Parayla arası iyi olmayan alim: Arabkendî

Mardin, Kızıltepe‘nin Ali Paşa Köyü’nde doğdum. Köyümüz on iki köyden oluşan Ğurs mıntıkasındadır. Ali Paşa bizim dedemizdir ve o köyün kurucusudur. Köyü o kurduğu için onun adıyla anılmıştır. Çocukluk dönemim orada geçti.

Dini ilimler ile olan irtibatım çok küçük yaşlarda başladı. İlk İslâmî eğitimimi, Kur’ân-ı Kerim’i ve ibtida seviyesindeki dersleri orada okudum. Tahsilimi yaklaşık on  sekiz yaşımdayken bitirdim. Ve Şeyh Arabkendi’den icazet aldım.

Kızamık salgını

Babam gayretli ve cesur bir insandı. Bizi ilme yönlendirdi. Sonra Allah Teâlâ kısmet etti ve O’nun bereketiyle ilmî hayatımız başladı. Ağabeyim Molla Muhammed de büyük hocadır.

Hatırlıyorum… Babam da anlatır dururdu. Bir defasında kızamık salgını oldu. Tabi o zaman bugünkü gibi doktor falan yok. Çok ağır bir kızamık salgını… Bizim köyün çocuklarının büyük kısmı kızamık sebebiyle öldü. Komşumuzun bizim akranımızdan, yanlış hatırlamıyorsam üç ya da dört oğlu bu hastalıktan öldü.

Babam evrâdı olan, ehl-i zikir bir insandı. Babam anlatıyor… Sabah namazının akabinde evrâdını bitirdikten sonra Allah’a söz vermiş. Münacatta bulunmuş: “Rabbim” demiş; “Eğer çocuklarımı bana bağışlarsan, hayatta bırakırsan hepsinin ehl-i ilim olmaları için çalışacağım.”

Elhamdülillah bizden kimse sağa sola gitmedi. Babam da o sözünü imkânı ve gücü yettiği nispette yerine getirdi. Bütün çocuklarını ilme yönlendirdi. Ama kimisi devam etti, kimisi devam etmedi.

Tabi babamın gayreti ve yönlendirmeleriyle elhamdülillâh bu yola koyulduk. Okuduk değişik hocalardan dersler aldık. Mıntıkanın hocalarından istifade ettik. Bunlardan başlıcaları Molla Abdulaziz, Molla Hadi, Molla Abdullah, Molla Abdussamed, Molla Fahreddin, Molla Muhammed Emin Er‘dir.

O bir dahi idi

Ama en önemli ve en büyük hocamız, bizi en çok etkileyen, hem ilmî hem de tasavvufî açıdan üzerimizde derin izler bırakan Şeyh Muhammed Arabkendî idi. Diyarbakır, Bismil’e bağlı Arabkend köyünden…

O, tarihte örneği nadir bulunan Müslüman şahsiyetlerden biriydi. Nevine nâdir rastlanan ulemâdan idi. Keskin zekalı  ve dahi insandı.

Aklıyla, tahlilleriyle, siyasî değerlendirmeleriyle, zekasıyla, hafızasıyla, zühdüyle, idârecilik vasfıyla…

Yani nereden bakarsanız zirvede olan değerli bir âlimdi.

Meselâ bazı insanlar vardır; sûfîdir, dünyadan haberi yoktur. Kimi de vardır ki dünyadan haberdardır ama âlim değildir ya da zühdü eksiktir.

Şeyh Arabkendî ise her iyi sıfatı cemeden, üstelik o vasıfları en üst düzeyde temsil eden bir insandı.

Biz büyük ve önemli kitapları onda okuduk. İnanıyorum ki o, okuduğumuz kitapların müelliflerinin seviyesinde bir âlimdi. Kendisi de bunun farkındaydı.

Görüş sahibi, re’y sahibi ve ictihad sahibi bir insandı. Kendine has görüşleri ve ictihadları vardı. Meselelerde ictihad (ictihad fi’l-mesele) yaptığı olurdu.

Tercih yapardı, hatta bazen iki görüşü de reddederek kendi görüşünü söylerdi ve “meseleye müteallik benim görüşüm budur” derdi. Dersleri de bu tarzda verirdi.

Büyük bir alimdi

Ders okurken ibarelere mana vermezdi.

O kendi üslubunu şöyle anlatır: “Bizde dersi, talebe verecek durumda olmalı. Biz ancak ağır bir mesele veya ibare olduğunda araya gireriz, çözümleriz. Nükteleri beyan ederiz. Hilâfları tercih ederiz ya da ikisini de reddedip görüşlerimizi açıklarız.”

Tabi Seyda’nın okuttuğu kitaplar yüksek düzeydeki kitaplardı. Bu düzeye erişen talebelerin bu üsluba ayak uyduracak durumda olmalıdır. Alt seviyedeki talebeleri müderrislere bırakırdı.

Hatta bu yüzden kimi talebeler bu seviyeye uyum sağlayamadıkları için medresede fazla kalmazdı. “Biz kendi dersimizi kendimiz okuyacaksak buraya neden geldik?” diyerek bir süre sonra medreseden ayrılırlardı. Zira Seyda’nın tarzına ayak uyduramıyorlardı.

Büyük bir sufi idi

Şüphesiz büyük bir sûfî idi. Bu asrın en büyük sûfîlerinden idi. Nakşibendî tarikatının pirlerinden idi.

Bu çok alışılmış, çok bildik bir durum değil. Zira son asırlarda onun gibi bir zat nerdeyse yetişmemiştir. Zira her iyi sıfatı her iyi hasleti kendisinde cemeden bir zattı. Mesela dünya malına hiç değer vermezdi. Neyi varsa, neyi olursa infak ederdi.

Eline bir miktar para geçtiğinde ona sanki bir belaimişçesine muamele eder ve bir an önce elinden çıkarmaya bakardı. Kendini o paradan bir an önce nasıl kurtarır? Bunun hesabını yapardı hemen.

Hatta; “Sevabını da istemiyorum yeter ki günah getirmesin. Bir an önce kurtaralım şundan kendimizi” derdi.  “Günah getirmesin kâfîdir bana” derdi.

Hizmet ehli idi

Medresesi vardı.  O zaman doğudaki en büyük medrese onunkiydi. O medresenin iaşesini kendi tarafından sağlardı. Üstelik iaşe ile de sınırlı kalmazdı; yemeğin pişirilmesi, bulaşığın yıkanması, hamuru hazırlayıp ekmeğin pişirilmesi vs. medresenin bütün hizmetlerini de kendisi ve ailesi yerine getirirdi.

Yaklaşık elli talebe vardı ve bunların sabah, öğlen ve akşam yemeklerini kendisi temin ederdi. Her ne kadar zengin olmasa da gönlü zengindi.  Var olanı veriyordu. İnfak ediyordu. Bazen bitiyordu. Evinde bir şey kalmıyordu. Kendisine de bir şey kalmıyordu. Oradan yetişen büyük hocalar vardır. Doğunun büyük hocalarının birçoğu onun talebeleridir.

Hasta idi

1987’de vefat etti… Seydâ vefat edene kadar yaklaşık 20 sene zarfında kendisiyle sıkı bir irtibatımız vardı. Talebeler arasında en sıkı benim irtibatım olmuştur. Benim Hocaefendi ile irtibatım kendisinin yaşlılık dönemine rastladı. Sağlık durumu da iyi değildi. Devamlı hasta idi. Kendisini tanıdığım süre içinde bir gün bile tam sıhhatli halini görmedim. Rahatsızlıkları bazen ağırlaşır; bazen hafiflerdi. Hastaydı. Meşgalesi vardı.

Gelen gideni, misafiri çok olurdu. Biz Seydâ’nın bu yoğunluğu içinde kendisinden nahvi, belâgatı, usûl, kelam ve mantık ilmini aldık.

Devamlı şerh ederdi

Usûlden Cemu’l-Cevâmi’ üzerine yazılmış mahalli şerhinden bir parça okuduk. Şerhu’l Akâid’i Hayâlî hâşiyesiyle birlikte okuduk.

Hayâlî meşhur ve muhakkik bir alimdir. Bursalıdır. Diyorlar ki: “Hayâlî o kitabını yazın Uludağ’a çıkıp orada derin ve kısa olarak yazmıştır. Sonradan kışın şehre dönüp kitabına bakmış ve bazı yerleri anlamamıştır” Çok üzülmüş. Zaten çok genç yaşta, 33 yaşındayken vefat etmiştir.

Hayâlî telif ettiği bu kitabın bazı yerlerini anlamayınca çok üzülmüş, içerlenmiş. Babası onun bu halini görünce “oğlum sana ne oldu böyle? Neden kara kara düşünüyorsun?” demiş.

Hayâlî; “Baba, yazdığım kitabın bazı yerlerini anlamıyorum” deyince babası; “Evlat sen bu kitabı nerede yazdın?” diyor. Hayâlî “Uludağ’da yazdım” deyince babası; “Üzülme evlat! Gelecek sene yazın yine oraya çıkarsan o zaman anlarsın” demiş.

İşte bu kitabı biz Seydâ’dan okuduk. Seydâ hangi kitap ya da ilim olursa olsun önceden hazırlıklıydı adeta. Tekrar hazırlanma ihtiyacı hissetmezdi.

İşte Hayâlî’nin bu derin kitabını da hiç durmadan açıklar ve şerh ederdi. Yani Hayâlî haşiyesini müellifinden daha iyi bilirdi. Şayet bu insan Ezher gibi bir yerde olsaydı tüm İslam âlemi onu “imâmu’l-asr” (asrın imamı) kabul ederdi. Ama maalesef Türkiye’nin o günkü şartlarında, doğuda bir taşra kentinin kıyısında tanınamadı.

Kaynak:  Bu yazı Ömer Faruk Tokat, Alirıza Akgün, Talha Hakan Alp’in Darul Hikme’de büyük İslam alimi Muhammed Salih Ekinci Hocaefendi ile yapmış oldukları çok geniş ve ilmi bir mülakattan kısaltılarak alınmıştır.

Muhemmed Salih Ekinci/ İrfanDunyamiz.com

İslam Alimleri ↗

Kıymetli İslam alimlerini tanıtan birbirinden güzel yazılar okumak için tıklayın.

Abide Şahsiyetler ↗

İslam’ın çilesini çekmiş öncü şahsiyetlere dair yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Mehmet Feyzi Efendi farklı bir zattı…

İmam hatipte okurken yaz tatillerinde İstanbul gibi manevi üstadların bol olduğu bir şehirde birçok güzel …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.