Kabil gibi nefsimizin esiri olmayalım…

Malına mülküne insanları hayran eden bu fani dünya, kimseyi kendisine dost edinmiyor. Her ne kadar ihtiyarlamış olsa da nice insanı yolcu etti. Malını korumak için köle gibi yaşayan Karun da, malının üzerine binen süvari misali sultanlık yapan Hazreti Süleyman aleyhis selam da geldi geçti. Koskoca bir devleti olan Nemrut da kalmazken, bir tek başına Hakk’ın safında olmanın mutluluğunu yaşayan ve bir kişi olmasına rağmen “millete İbrahîm” diye Kur’an’da anılan Hazreti İbrahim aleyhis selam da bu dünyada kalmadı.

At üzerinde saraya çıkan zevk u sefa içerisinde yaşayan Firavunlar da giderken, daha doğduğu anda annesinden ayrılan ve çileli bir hayat yaşayan, Allah Teâlâ’nın kitabında en çok anılan Hazreti Musa aleyhis selam da göçtü bu dünyadan. Dünyaya gelişi ve gidişi baştanbaşa bir mucize olan Hazreti İsa aleyhis selam da gitti, ona dünyayı dar etmeye çalışan zalimler de gitti.

Oluklar çift

Bizler de yaşadığımız hayata baktığımızda her iki ekolü temsil eden yani iyilik yolunda gayret edenlerin de, kötülükleriyle insanlığa zarar verenlerin de bu dünyada kalmadığını görüyoruz. Denilebilir ki: “Bunları bilmeyen mi var, niye söylüyorsun?” Bilmek yetmiyor güzel a benim güzel kardeşim, anlamak, ibret almak ve hayat denen bu güzel nimetin kıymetini idrak etmek gerekiyor.

Bazen kendime soruyorum: “Sen de bu fani dünyadan göçeceksin. Peki, senin safın hangi yönde? İyiliğin, teslimiyetin, Hak yoluna malını vermekle kalmayıp canını da feda eden Habil’in yolunda mısın? Yoksa hasedin, nefse esir olmanın, cimriliğin, hepsinden öte kan akıtmanın önderi olan Kâbil’in yolunda mısın?” Tabii ki biz, Allah celle celaluh korusun, Kâbil’in yolunda olanlardan olamayız. Ama yaşantımız Kâbil yolcuları gibiyse; “Ben Hâbil’in tarafındayım” demekle acaba kurtulabilir miyiz?

Ben bu sözleri önce kendi nefsime söylüyorum. Okuduklarımı, yazdıklarımı her şeyden önce kendi nefsime uygulamıyorsam, bu gayretlerin ne anlamı var? Kendime bakıyorum, tabiri caizse hayatımı tahlil ediyorum. Bende haset var mı? Hak için bir şeyler verebiliyor muyum? Verirken Kâbil gibi en adisini mi veriyorum, yoksa Hâbil gibi en iyisini mi? Yaptığım işlerde nefsimi mi tatmin ediyorum, yoksa Hak rızasını mı gözetiyorum?

Bu bakışla yola çıktığımda “pek de güzel bir hayat yaşadım” diyemem. Kâbil’in yaptıklarını yapmamışım fakat Hâbil gibi yiğitlik de yapamamışım. Yani Müslümanım ama pasif Müslümanlar safındayım herhalde. Herkesin bana “iyi” demesini beklemişim. Beni sevmeyenler, iyi bir Müslüman olduğumdan dolayı bana düşman olmamışlar, tam tersine İslâm’ı yaşamaya çalışırken etrafıma faydalı olmak yerine bazen zarar da vermişim.

Dünya imtihanı

Hâbil’in yolunun yolcuları şahsiyet olarak çok üstün olmalarına rağmen taşıdıkları misyon (dava)dan dolayı yaşadıkları toplumlar tarafından sevilmediler. Bunun en bariz örneğini iki cihanın sultanı Hazreti Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem’in hayatında görüyoruz. Müşrikler tarafından “emîn”liği tasdik edilmesine rağmen; o, getirmiş olduğu İslâm Nuru’ndan dolayı çileler çekmiştir.

Hazreti Âdem ile Hazreti Havva annemiz cennetten dünyaya geldiklerinde dünya onlara çok büyük gözükmüştü. Bu dünyada çoğalmak ve her yerin insanlarla dolması için Allah’a dua ettiler. Allah Teâlâ soğuk bölge sıcak bölge demeden, dağları, çölleri, ovaları, her tarafı insanlarla doldurdu ki; insanlar, birbirleriyle anlaşsınlar, dünyada korkmadan yaşayabilsinler. Böylece dünya insanlarla dolmuş oldu.

Eskimolar, Avrupalılar, Çinliler, Afrikalılar, Asyalılar… Herkes Hazreti Âdem ile Havva annemizin çocukları… Hâbil ile Kâbil de, Âdem aleyhis selam’ın çocukları. Hazreti Âdem aleyhis selam onlara: “Allah için kurban verin” demiş. Hâbil, malının en iyisini getirirken, Kâbil malının en kötüsünü getirmiş.

Şeytanın tuzağı

Söz buraya gelmişken şu hatırlatmayı yapmakta fayda görüyorum. Kâbil vermezlik etmemiş, vermiş de malının en adisini vermiş. Bizler de, Allah celle celaluh’un rızası için deyip de en eskileri, en değersizleri verdiğimizde bu cümleleri hatırlamamız gerekir. Rivayetlere göre gökten bir ateş gelmiş, Hâbil’in kurbanını almış, Kâbil’inki orada kalmış. Bu duruma çok kızan Kâbil de “ne yapsam?” diye düşünürken şeytan da boş durur mu, onu sabaha kadar uyutmamış. “Bir tek yol var, Hâbil’i öldürmek” diye vesvese vermiş.

Bu düşünce ile kardeşinin yanına gelen Kâbil onu yakalar ve: “Seni öldüreceğim,” diye bağırır. Hâbil şaşkınlık içindedir: “Neden beni öldürmek istiyorsun? Ben sana ne yaptım?” der. “Çünkü babam seni benden daha çok seviyor. Senin kurbanın kabul edilsin diye dua etti.” Hâbil’in; “Beni öldürmekle eline ne geçecek? Allah Teâlâ seni affetmez,” demesi üzerine Kâbil daha da öfkelenerek evine gitmiş ve sabahlara kadar uyuyamaz olmuş. Şeytan da bir yandan boş durmuyormuş.

Derken, Hâbil’in koyunlarını otlattığı yere gelip bir kaya parçası almış ve kardeşinin başına vurarak onu öldürmüş. Dünyadaki ilk cinayet de işte böyle işlenmiş. Kısa bir zaman sonra Kâbil kendine gelmiş, yaptığının yanlış olduğunu anlamış ama artık iş işten geçmiş. Korkmuş, huzuru kaçmış. Sanki bütün dünya ona “Katil! Katil!” diye bağırmaya başlamış. Hem herkes affetse bile Allah celle celaluh onu affetmezdi artık.

Şaşırmış bir halde “Ne yapsam?” diye düşünürken bir karganın bir kuşu toprağa gömdüğünü görmüş. Onu örnek alarak yeri kazmış ve Hâbil’i oraya gömmüş. Biraz sonra Âdem aleyhis selam gelip oradaki taşlar üzerinde kanları görünce durumu anlamış. Bir yandan ağlayıp bir yandan da şöyle seslenmiş: “Kâbil! Kardeşine ne yaptın? Artık sonsuza kadar rahat yüzü görme. Git hayatın sana zindan olsun!”

Nefsinin esiri

Aslında Kâbil nefsine esir düşmüştü ve mücadeleyi nefsi ile yapmadan kardeşiyle yapmıştı. Teslimiyet yerine haset yolunu tercih edip dünyada işlenen bütün cinayetlerden kendisine bir vebal gitmesine sebep olacak bir kötü yolu da açmış oldu. Cenab-ı Hak da bu konuyu bizlere kıssa olarak şöyle anlattı:

“Onlara Âdem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Hani onlar Allah’a (yaklaştıracak) birer kurban takdim etmişlerdi de ikisinden birininki kabul edilmiş, öbürününki kabul edilmemişti. Kurbanı kabul olunmayan (Kâbil), diğerine ‘seni elbette öldüreceğim’ demişti. Beriki de (Hâbil) ‘Allah ancak takva sahiplerininkini kabul eder. Yemin ederim ki, beni öldürmek için elini bana uzatırsan ben seni öldürmek için elimi uzatmam. Çünkü ben kainâtın Rabbi olan Allah’tan korkarım. Şüphesiz dilerim ki sen kendi günahınla birlikte benim günahımı da yüklenesin de cehennemliklerden olasın. İşte zalimlerin cezası budur.’ Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye cür’etlendirmiş ve onu öldürmüştü. Bu yüzden de zarara uğrayanlardan olmuştu.” (Mâide, 27– 30)

Müfessirlerimiz demişler ki: “Maldan önce takva gerekir.” Kendine kötülük yapana karşılık vermeyen kimse, takva ile yoğrulmuş müspet bir şahsiyettir. Allah’tan korkan başkasının malına, canına tecavüz etmez. Demek ki işin başı buradan kaynaklanıyor ve nihayet insan olarak dünyaya gelmek yetmeyip insanca yaşamın da en önemlisi olduğunu, Mevlâ’mızın Kâbil’in ne kadar aciz bir duruma düştüğünü bizlere gösterdiği şu ayetlere bakarak bunu anlayabiliriz:

“Sonra Allah, bir karga gönderdi. O, yeri eşiyordu ki ona (Kâbil’e) kardeşinin ölüsünü nasıl örteceğini göstersin. Kâbil: ‘Yazıklar olsun bana. Şu karga gibi bile olup da kardeşimin cesedini örtmekten aciz mi kaldım?’ dedi. Artık o, pişmanlığa düşenlerden olmuştu.” (Mâide, 31) Allah celle celaluh bizleri okuyup ders alan, bundan sonraki hayatını, teslimiyet, takva gibi güzelliklerle süsleyenlerden kılsın!

Geylani Akan/ İrfanDunaymiz.com

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

İz bırakan mal müdürü Neşet Özerdem

Bir mal müdürü düşünün, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde görev yapmış ve her gittiği yerde iz bırakmış. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.