noktasında sebat etmediğimiz için, bugün ümmetin münevverleri ortak bir dili kullanamıyorlar. Kullanılan kavramlar farklı farklı olunca da Mevlana’nın “üzüm” hikâyesinde olduğu gibi, her birisi aynı şeyi isteseler bile bir türlü anlaşamıyorlar. Ciddi bir iletişim problemi ile karşı karşıyayız.

Çağın dili

Bir taraftan yabancı kavramlara karşı dikkatli bir tavır takınmayı önerirken, diğer taraftan da çağın dilini yakalama konusunda bir zafiyet göstermememiz gerektiğini vurgulamak zorundayız. “Çağın dilini yakalamak” gibi söylemler elbette ki her dönem için geçerli ve faydalı söylemlerdir. Çağının dilini yakalayamayanların, bu çağa hitap edemeyecekleri bir vakıadır.

Ancak şu var ki çağın dilini yakalamak demek, kendi ıstılahımızı kullanmaktan imtina etmek ya da onları yeni nesillere unutturmak demek değildir. Veyahut da bize yabancı kavramların körü körüne birer pazarlamacısı olmak değildir. Çağın dilini yakalamak, kendi söylemimizi, kendimizden taviz vermeden bize yakışan özgün bir şekilde çağın idrakine sunabilmektir.

Burada ilim ehlinden az saydaki ehl-i firasetin, kendi ıstılahını kullanma hususundaki inadını ve mukavemetini zikretmeden geçemeyeceğiz. Eğer bu direnç olmasaydı belki de bugün İslamî ilimlerden ve İslam düşüncesinden bahsedemeyecektik. İyiden iyiye kimliksiz, sabitesiz ve dahi fıkıhsız bir toplum olacaktık. Bu bir avuç münevverin inatçı duruşu, bizim için her zaman kendimize çeki düzen verme noktasında belirleyici bir unsur olmaya devam edecektir.

Kimlik sorunu

Burada bir takım kavramların tehlikesinden bahsederken, “bize yabancı kelimeleri hiç kullanmayalım” da demek istemiyoruz. Yeter ki neyi ne ölçüde kullanmamız gerektiğini bilebilecek kadar bir firasetimiz olsun. Şayet o firasetimiz yoksa öz Türkçe de kullansak, fasih Arapça ile de konuşsak, kültür emperyalistlerinin güdümünden kurtulamayız.

Burada biz çok daha farklı ve temel bir konudan bahsediyoruz. Üstelik bu konu bir takım yabancı kelimeleri kullanmak ya da kullanmamak kadar basite alınabilecek bir konu değildir. Belki “bilgisayar” yerine “kompüter” demek, ya da “lokanta” yerine “restoran” demek sadece dil yönünden bir cinayete karşılık gelebilir. Ya da sadece bir lisanın yozlaşması ile açıklanabilir.

Oysa bizim burada bahsettiğimiz durum, kültürel bir yozlaşmanın ötesinde çok daha ciddi bir tehlikedir. Bazen ikame edilmeye çalışılan yeni kavram, bizdeki hayatî bir kavrama tekabül eder. Onu yerinden koparmak için önce onu sallar, sonra yerinden oynatır ve onu kökünden söküp atmaya kalkışır. Eğer siz buna göz yumarsanız, düşünce sisteminizin çivisi çıkmış olur.

Tehlikeyi fark edebilmemiz için kullandığımız bu yeni kavramın bizdeki hangi kavramı tedavülden düşürmeye yönelik olarak kullanıldığını tespit edebilmemiz gerekir. Kullanılan o kavramın bizdeki hangi kavramı ya da kavramları kullanma ihtiyacı hissettirmediğini tespit edebilirsek meselenin ciddiyetini işte o zaman daha iyi anlarız.

Örneğin siz “fıkıh” veya “fıkıh usulü” kavramlarının yerine başka bir şey koyarsanız, sadece yabancı bir kelime kullanmış olmazsınız, İslamî ilimlerin de köküne kibrit suyu dökmüş olursunuz. Yani dininizi yıkar, ümmeti de parçalamış olursunuz. Fakat bunu yapanların neyi neyin yerine kullandıklarını itiraf etmelerini beklemeyin. Kaldı ki bir kısmı bunu masumane duygularla yaparken, kimisi de içindeki ifsat duygusundan dolayı bile bile yapmaktadır.

Her şeyin bir fıkhı var

Fıkıh, Müslüman hayatının bütününü kuşatan ve bütününe şekil veren kaideler ilmidir. Fıkıh kaideleri de usulsüz olarak ortaya atılan kaideler değildir. Fıkıh usulü kaideleri sayesinde fıkıh sağlam bir zemin üzerine oturur. Müslümanlar, hayatının her boyutunda fıkıh üzere yaşarlar. Yani Müslümanların hayatını fıkıh tanzim eder. Fıkhın temeli ise fıkıh usulüdür. Fıkıh usulü, Kur’ân ve Sünnet üzerine ezbere konuşmanın, bunlar üzerinden usulsüz hükme varmanın önüne geçer.

“Fıkıh usulü” ve onun üzerine bina edilen “fıkıh” kavramları, bize hayatın her alanında İslam’ın bakış açısını özetleyen merkez kavramlardır. Her ikisinin dayanağı da Kur’an ve Sünnet’tir. Bir konuda Müslümanın bakış açısının ne olması gerektiği sorusuna verilen cevabı, fıkıh ve fıkıh usulü kavramlarına müracaat ederek bulabilirsiniz.

Mesela; “Savaş konusunda Müslümanın bakış açısı ne olmalıdır” sorusunu mu merak ediyorsunuz? Savaş fıkhını öğrenirsiniz. “Eğitim konusunda ne yapılmalıdır” sorusuna mı cevap arıyorsunuz? Eğitim fıkhını bilerek cevap verebilirsiniz. Demek ki bizim bir meseleye olan bakış açımızı ve yaklaşımımızı ifade eden kavramlarımız; “fıkıh” ya da “fıkıh usulü” kavramlarıdır.

Tarihi açıdan baktığımızda da durum hep böyle olmuştur. Biz Müslümanlar asırlardır yaşamış olduğumuz hayata “fıkıh usulü” formatında ve “fıkıh” çerçevesinde baktık. Bu kavramlar her zaman hayatımızın merkezinde yer aldı. “Hayat” dediğimiz zaman ilk olarak “fıkıh” aklımıza geldi. Hayatı fıkıhtan, fıkhı da hayattan koparmayı hiçbir zaman düşünmedik. Her şeyin bir fıkhı olacağını bizzat Nebiyyi Zişan Efendimiz’in yaşantısından öğrendik.

Düşünce sistemimizin alt yapısını “fıkıh usulü” temeline dayanan sağlam bir “fıkhi yapı” ile kurduktan sonra derinliğimizi ise “tasavvuf” sayesinde gerçekleştirdik. Bizi enfüs ve afakta geliştirecek olan sağlıklı yöntem ve usul de zaten böylesi bir yöntemdi. Fakat daha sonraları sekülerleşme ile birlikte “fıkıh” ve “fıkıh usulü” gibi kavramlardan uzaklaşmaya başladık.

Her ne kadar seküler bir toplumda ve laik bir düzende yaşıyor olsak da, bu kavramlar Müslümanca duyarlılığı olan insanların düşüncesinin hâlâ merkezinde yer almaya devam etmektedir. Helal, haram, mekruh, müstehab, farz, vacip, Sünnet gibi kavramlar kullanılmaya devam ettikçe “fıkıh” yine her zamanki gibi –inşallah- hayatımızın yine başköşesinde olacaktır.

Şayet iyice sekülerleşmek istemiyorsak, aklımızı başımıza almalı ve en azından din eğitimimizi bu kavramların üzerine bina etmeliyiz. Çocuklarımıza bu kavramları çok iyi bir şekilde öğretmeliyiz. “Din dilini yenilemek” gibi fitnelere ise asla prim vermemeliyiz.

Biz fıkha dönmekten bahsederken, birileri sürekli; “Eğitimde yeni bir paradigma değişimine ihtiyacımız var” gibi süslü sözler söyleyebilirler. Birileri de böyle entel dantel laflara pirim verebilirler. Dileyenler ise bir müddet bekleyip bu gibi içi boş sözlerin sonunda nasıl da pof çıktığına şahit olabilirler.

Açık yüreklilikle her türlü dışlanmayı da göze alarak ifade ediyorum ki bizim bu gibi sözlere karnımız toktur. Bugün bizim ne eğitim felsefesine, ne de eğitimde yeni paradigmalara ihtiyacımız var. Bizim önce fıkhın hayatımızdaki konumunu kavramaya, ardından da eğitim fıkhımızı ortaya koyarak ona göre eğitim sistemimizi yeniden dizayn etmeye ihtiyacımız var.

Edepli bir yenilik

Fıkıh derken de asla değişmeyen, kendi kendini yenilemeyen statükocu bir yapıdan bahsetmiyoruz. Sabitesi olan ancak kendisini zamana ve koşullara göre yenileyebilen bir fıkıhtan bahsediyoruz ki geleneğimizde bu yenilenmeye “tecdid” denilmektedir. Tabiri caiz ise bunu “edepli bir yenilik” olarak tarif edebiliriz.

Dikkat ederseniz oryantalistler ve onların güdümündeki birtakım kimseler fıkıh ve fıkıh usulü kavramlarını gözden düşürmeye çalışırken, bunu “yeni durumlar karşısında yeni çözümler üretmek” gibi kulağa hoş gelebilecek söylemlerin arkasına gizlenerek yapmaya çalışıyorlar. Oryantalistlerin bizi hangi noktalarımızdan vurduklarını iyi tespit edebilirsek, istikametimizi korumamız da o ölçüde kolay olacaktır. Aksi takdirde onların dümen suyuna girmemek işten bile değildir.

Bugün bütün insaf ve izan sahipleri, elimizdeki “fıkıh usulü” formatımızla bütün yeni durumlar karşısında bir değil birçok yeni çözüm üretebilecek zenginlikte olduğumuzu kabul ederler. Fıkıh geleneğimizi ve birikimimizi bilip de onun sağlamlığından ve gücünden etkilenmemek mümkün değildir. Hatta insaf sahibi gayrimüslimler bile bizim fıkhımızdan hayranlıkla söz ederler.

Bakmayın siz bugün tasavvufu reddeden, Sünnet’i hakir gören, “Kendi hükmümü kendim çıkartırım” ya da “Bize meal yeter” diyen bir kısım insanların “fıkıh” ve “fıkıh usulü” gibi mecralara hiç uğramamasına… Tarihimiz ve ecdadımız ile de problemleri olan bu gibi kimselerin, bu tür konulardaki tavırlarının, oryantalistlerin tavırları ile birebir örtüştüğünü görürsünüz.

Neden fıkha uğramazlar?

Peki, neden bu insanlar fıkha ve fıkıh usulüne hiç müracaat etmezler? Neden bu mecraya hiç uğramazlar? Çünkü bu kavramlar hem sağlam bir sabiteye işaret etmeleri yönünden, hem de dayandığı temeller açısından meşrebi geniş zevatın işine yaramamaktadır. İslam’ı bozmak için girdikleri bu yolda, karşılarında kapı gibi sağlam fıkıh ve fıkıh usulünü görünce, ondan kurtulmak için her türlü şeytanlığı yapmakta bir beis görmezler.

İslam’ın sağlam kalesi olan ve bizi mutedil ve müstakim bir itikada sabitleyen “fıkıh” ve “fıkıh usulü” kavramını sarsmak isteyenler, onun yerine her tarafa çekilebilen kaypak kavramları kullanmayı tercih ederler. Zannımızca bu kavramlardan bir tanesi de seküler dünyanın bir ürünü olan, bugün çokça kullanılan “paradigma” kavramıdır.

Bu iddiamızı ispat edebilmemiz için “paradigma” kelimesinin ne anlama geldiği üzerinde kısaca duralım. Bir yazar “paradigma” kelimesini “gözlük”e benzeterek tarif ediyor ki zannımca bu kelime ancak bu kadar güzel tarif edilebilirdi. Yani paradigma bir bakış açısını, bir bakış tarzını, bir bakış formatını, bir bakış usulünü, bir anlayış modelini ifade ediyor.

Anlaşılan o ki bu kelime doğrudan doğruya bizim kimliğimize tekabül ediyor. Çünkü bir şeye biz hangi açıdan bakıyorsak biz oyuzdur. Müslümanlar olarak bizler hayata olan bakış açımızı, düşünce formatımızı, usulümüzü, yaklaşım tarzımızı, akıl yapımızı ve zihniyetimizi ifade ederken,- yukarıda da ifade ettiğimiz gibi-, her yöne rahatlıkla sündürülebilen “paradigma” kavramıyla değil “fıkıh” ve “fıkıh usulü” gibi sabitesi olan oturaklı kavramlarla ifade ederiz. Nitekim fıkıh ve fıkıh usulünün bize sunduğu sağlam prensiplere dayanmadan, bir bakış açısı ortaya koyamayacağımız gibi Müslümanca düşünceyi de gerçekleştirmeyiz.

Zaman zaman çevremizde etrafımızda “Müslüman paradigmasını ihya etmek” veya “İslami bir paradigma kurmak” ya da “İslami bilgi sistematiğimizi kurmak” gibi söylemlerle karşılaşıyoruz. Hem de dindar olarak kabul ettiğimiz kimselerden duyuyoruz bu gibi lafları. Evet, bu insanlar ya fıkıh usulünü bilmedikleri için ya da fıkıh usulünü öğrenme zahmetine girmedikleri için böyle süslü cümlelerle gönüllerini avutuyorlar.

Ya da asırlardır yıkamadıkları Ehli Sünnet itikadını bozma yolunda “fıkıh usulü” onlara bu imkanı ve yolu vermediği için “paradigma” gibi karikatürize edilmiş kavramlarla yol almayı tercih ediyorlar. Ne niyetle bu gibi kavramların peşine gittiklerini bilemem ama doğru bir yere gitmiyorlar.

Fıkhımız ve fıkıh usulümüz bugün dağ gibi ayaktadır ve İslam’ın sağlam kalesidir. Bütün sorunlarınıza buradan cevaplar bulabilirsiniz. Dileyen bu bereketli ilimden istifade eder, dileyen de yeni bir paradigma kurmak gibi entelektüel heveslerin peşine takılır. Fakat bu tür heveslere kapılanlar önce şu soruya cevap vermelidir: “İslam fıkhı şimdiye kadar hangi sorununuzu çözmedi ya da hangi sorunuza cevap vermedi?” Çözüm belidir ve ortadadır. Çözüm yeniden fıkha ve fıkıh usulüne dönmektir.

Aydın Başar/ İrfanDunyamiz.com

İstikamet Yazıları ↗

İslam’ın şuur boyutuna vurgu yapan yazıları okumak için tıklayın.

Kaynak Metinler ↗

İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Abdullah bin Mes’ud gerçek bir kahramandı…

Elimizdeki kaynakların bildirdiğine göre Hazreti Dâvûd aleyhis selam, babasının en küçük oğludur ve çobanlık yapmaktadır. …

Bir yorum

  1. Çok boş bir yazı olmuş, yazan kişinin fıkıh ve usul bilmediği, klasik birkaç fıkıh usulü okumadığı çok aşikar. Sağdan soldan duyduğu ezber cümleleri alt alta dizmiş. Fıkıh usulünden hareketle bulsun bakalım tüm meselelere çözüm de görelim. Trübüne oynamış.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.