Bir gün görev yaptığım okulda Müdür Bey ve başyardımcısı beni çağırarak müdür yardımcısı açığı olduğunu ve benim bu görevi kabul edip etmeyeceğimi sordular. “Siz nasıl uygun görürseniz hocam, uygun görüyorsanız ben de kabul ederim” dedim ve ertesi gün Ankara Milli Eğitim Müdürlüğü’ne hep beraber gittik, görüştük ve kendi okulumda artık müdür yardımcısı oldum.
Görevimi hakkıyla yapmam gerekiyordu. Mevzuatı öğrenmek için arşivdeki dergilere baktım, Müdür Bey’e ve müdür başyardımcısı Burhanettin Hoca‘ma neler yapacağım konusunu danışarak, kolları sıvayıp hızla görevime başlamış oldum. Görevimin gereği ne ise onları tertip ve düzen içerisinde halletmeye gayret sarf ettim. Benim için çok yorucu ve zor günlerdi… Okulumuzda sabahçı ve öğlenci olmak üzere iki grup olarak çalışıyorduk. Ben sabahçı grupta yer almıştım.
Evrak düzenleme
Okuldaki işim bitince anlaştığım seyahat acentesinin bürosuna gidip gece geç saatlere kadar çalışıp sonra evime dönüyordum. Seyahat acentesinin her ilde temsilcileri vardı. Onların temin ettiği hacı adaylarının evraklarını, biz altı ya da yedi arkadaş şirketin merkez bürosunda düzenleyerek sıralamaya çalışıyorduk.
Firmamız Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan o yıl 13.500 hacıyı götürmek üzere anlaştığı için, Hac mevsimine üç ay kala bizler her gün, hafta sonu dâhil bu evrakları yetiştirmek için yoğun çaba sarfediyorduk. Acentenin illerdeki aracıları vasıtasıyla, hacı adaylarının pasaport ve diğer evrakları Ankara merkez büromuza ulaştırılıyordu. Bizler de pasaport ve evrakları kontrol edip, vizelerini Suudi Konsolosluğu’ndan aldıktan sonra, hangi otobüste yolculuk yapacaklarını listeleyerek sıraya koyuyorduk.
Evim okula 12 kilometrelik uzaklıktaydı. Sabah erkenden belediye otobüsüne binerek okula gelir, öğleye kadar görevimi tamamlar ve tekrar şirket merkezine seyahat acentesindeki diğer görevime koşardım. Seyahat acentesi sahibi, eşini Amerika’ya tedavi ettirmeye götürdüğünden 1990 yılının hac işlemlerini yapmak üzere şirketin genel müdürünü görevlendirmişti.
Hac yolculuğu
Okullar tatile girmişti, hacı adaylarının bütün evraklarını tamamlayıp, gidecekleri otobüsleri belirleyerek, listeler halinde şirketin camına asmıştık. Türkiye’nin her şehrinden hacca gidecek olan hacılarımız, temsilciler eşliğinde yavaş yavaş yola çıkmaya başlamışlardı. Biz de Ankara merkez bürodaki görevli memur arkadaşlar ve hacılarımıza hizmet verecek olan, doktor ve hemşirelerle birlikte Genel Müdür başkanlığında iki otobüsle yola çıktık.
Bizim hacı adaylarının, Suudi Arabistan Gümrüğü’ne girmeden önce Ankara merkez görevlileri olarak, hacılarımızın rahatça gümrükten geçebilmeleri için, orada hazır olmamız gerekiyordu. Besmele ile yola çıktık ve süratle devam edip, Irak-Suudi Arabistan arasındaki Arar Sınır kapısına ulaştık. Vakit geç olduğu için mesai bitmiş, Irak gümrük görevlileri konteynırlarının kapısını kapatarak, uykuya çekilmişlerdi. Bizim de sabahı beklemekten başka çaremiz olmadığından, dinlenmeye çekildik.
Genel Müdür namaz kılandan pek hoşlanmazdı. Ben de yatsı namazını kılmak için “nasıl olsa sabahı bekleyeceğiz” diye düşünerek abdestimi alıp tepede gördüğüm mescide girerek yatsı namazını kıldım. Her iki otobüsteki görevlilerin pasaportları, Genel Müdür’ün himayesinde bir çantada bulunmaktaydı.
Yolculuğumuz boyunca Genel Müdür beyefendi, namazdan hoşlanmadığından olsa gerek, namaz vakitlerinde otobüsü durdurmadığından, birkaç arkadaş otobüsün arkasındaki boş yere seccademizi serip üzerine oturarak namazın en azından farz kısmını eda etmeye çalışmıştık. Zannediyorum Genel Müdür’ün kafasında hacca gitmek değil, “hacca giden hacılardan ne kadar kar elde edilecek” hesabını yaptığından gayet rahattı.
Kaseti otobüsün teybine takarak, Ankara havaları çaldırıyordu. Biz de istemeye istemeye dinlemiş oluyorduk. Oysaki bizim inancımızda, yapılan işler niyetlere göredir. Genel Müdür, hem kazanacağı parayı hem de gittiği yolun hak yol olduğunu, bu yolda Allah rızası olduğunu da düşünerek yola çıkmış olsa her ikisini de kazanmış olacaktı. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’inde; “Allah, kendisinden istediğiniz her şeyden size verdi. Allah’ın nimetlerini saymaya kalkarsanız, sayamazsınız. İnsan gerçekten çok zalim ve pek nankördür” (İbrahim, 34) buyurmaktadır.
Otobüs kaçmış
Namazı kılıp geldikten sonra, şöyle bir arkadaşlarıma baktım, göremeyince; “Bizimkiler nerede acaba?” diye sordum. “Hayrola hocam, siz niye kaldınız? Onlar vize alıp Suudi Arabistan topraklarına geçtiler” deyince, “eyvah” deyip oracıkta dizüstü çöküp, kaldığımı hatırlıyorum. “Pasaportumu bıraktılar mı acaba?” diye sordum. Kimsenin haberi yoktu.
Ben şimdi geri dönüp, Türkiye’ye girmeye çalışsam pasaportsuz mümkün değil, ileri gitmeye çalışsam yine aynı şekilde pasaportum olmadığı için geçemem. Nasıl yapsam bilemedim. “Ya Rabbi yardımına ihtiyacım var” diye dua ettim. Namaz kılmanın bedelini Genel Müdür bana ödetmeye kalkmıştı aklınca. Çünkü memurdum, ne geri ülkeme dönebilirdim ne de ileriye gidip Suudi topraklarına girebilirdim. Her ülke yasalarına göre yakalandığımda sorgu ve sualsiz, en az sekiz ay cezaevinde kaldıktan sonra ancak mahkemeye çıkma hakkım olduğunu biliyordum. Sabaha kadar uyumayıp, kafamda planlar kurdum. Yüce Allah’a dualar ettim.
Artık güneş doğmak üzereydi. Otobüslerimiz yavaş yavaş vize alıp, karşı tarafa geçmeye hazırlanıyordu. O anda şirketin Isparta temsilcisi olan, çok sevdiğim ve kendi otobüsünün de sorumlusu olan arkadaşım gözüme ilişti. Arkadaşımı bir kenara çekip olayı anlattım ve “Benim de sizin otobüsle karşıya geçmekten başka çarem yok. Yalnız sana rica ediyorum otobüsün sorumluluğunu bana vereceksin. Gümrükten geçtikten sonra da zaten problem olmaz” dedim.
Arkadaşım kafasını ellerinin arasına koyup şöyle bir düşündü; “Hocam, bizim de başımız yanar mı acaba?” diye endişesini belirtti. “Hocam, size bir şey olmaz. Pasaportu olmayan benim, yakalanırsam beni içeri alırlar, siz yolunuza devam edersiniz” diye endişesini gidermeye çalıştım. Otobüse binmeden önce sessiz bir yerde tekrar dualarımı edip, otobüse bindim.
Otobüste iki şoför ve 43 yolcu mevcuttu. Otobüsün boşta olan ikinci şoförüne; “Beyefendi sınırı geçinceye kadar otobüsün en arka tarafına yere oturtmanız gerekiyor, yani gözükmemeniz gerekiyor, lütfen kabul edin” dedim. Sağ olsun o da; “Tamam hocam, problem olmaz” dedi. Otobüsün sorumlusu olan arkadaşım kendi koltuğuna oturdu ve artık yeni sorumlu ben olmuştum. Ön taraftaki merdivenlerde ayakta duruyordum ve şoför beye “devam edin” dedim.
Tabi önce pasaport kontrolü yapılarak, Irak Gümrüğünden çıkıp, sonra da Suudi Arabistan topraklarına girmemiz gerekiyordu. Gümrük görevlilerinin hediye almayı çok sevdiklerini biliyordum,. Bu hediye herhangi bir şey olabilirdi, ancak sigaraya bayılırlardı. Ben de daha önce büfeden yedi paket sigara alıp, gömleğimin arasına sokmuştum.
Çok heyecanlandım
Gümrük görevlisi bir memur beyefendi çıkıp, geldi. Selam verdi; “Otobüste kaç yolcu var, nereye gidiyorsunuz” diye sorular sordu. Ben de gereken cevapları verdim ve pasaportlarınız nerede deyince de çıkarım çantadan gösterdim. Gümrükçünün yapması gereken şey, pasaportları alıp tek tek isim okuyarak, yolculara dağıtıp, sonra da fotoğraf ve isimlere bakarak yolcunun o kişi olup olmadığını öğrendikten sonra “Tamam geçebilirsiniz” demesidir.
Gümrük memuru, önce pasaportları saydı. Sonra da yolcuları teker teker saymaya başladı ve otobüsün ortasına kadar varmıştı. O memur bey, otobüsün arkasına kadar yürürse arkada yerde oturan ikinci şoförü görüp, sorgulayacak ve olay ortaya çıkacaktı. Benim kalbim heyecandan yerinden çıkacak kadar hızlı atıyordu.
Gümrük memurunun yanına varıp; “Aşağıda görevli kaç arkadaşsınız?” diye sordum. O beş kişi olduklarını söyledi. Ben de sigaraları çıkartıp, kendisine verdim ve “bunlar benim size hediyem olsun. Lütfen bizi bekletme, bak güneş yakmaya başladı. Karşı Suudi Gümrüğü’nde bizi bekliyorlar, çok önemli işlerimiz var” dedim. Memur sigaraları alınca çok sevindi ve “Tamam tamam, problem değil, Allah selamet versin, buyurun gidebilirsiniz” dedi ve otobüsten indi.
Onu aradım
İnanamamıştım, bunun Allah’ın bana bir lütfu olduğunu düşündüm ve Irak Gümrüğü’nden aradaki 12 kilometrelik tampon bölgeyi geçerek Suudi topraklarına ayak bastık. İkinci şoförü de arka oturduğu yerden kaldırıp; “Allah senden razı olsun kardeşim, beni büyük bir sıkıntıdan kurtardın, artık koltuğa oturabilirsin” diyerek teşekkürlerimi sundum. Suudi topraklarına vardıktan sonra, otobüsten hızlıca indim ve bana bu sıkıntıları reva gören Genel Müdür’ü gümrükte aramaya başladım. Uzaktan Genel Müdür’ü başkalarıyla konuşurken gördüm.
Zaten deliye dönmüştüm ve hızlıca koşarak Genel Müdür’ün iki yakasına sarıldım. O anda içimden geçen Genel Müdür’e bir kafa atıp, iki seksen yere uzatmaktı. Genel Müdür’ü iki yakasından tutup, şöyle güzel bir sallayıp, havaya kaldırıp yere bıraktıktan sonra; “Yahu sen ne utanmaz bir insansın ki benim pasaportumu alıp, yanında buraya getiriyorsun. Bana bu kadar eziyet çektiriyorsun. Bana düşmanlığın ne?” diye sordum.
Utanmadan gülerek bana; “Beni dövebilirsin hoca, istiyorsan döv” dedi. Ben de; “Buranın neresi olduğunu çok iyi biliyorum ama bunun bir de Ankara’ya dönüşü var. İnşaallah Ankara’da görüşürüz” dedim ve arkadaşlar araya girerek bizi ayırdılar. Bir de bana; “Olsun hoca üzülme, Ankara’ya dönünce ‘Pasaportsuz sınırı nasıl geçtim?’ diye bir kitap yazıp meşhur olursun” dedi. Ankara’daki büro arkadaşlarım ve diğer tanıyanlar beni sakinleştirmek için bir kenara davet ettiler, oturduk. Bir arkadaş çay yapmıştı, içtik. Biraz sohbet ettik ancak ben hiç uyku uyumadığımdan, uykusuzluktan deliye dönmüştüm. Müsaade isteyip oracıkta uykuya daldım.
Bazı durumlar
Ben şayet oracıkta hırsıma yenilip, Genel Müdür’ü dövseydim, hayatımın kararacağını çok iyi biliyordum. Çünkü Suud ceza kuralları çok katı idi. Önceki yıl umreye gittiğimde, Mekke’de üniversitede okuyan bir Türk öğrenci, enteresan bir olay anlatmıştı. Bir Türk öğrenci köşe başında arkadaşının gelmesini beklerken, istihbaratın dikkatini çekmiş ve yanına yaklaşarak “Ne bekliyorsun?” diye sormuşlar. Genç; “Arkadaşımı bekliyorum” demiş. “Hayır sen karşı pencereyi izliyorsun, bizimle karakola geleceksin” demiş ve çocuğu alıp karakola götürmüşler. Karakolda sorguladıktan sonra, çocuk ne dediyse inanmamışlar ve cezaevine koymuşlar. Sekiz ay sorgusuz sualsiz orada yatmış. Arkadaşlarını dahi ziyarete kabul etmemişler. Ve o öğrencinin öğrencilik hayatı bitmiş. Daha sonra da cezası bitince sınır dışı etmişler.
Çok değil daha geçtiğimiz yıllarda, İstanbul Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’na bir işlem için giren gazeteci, kapıdan içeri girmiş ve bir daha çıkamamış. Hala ne olduğunu bilen yok. Cemal Kaşıkçı adlı gazeteci aslen Türk’tür, dedesi ünlü bir tabip iken, Kayseri’den kalkıp Suudi Arabistan’a göç etmiş ve orada hayat kurup yaşamaya başlamıştır. Dedesi Suudi Arabistan’da tabiplik yapmaya devam etmiş ve ünü o kadar yayılmış ki kralın özel doktoru olmaya kadar yükselmiş.
Cemal Kaşıkçı Suudi Arabistan’da doğmuş, büyümüş, üniversite okumuş. Ünlü bir gazeteci olmuş; yazı yazdığı gazetede, muhalif görüşlü bir gazeteci olarak yönetimi ve hükümeti eleştirmekten de geri durmamış. Bu eleştirilerden hoşlanmayan yönetim, Cemal Kaşıkçı’yı hapse atıp, zaman zaman cezalandırma yolunu seçmişler. Kaşıkçı bakmış bu böyle olmayacak, bir yolunu bulup Amerika’ya göç edip, orada çok ünlü bir Amerikan gazetesinde köşe yazarlığı yaparak hayatına devam ettirmiş.
Kaşıkçı, Türk olduğunu unutmadığı için, İstanbul’dan bir ev satın almış ve ara sıra fırsat buldukça kaçamak yapıp İstanbul’a gelip gitmeye başlamış. Bir Türk hanımla tanışıp evlenmeye ve İstanbul’da yaşamaya karar vermişler. Sonra bu işlemleri yaptırmak için, verilen randevu tarihinde başkonsolosluktan içeri girmiş fakat bir daha dışarı çıkışını gören olmamış. Söylentiye göre özel bir ekip özel bir uçakla İstanbul’a gelerek konsoloslukta konumlanmışlar. Cemal Kaşıkçı konsolosluktan içeri girmiş onun girişini bekleyen özel ekip, Kaşıkçı’yı uyutarak, öldürmüşler. Cesedini de parça parça edip, asit kuyusunda eritip yok etmişler. Kemiklerine dahi halen ulaşılamadı.
Öldürecek olan kişilerin, Türkiye’ye hangi uçakla, hangi tarihte giriş yaptıkları ve Türkiye’de kaç gün kalıp, işlerini gördükten sonra yine hangi uçakla geri döndükleri, kamera kayıtlarında saat saat, dakika dakika zaten mevcut. Kaşıkçı Amerika’ya göç ettikten sonra gazetede yazdığı yazılarda, Suud krallığını eleştirmeye devam etmiş ve bu eleştirilerini de canıyla ödemiştir. Kaşıkçı, İstanbul Başkonsolosluğunda öldürüldüğü için, Suudi yönetimi aklı sıra Türkiye’yi suçlayıp “Ey dünya görün, bakın Türkiye Cumhuriyeti topraklarında bir cinayet işleniyor, onu bile çözemiyor” diyeceklerdi. Fakat her şeyi gören ve bilen yüce Allah’ın adaleti galip geldi. Türk istihbaratı olayı tereyağından kıl çeker gibi çözerek, onların planlarını bozup, ipliklerini pazara çıkardı. Bunun için Allah’a bir kez daha sonsuz şükürler olsun. Sizlere bu örnekleri vererek, Krallık yönetiminin ne kadar katı olduğunu anlatmaya çalıştım.
Zorluklar var tabi
Tekrar kaldığımız yerden devam edersek, gümrükteki vize işlemlerimiz bitti, otobüsümüze bindik. Ben genel müdürle yüz yüze gelmemeye gayret ettim. Uzunca bir çöl geçip Medine-i Münevvere’ye sağ salim ulaştık.
Sevgili okuyucularım, öncelikle şunu belirtmek lazım. İslam dinine göre hac ve zekat ibadetleri kişinin ekonomik durumuyla ilgilidir. Bu zenginliğin ölçüsü de kişinin 80.18 gram altını olursa ya da bu altın karşılığı parası olursa ve üzerinden de bir yıl geçtikten sonra, kendisine hac ve zekat farz olur. Bu hususu belirttikten sonra tekrar kendi işimize dönecek olursak, benim bu şirketle hac organizasyonuna ilk kez dâhil olmam bana çok büyük tecrübeler kazandırdı.
Hacı adaylarının Mekke ve Medine’de yapacakları ziyarette kalacakları süreler göz önüne alınarak, şirketimiz çok önceden Arapçayı iyi konuşan elemanlarını Mekke ve Medine’ye göndererek hacı adaylarının kalacakları oteli kiralama işini yapar. Hacı adaylarımızın hepsini Mekke’ye ulaştırdıktan sonra, daha önceden kiralanmış olan otellere yerleştirip, artık hac gününü beklemeye başladık.
Hac organizasyonu gerçekten bir plan ve proje dâhilinde yapılması gereken zor bir ibadettir. Dünyada yaklaşık 2 milyar civarında Müslüman olduğu biliniyor. Bu kadar nüfusun tabii ki zenginliğe ulaşıp, kendisine hac yapmanın farz olduğu kişi sayısı bellidir. Dünyadaki bu 2 milyara yakın Müslüman nüfusunun, her yıl 10 milyonu hac yapmak niyetiyle kutsal topraklara gelseler ne olur? Kabul etmek gerekiyor ki bu bir kapasite meselesidir.
Günümüzde bile Mekke ve Medine’de ancak 2 milyon civarında hacı adayı ağırlamak mümkün olabiliyor. 2 milyondan daha fazla hacı adayının, kutsal mekânları ziyaret ederken sağlıklı bir şekilde dolaşması, ziyaret etmesi mümkün olmamaktadır. Çünkü hacca gelen hacı adayları, Kabe-yi Şerif’i tavaf edip, say yapıp, sonra Arefe günü Arafat Dağı’na beraberce çıkarak vakfe yaptıktan sonra, yine birlikte şeytan taşlayıp, tekrar diğer kutsal mekanları ziyaret edecekler. Bu yüzden bu mekânların daha fazla hacı adayını kaldırması mümkün olmuyor.
Takdir edersiniz ki yine bu kadar hacı adayına kalacakları otel bulmak, yemek temin etmek yiyecek ve satın alacakları eşyaları satan dükkânları bulmak da mümkün olamaz. Zaten şu an Suudi Arabistan krallığı, hacı adaylarının yiyecek ve içeceklerinin birçoğunu yurt dışından ithal etmek zorunda kalıyor. Suudi Arabistan, çok sıcak bir ülke olduğu için her otelde klima çalışıyor ve bu klimalar hacı adaylarının sık sık hasta olmasına vesile oluyor. Ayrıca yine soğuk su içmek zorunda olduğumuz için, soğuk su boğazda bir takım tahribatlar yapıp yine hastalığa sebep olabiliyor. Hasta olan hacı adaylarına yatacakları hastane temin etmek de kolay değildir. Yine çeşitli sebeplerden her gün ölümler meydana geliyor, ölen hacı adaylarını defnetmek için mezarlık bulmak da öyle zannedildiği kadar kolay bir olay değildir.
Türkiye’den hacca giden hacı adayları, genellikle Kabe’de Altın Oluk karşısındaki mescit bölümünde bir araya gelip buluşurlar. Bahsettiğim yerde bir akşamüstü enteresan bir şeyle karşılaştım. Kâbe’ye karşı yerde uzanıp yatan yaşlı bir hacı amca şöyle diyordu: “Hey mübarek sen orada yat, ben de burada” Dedim; “Hacı amca hayırdır, orada kim yatıyor?” deyince; “Sen bilmiyor musun? Orada Peygamber Efendimiz yatıyor cahil adam” diye bana çıkıştı.
Hacı amcanın ön tarafına geçtim ve doğrusunu kendine izah etmekle sorumluydum. “Bak hacı amca, orada hiç kimse yatmıyor. Kabe’nin içi boş, hiçbir şey yok. Peygamber Efendimiz buradan yaklaşık 500 km uzakta olan Medine-i Münevvere’de yatıyor. Sana bunu söyleyen yanlış söylemiş” dedim. Bana itiraz etmeye devam eden amcayı, diğer etrafımızdaki hacı adayları da duyup, söze girerek hep beraber zor da olsa hacı amcayı ikna edip, bir yanlışı da böylece kapatarak mevzuyu bitirmiş olduk.
Hac ibadetimizi tamamlamak için yapmış olduğumuz son veda tavafında, Rizeli bir hacı adayımız Hacer-ül Esved’i ziyaret ederken, İranlı hacılarla tartışıp bir kavgaya tutuşmuşlar, birbirlerine vurup yaralamışlar, hatta yerlerde kan izleri vardı.
Benim de büyük tecrübeler edinip, birçok yeni şey öğrendiğim 1990 yılındaki hac organizasyonu ve ibadetini tamamlayıp, hacılarımızla birlikte ülkemize dönmek üzere yola çıktık. Geri dönmeden önce haberlerden işitmiştik. Amerika Birleşik Devletleri, Irak’ı işgal etmek için operasyona başlamıştı. Dönüşte biraz endişemiz vardı; “Acaba Irak’tan sağ salim geçebilir miyiz?” diye fakat hiçbir yere sapmadan otobüsümüzün önündeki Türk bayrakları sayesinde, hamdolsun güzel ülkemize ulaşmak için hızla yolumuza devam edip Irak’ı geçtik. Bağdat’tan sonra yolun bir şeridi tamamen askeri araçlara tahsis edilmişti. Yüzlerce kilometre askeri araç, bizimle beraber Musul’a kadar yola devam etti. Sonra onlar sağ tarafa yani Körfez tarafına dönerek gözden kayboldular, biz de yolumuza devam edip Habur Sınır Kapısı’na ulaştık.
Rüstem Kılıç/ İrfanDunyamiz.com
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.