İnsanoğlu, var olduğu günden beri sayısız medeniyet kuran ve medeniyet kurma yeteneğine sahip olan tek canlıdır. Yaratıcı’nın kendisine bahşettiği bu özel yeteneğini günden güne geliştiren insanoğlu, her defasında daha ileri bir noktada medeniyetler temin etme imkânı bulmuştur. Medeniyet anlayışlarını vahiy temeline oturtan inançlı insanlar ise ulaşılması herkesi hayran bırakan bir seviyeye ulaşmıştır.
Medeniyet kelimesi ile birlikte; ilim, kültür, sevgi, saygı, sabır gibi birçok kavram da aynı anda insanın aklına gelmektedir. En son ve mükemmel din olan İslâm’ı arkasına alarak medeniyetler inşâ eden şanlı ecdadımız da unutulmayan ve gıpta ile bakılan bir medeniyet ile tarihteki seçkin yerini almıştır.
Ecdadın izleri
Selçukluların, hemen her merkezlerinde inşâ ettikleri Ulu Câmîler; Sivas Ulu Camii başta olmak üzere, Şifâhiye medreseleri (Örneğin Gevher Nesîbe Tıp Merkezi, Kayseri; Şifâhiye Medresesi, Sivas), Gök Medreseleri; Osmanlının her gittiği yerde yapımına vesile olduğu camiiler (Örneğin, Selimiye Camii, Edirne), hanlar (Örneğin Çığalazâde Hanı, Bağdat), hamamlar (Örneğin Haseki Hamamı, İstanbul), medreseler (Örneğin, Yeşil Medrese, Bursa) gibi gören herkesin takdirini toplayan ve hayranlık uyandıran yapıları burada zikredebiliriz.
Bu yapılar, müslümanların, bütün dünyayı hayran bırakan, gönüllerindeki medeniyet anlayışlarını dışa vurdukları eserler olmuştur. Sadece bu eserler değil, yazılan kitaplar (Örneğin, İbn Sina’nın el-Kanun fi’-tıb isimli eseri), dile getirilen düşünceler, hep bu gönüller inşâ eden, gönül medeniyeti kurabilen müslümanların becerisi olmuş ve yüzyıllar boyunca bütün medeniyet anlayışlarına ışık tutmuştur.
Bütün bu dışa yansıyan medeniyet aynasının arka planında yer alan gönül medeniyeti ise müslümanların üzerinde durduğu en önemli konulardan biri olmuştur. Müslümanlar, maddî medeniyetin ancak mânevî bir medeniyet ile ortaya çıkabileceğini anlamışlar ve medeniyetlerini hep bu mânevî gelişim üzerine inşâ etmişlerdir. Müslümanların ulaştıkları bu yüksek medeniyetin arkasında, esas başarılı oldukları alan gönül medeniyetini inşâ etmiş olmalarıdır.
Onlar gönül medeniyetini yansıttıkları; eserlerinde, kitaplarında, fikirlerinde nasıl ki bütün incelikleri göz önünde bulundurmuşlarsa, gönül medeniyetini inşâ etmek için de aynı hassasiyeti hatta ondan daha fazlasını ortaya koymuşlardır. Gönlü mâmûr hâle getirebilmek ve mutmain olmuş bir gönülden herkesi memnun edebilecek bir medeniyete ulaşmak için çeşitli yollar geliştirmişlerdir. Bu yolları tesis ederken Kur’ân*ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’in çizgisini takip etmek sûretiyle hareket etmişler ve sonunda gönüller inşâ eden mânevî üstatlar ortaya çıkmıştır.
Gönül kırma
Onlar gönül üzerinde o kadar durmuşlar ki, “Bir kez gönül kırdın ise/ Bu kıldığın namaz değil/ Yetmişi ki millet dahi/ Elin yüzün yumaz değil” mısraları Yunus’un kaleminden bütün dünyaya haykırılır olmuştur.
Özellikle gönül konusu üzerinde duran ve gönlü mâmûr etmek için uğraşan sûfîler, bu konuda birtakım yollara başvurmuşlardır. Öncelikle gönlü, sözü geçer bir hâle getirebilmek için nefs-i emmârenin yani durmadan kötülüğü emreden nefsin devre dışı bırakılmasını hedeflemişlerdir. O nefis; gönlün sahibini tehlikelerin en büyüğü olan ve kişinin saf gönlünün en şiddetli bir şekilde kirlenmesine sebep olabilecek imansızlığa kadar götüren nefistir.
Eğer inancı varsa günahlardan yüz çeviremeyen kişiye fâsık sıfatının yüklemesine sebep olan acımasız bir nefistir.[1] Bu acımasız nefsin ardından aşılması gereken makam nefs-i levvâmedir ki; bu makamda kişi, kendisini kınamaya başlar ve kötülüklerden uzak durmaya çalışır. Bu nefs çeşidi, kişiyi kötülüklerden alıkoymadığı için zâlim olarak isimlendirilir.[2] Hemen akabinde nefs-i mülheme makâmı kişiyi bekler. Bu makamda da hakîkî tevbe, ibadet ve taatlere sımsıkı sarılmak ile kişi birtakım ilhâmlara mazhar olur. Bu ilhâmların mânevî zevkleri ile ömrünü geçirmeye başlar.[3]
Ama medeniyetler inşâ edecek gönlün yakasını bir türlü bırakmamaktadır nefs… O yüzden ilerlemeye devam etmek gerekmektedir ki; bundan sonraki durak, “Ey, Rabbine, itaat edip huzura eren nefis! Hem hoşnut edici, hem de hoşnut edilmiş olarak Rabbine dön, kullarımın arasına gir, cennetime gir”[4] ifadelerinde kendisini bulan nefs-i mutmainne makâmıdır.[5]
Kamil olur
Kişi, cömertlik, hayâ, şecaat, tevazu, yumuşak huyluluk, sabır ve şükür gibi bütün güzel hasletlerin mihmandarı olmuştur… Evet, bundan sonra, nefs-i razıyye, nefs-i marzıyye ve nefs-i kâmile makâmları da hedef olarak kişinin önünde bulunmaktadır.[6] Bütün bu makâmları kat ederek kâmil olan nefs bütün güzel vasıflar ile donanmıştır artık… “Elbette nefsini temizleyip parlatan kurtulmuştur” [7] hitâbı artık bu kişi içindir.
Gönül medeniyetini inşa etmeyi başarabilenler için, gönül medeniyetini yansıtacağı maddî medeniyeti inşa etmeye sıra gelmiştir… Çünkü yanındaki komşusu siftah etmeden müşterisine bir şey satmak istemeyen, yanı başındaki komşusu açken tok yatamayan, dilinden güzel sözden başkası dökülmeyen, zikir, tefekkür ve insanlığa hizmet ile meşgul olan, kötülüklerden elini eteğini çeken birisi olmuştur kişi… Sıra Selimiyeleri, Ulu Câmileri, Haseki Hamamlarını, Gevher Nesibe Tıp Merkezlerini yapmaya gelmiştir…
Gönül medeniyetini inşa eden bu bahtiyar insanlar îsârın/ kendilerini başkalarını yerine koyarak hareket etmenin zevkini almışlar, Allah rızası için sevmenin ve hizmet etmenin şuuruna ermişlerdir. Çünkü onlar için halka hizmet, hakka hizmettir… Gönüller inşâ eden bu insanlar, himmetin hizmete bağlı olduğunun farkındadırlar…
İnsanlara, hayvanlara, bitkilere ve hatta cansızlara hizmet, en temel şiâr olmuştur bu yetkin şahıslara… Yapılan her handa kuşlar için yemek yeme yeri ve su içme yerleri yaptıran, Allah celle celaluh’u zikrettiği için bir çiçeği dahî koparmaktan hayâ ettiren, Yunus Emre’yi: “Yaratılanı severiz yaratandan ötürü” fikrine ulaştıran hep aynı düşüncedir Gönül Medeniyeti…
Sözlerimizi gönül medeniyetinin yollarını çok vecîz bir şekilde ifade eden Şemseddîn-i Sivâsî’nin (ö.1597)[8] şu ifadeleri ile noktalamak istiyoruz:
Vâsıl olmaz kimse Hakka cümleden dûr olmadan
Kenz açılmaz şol gönülden tâ ki pür-nûr olmadan
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak
Pâdişah konmaz saraya hâne mâmûr olmadan
Mûtû kable en temûtû sırrına mazhâr olan
Gördü anlar haşr ü neşr ü nefha-i sûr olmadan
Sen müyesser eyle ya Rab bizlere beytin tavaf
İlmin ile hâmil eyle vâde tekmil olmadan
Bir devâsız derde düşmüş bu dil-i Şemsi müdâm
Hakka makbûl olmak ister Hakka menfûr olmadan.
Dr. Fatih Çınar/ İrfanDunyamiz.com
DİPNOTLAR
1 Eşrefoğlu Rumî, Müzekki’n-Nüfûs, ter. Ali Arslan, Metin Yayınları, İstanbul 1996, s.46–47.
2 Fatır 35/32.
3 Rumî, Müzekki’n-Nüfûs, s.59.
4 Fecr 89/27–30.
5 Hüseyin Destgayb, Nefs-i Mutmainne, İnsan Yayınları, İstanbul 1998,s. 7–77.
6 Osman Türer, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi, Seha Neşriyat, İstanbul 1995, s.135–140.
7 Şems 91/9–10.
8 Hasan Aksoy, “Şemseddin Sivasî, Hayatı, Şahsiyeti, Tarikatı, Eserleri”, CÜİFD, Sayı: IX/2, Sivas 2005, s.1–43.
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.