Huzura kavuşmuş nefis

Kur’ân-ı Kerim’de “Ey huzura eren nefs!”[1] şeklinde hitap edilen ve Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem’in ; “Ya rabbi senden itminana ermiş bir nefs istiyorum[2] duasıyla ideal bir hedef olarak müminin ulaşması istenen nefs mertebesine nefs-i mutmainne denir.[3]

Nefs-i mutmainne derecesine ulaşan bir sâlikin kalbi nurlanmasını tamamlamış bir kalptir. Bu kimse kötü özelliklerden kurtulmuş ve güzel ahlak ilkeleriyle bezenmiş bir karaktere ulaşmıştır. M. Ali Aynî’nin ifadesiyle “Eğer nefis şehvanî nefsin hükmünden büsbütün çıkıp kulluk makamına varmış ve ıstırabı dinip şehvanîliği büsbütün unutmuşsa bu nefse nefs-i mutmainne denir.”[4]

Manevi hararet

Sadakatle bağlı kalarak ve gereklerini yerine getirerek[5] bu mertebeye ulaşan sâlikin ruhunun ilahî aşk ve manevî hararet sayesinde nefiste var olan soğukluğu gider ve bâtın nurlanır, melekût âlemini müşahede edebilecek duruma gelir.[6] Sûfîler, mutmainne mertebesinde sâlikin Hakk ismiyle meşgul olduğunu söylemiştir. Onlara göre bu mertebede sâlik, bazen iradesi dâhilinde bazen de iradesi dışında kalben zikre devam etmektedir.[7]

Diğer nefs mertebelerinde olduğu gibi mutmainne derecesinin de iki yönü olduğundan bahseden sûfîler, bu nedenle sâlikin gayretle yerinde saymadan sürekli bir ilerleme hali içerisinde olması gerektiği konusunu gündeme getirmişlerdir. Hazreti Mevlana, mutmain nefsin akabinde ulaşılacak razıyye mertebesine ulaşması noktasındaki önemine şu şekilde işaret etmiştir:

Kul nefsini, nefs–i mutmainne makamına çıkarırsa, kendisine cennet yolu açılır. Bir de cennet yolu ile birlikte cemalullah yolu vardır. Cennet yolunu kazanan, sonrasında cemalullah yoluna girer. Bir mümin cemalullah yolunda nefsini, nefs–i mutmainneden geçirip, nefs–i razıyye makamına ulaştırırsa, nefsin bu makamında yüce yaratıcının her türlü kaza ve kaderine razı olur, ölmeden önce ölenlerin sırrına erer.”[8]

Mutmainne mertebesinde sâlikin halini toprağa benzeten sûfîlere göre sâlik bu mertebede insanî ruha ulaşıp sükûnete erdiği için Allah’ın emri dışına çıkmaz ve bu nedenle toprak metaforu ile anılır.[9] Sûfîler, nefs-i mutmainne makamının seyrinin seyr meallah/ Allah ile beraber, âleminin hakîkati-i Muhammediyye, mahallinin sır, halinin vuslat ve nurunun beyaz[10] olduğunu ifade etmişlerdir.[11]    

Bazı hususlar

Sûfîler, sâlikin bu makamda beşerî sıfatları ehadî sıfatlarda yok edip (ifnâ), ahlâken ilâhî sıfatlarla muttasıf olduğunu söylemişlerdir.[12] Hacı Bektaş-ı Veli’nin ifadesine göre mutmainne derecesindeki sâlikin şu on makamı kat etmesi gerekmektedir: Fakirlik, sabretmek, âdil olmak, insaflı olmak, ilim, rıza, tahkik, kesin olarak bilmek, ahit ve vefa.’[13] Son dönem mutasavvıflarından Mehmet Zahit Kotku ise mutmainne mertebesinde sâlikin amel, tevekkül, açlık, riyazet, ibadet ve tefekkür hasletlerine sahip olması gerektiğini belirtmiştir.[14]

Necmüddîn-i Dâye bu aşamaya gelen sâliki bazı konularda uyarmıştır. Buna göre sâlik, mutmainne mertebesinde cezbe kemendiyle şevkin galebesiyle meczupların durumuna düşmemelidir.[15] Receb-i Sivâsî’nin açık bir şekilde hatırlattığı üzere sâlik bu mertebede Hallac-ı Mansur’un durumuna düşerek Ene’l-Hak gibi sözleri zikretmekten uzak durmalıdır. Çünkü bu mertebede sâlikin aklı hayrete düşmektedir ki onun dinin zahirine ters sözler sarf etmemesi için şeyhi bir an olsun sâliki gözetimden ayırmamalıdır.

Bu ve benzeri manevi sarhoşluk hallerine/ sekr hallerine karşı sâlik mürşidinin sözünden çıkmadan karşı koymalıdır. Receb-i Sivâsî şu can alıcı örnekle sâlikin bu halini izah etmeye çalışmıştır: Bu durumda bazıları kendilerine galebe çalan halden dolayı şatahatlarda bulunabilir. Mesela Mansur bin Hallac’ın “enelhek” demesi gibi. Bu halde (kişi) kendisine doğru yolu gösterecek, mümkün mümkündür, vacip vaciptir, diyebilecek donanımlı bir mürşide ihtiyaç duyar. [16]

Sükunete erer

“Şeyh firkat suyu ile müridin hararetini soğutur. Manevi sarhoşluğun etkisi ile (mürid) sayha atar ve kendisine geldiğinde bu şatahatlarından dolayı tevbe eder. O, ateşe atılan simsiyah bir demirin kirinden pasından kurtulması için ustanın talebelerine körüğü üflemelerini emrettiği gibidir.

Bu demir öyle bir kızarır ki kendisinden siyahlık gider ve usta demirin soğutulması için etrafının soğutulmasını emreder. Bu demir lisan-ı hali ile sanki ‘Ben ateşim, ben ateşim. (Hele bir) Şu hararetime ve kıvamıma bir bakın’ der. Ustası ise, ‘Hayır, hayır kesinlikle(böyle değil)’ diyerek onu ikaz eder.

Şuuru yerine geldiğinde bu kişiye bir cürüm söz konusu olmaz. Çünkü o ateşten çıkmıştır. İçerisinde bol su bulunan bir kaba kor halindeki demirin atıldığı zaman çıkardığı ses ve iniltiler gibi (sâlik) bir hal yaşamıştır. Demir, kor halinden çıkıp soğuyarak kendine geldiğinde kendisinin demir olduğunu idrak ettiği gibi sâlik de kendisine galebe çalan bu halden kurtulduğunda susar ve sükûnete erer.”[17]

Sivâsî, son olarak sâliki hayret, devamlı sekr ve mümeyyiz akılların gitmesi gibi haller görülebildiği için hulûl düşüncesine karşı da uyarmıştır. Ona göre sâlik bu halleri yasadığı süreçte yanılarak bazı hayvan ve cansız eşyalara hulûlün söz konusu olduğu zannına düşebilmektedir.[18] Semanudî ise sâliki mal kazanırken kalbinin onunla meşgul olmaması noktasında uyarmıştır. Yine Semanudî, mutmainne derecesinde sâlikin baş olmak sevgisine karşı dikkatli olması gerektiğini ifade etmiştir.[19]  

Netice olarak ifade etmemiz gerekirse sûfîler ideal hedef olarak belirledikleri nefs-i mutmainne derecesinde sâlikin sıfatları üzerinde detaylı bir şekilde durmuşlardır. Bununla birlikte onların sâlike, şatahat, sekr, aklın baştan gitmesi, hulûl ve baş olma sevdasına karşı dikkatli olma noktasında uyarılarda bulunduklarını görmekteyiz. Gazali ve Sühreverdî gibi sûfîler, nefs-i mutmainne mertebesiyle nefsin mertebelerini sınırlamışlardır.

Özellikle Halvetiyye şeyhleri ve onların tesiriyle Anadolu’da birçok sûfî ise razıyye, merzıyye ve kâmile olmak üzere mutmainne mertebesinden sonra üç nefs mertebesi üzerinde daha durmuştur. Muhtemelen tarikatların nefsi terbiye yöntemlerinden kaynaklanan bu durum bir yana sûfîler her nefs mertebesi için Kur’ânî ve nebevî delillerden hareketle görüş ve düşüncelerini açıklama yoluna gitmişlerdir.

Bu durum sûfîlerin İslam’ın ana kaynakları üzerinde derinleşmelerini ve bu konudaki fikri gayretlerini göstermesi açısından son derece önemli bir husustur. Nefs konusunu da ‘insan merkezli’ anlayışları çerçevesinde değerlendiren sûfîlerin bu tavrı Allah Teâlâ’nın tecelligâhı olarak gördükleri insana verdikleri değeri gözler önüne sermesi bakımından da dikkat çekicidir.

Dr. Fatih Çınar/ İrfanDunyamiz.com

DİPNOTLAR

1 Fecr 89/27. Abdullah-ı Tüsteri ayeti şu şekilde tefsir etmiştir: “Ey huzura ermiş nefs ifadesinde, tabiat nefsinin hayatının kendisine bağlı olduğu ruh nefsine hitap edilmektedir. Mutmainne ise Allah’ın mükâfat ve cezasını tasdik eden nefis olup kendisinden istenen, hem Allah sayesinde Allah‟tan razı olarak hem de Allah‟la sükûnet bulduğu için Allah rızasına ermiş olarak ahiret yoluyla Rabbine dönmesidir.” Tüsterî, Tefsîru’l–Kur’ân, Matbaatü’s-Saâde, Kahire1908, s.184. Bu ayetin yorumuyla ilgili farklı bir bakış açısı için bkz., Murat Sülün, Nefs-i Mutma’inne Ayetine Yeni Bir Yaklaşım, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 50:1 (2009), s.1-24.
2 Ebu Davud, Edep 110; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.V, s.42; Suyuti, Câmiu’s-Sağîr, c.I, s.58.
3 Ahmet Ögke, Kur’ân’da Nefs Kavramı, İnsan Yay., İstanbul 1997, s.90-91.
4 M. Ali Aynî, İslâm Tasavvuf Tarihi, s. 117-120. Necmmüddin Dâye Te’vilât-ı Necmiyye adlı eserinde nefs-i mutmainne mertebesiyle ilgili şu dikkat çekici yorumlara ver yermiştir: “Menzil ve makamları kat ettikten sonra [bir damlanın deryaya karışarak onda fâni olması misali] Rabbinde fâni olarak O’na dön; yani, hem Allah’a doğru gerçekleştirdiğin seyr u sülûkün [manevî yolculuğun] sonuçlarından razı olarak hem de O’nun giydirdiği bekâ [kalıcılık] giysisiyle O’nun rızasını kazanmış olarak. Ben’de ve Benim sıfatlarım ile bekâ bulmuş olan kullarımın arasına gir; kendi zatından ve benliğinden fâni olduğun için Benim zat cennetime gir.” İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l–Beyân, Eser Neşriyat, İstanbul 1389, c.X, s.433. 
5 Sûfîler, kulun kulluğunda devamlı olmasını manevî ilerleme için ön şart olarak görmüşlerdir. Abdülehad Nûrî-i Sivâsî bu konuda şu önemli tespitlerde bulunmuştur: “Abd, ubûdiyetini izhâr ve isbât etmedikçe, Mevlâ ona lâyık tecelliyât etmez. Makâm-ı ubûdiyetten her hangi makama terakki ederse, ona lâyık ve münasip tecelli ile şeref-yâb eder.” İbrahim Baz, Abdülehad Nûrî-i Sivâsî’nin Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri, (Yayınlanmamış Doktora Tezi) Ankara-2004, s.299.
6 Dâvut el-Kayserî, Risâle fî ilmi’t-tasavvufi, tahkik: Mehmet Bayraktar, AÜİFD, c. XXX, Ankara 1988, s. 206.
Şeyh İslam, nefs-i mutmainne mertebesine bir şiirinde şu şekilde değinmiştir: “Fesâdnı tilemişde emmâre ol/ Nedâmet ketürmişde levvâme ol/ Hidâyetga tevfîk bolur mülheme/ Velî mut’mainne tama’nîne ol.”  Şeyh İslam, Mu‘înü’l-Mürîd, Hazırlayanlar: Recep Toparlı, Mustafa Argunşah, Türk Dil Kurumu Yay., Ankara 2008, s.144. geniş bilgi için bkz., Adem Çatak, ‘Şeyh İslam’ın Mu‘înü’l-Mürîd Adlı Eserindeki Bazı Tasavvufi Kavramlar’, Turkish Studies- International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 7/2 Spring 2012, s.279-303.
7 Ramazan Muslu, “Muhammed Sâdık Efendi ve Nefis Mertebeleri Çerçevesinde İnsana Bakışı” Üsküdar Sempozyumu IV, s.533. 
[8] Necmüddin Kübra, Tasavvufi Hayat, Dergâh Yayınları, İstanbul 1996, s.62.
9 Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Anka Yay., İstanbul 2004, s.116; İsmail Erdoğan, “Şeyh Safiyüddin Erdebîlî’ye Göre Ruh – Beden İlişkisinde Hayvanî Ruhun Yeri”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 15:1 (2010), s.9. Bektaşilikte de benzer değerlendirmelere yer verilmiştir: “Bektaşi düşüncesinde nefsi mutmainne topraktır. Hak Teâlâ Cennet’i onun üzerine bina eylemiştir. Toprak, Âdem Safiyyullaha nispet eder. Toprak şah-ı merdândır. Onun için ismine Ebu Turâb bir ismine Ebu Talib dediler.” Adil Ali Atalay, İmam Cafer Sadık Buyruğu, İstanbul, s.48. 
10 Ali Yıldırım, “Renk Simgeciliği ve Şeyh Gâlib’in Üç Rengi”, Millî Folklor, 2006, Yıl: 18, Sayı: 72, s.134-135. 
11 Bali Efendi, Atvâr-ı Seb’a, Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi, Nu: 2927, vr. 11a-b; M. Nuri Şemseddin Efendi, Risâle-i Murâkabe, Es’ad Efendi Taşbasımevi, İstanbul 1248, s.7-8; Ramazan Muslu, “Seyr u Sülûk Metotları”, Tasavvuf El Kitabı, Editör: Kadir Özköse, Grafiker Yay., İstanbul 2013, s.354-355.
12 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 12b. Gazâlî’ye göre bu mertebeye bu isim şehvetlere karsı koyması sebebiyle emir altında sükûna erip serkeşliği kaybolduğundan dolayı verilmiştir. Gazali, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, c.III, s.4.
13 Pervin Ergun, “Hacı Bektaş Veli’nin Makalat-ı Gaybiyye ve Kelimat-ı Ayniyye Adlı Eserinde Arınma”,Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, 2011, s. 18. 
14 Mehmed Zahid Kotku, Nefsin Terbiyesi, Vuslat Yay., İstanbul 2010, s.253. Eşrefoğlu Rûmî ise mutmainnede sâlikin cömertlik, şecaat, tevazu, yumuşak huyluluk, iyilik severlik, sabır ve şükür gibi hasletlere sahip olması gerektiğini belirtmiştir. Eşrefoğlu, Müzekki’n-Nüfûs, Metin Yay., İstanbul Tarihsiz, s.59.
15 Necmüddin Dâye, Mirsâdü’l-İbâd mine’l-mebde’ ile’l-meâd, Çeviren: Halil Baltacı, MÜİF Yay., İstanbul 2013, s.290.
16 “(Acı ve tatlı) iki denizi salıverdi birbirine kavuşuyorlar.” Rahman 55/19.
17 Sivâsî, Risâle fî usûli’l-Halvetiyye, s.3a-3b.
18 Sivâsî, Risâle fî usûli’l-Halvetiyye, s.3b.
19 Muslu, “Seyr u Sülûk Metotları”, s.356.

Şahsiyet Gelişimi↗

Müslümanca hassasiyetlerle yazılmış kişisel gelişim yazıları okumak için tıklayın.

Adab-ı Muaşeret↗

Sosyal hayattaki edep ve görgü kurallarına dair yazıları okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Abdullah bin Mes’ud gerçek bir kahramandı…

Elimizdeki kaynakların bildirdiğine göre Hazreti Dâvûd aleyhis selam, babasının en küçük oğludur ve çobanlık yapmaktadır. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.