Mevlâ’mızın yarattığı her mekânın ayrı bir güzelliği vardır. Mekke ve Medine denildiği zaman insanın aklına bambaşka güzellikler geliyor. O mübarek mekânlarda geçen iki hatıramı kaleme almak istiyorum:
2002 yılında Cenabı Hak nasip etti, annemle birlikte hacca gittik. Anne-babaya hizmet etmek Allah celle celaluh’a ibadetten sonra en büyük görev… Hele bu görevi o mübarek beldelerde, şeytanın giremediği makamlarda yapmak insana ayrı bir zevk veriyor.
Hayretler içinde kaldım
Bir gün çok yorulmuştum. İstirahat etmek için erkenden otele gittim. Kaldığım odada 4 kişiydik. Arkadaşlardan hepsi birbirinden değerli insanlardı. Odaya girdiğimde yeni bir arkadaşın daha gelmiş olduğunu gördüm. Çantamı yatağımın yanına bırakarak arkadaşa: “Hoş geldiniz,” dedikten sonra istirahat etmek için müsaade istedim.
Yeni gelen arkadaş: “Bir harfle kaybettik” dedi. Ben arkadaşın söylediğinden bir şey anlayamamıştım: “Nedir o bir harf?” dedim. “Ben de kalkıp Geylani Akın Ağabeyi arayacaktım. Sizin soyadınız ‘Akan’ onunki ise ‘Akın’ olduğu için bir harfle kaybettik” dedi.
Arayacağı şahsı nereden tanıdığını sorunca; “Kardeşim Mustafa’nın Almanya’nın Hannover şehrinde tanıdığı Tayyip Hocaefendi var, onun arkadaşıymış” dedi. Arkadaşla konuşmamızı biraz daha sürdürdükten sonra anlamıştık ki bu arkadaş bizi arıyordu. Birbirimize sarıldık. Odadaki herkes hayretler içerisinde kalmıştı.
Koskoca Mekke’de aynı otele ve aynı odaya denk gelmemiz, yataklarımızın yan yana olması bir tesadüf olamazdı. Hayatta hiçbir boşluk olmadığına dair imanımız bir kat daha artmıştı. Hanefi kardeşle o günden beri görüşüyoruz.
İnşaallah tanırsınız
Diğer hatıram ise şöyle: Mekke’de görevimiz bitmişti, Arafat Dağı’na çıkacaktık. Mina’da bir gece kalmak sünnet olduğu için orada kalmaya niyet ettik. Mina’da soğuk bir hava vardı. Annemin çadırını tespit ettim, kendime de kalacak bir yer arıyordum ki, Fikret Tunç ağabeyle karşılaştım.
Şimdi bir parantez açıp Fikret Hoca ile tanışmamı anlatayım. Kendisini 1987 yılından beri tanıyorum. Ankara’da ikamet ettiğim bir zaman bir gün telefonum çalmıştı: “Alo sizinle tanışmak istiyorum” dedi. “Tamam nerede buluşalım?” deyince; “Ben Hacı Bayram Veli Camii’ndeyim” dedi ve kendisini tanımam için de eşkâlini tarif etti: “Elimde çanta var, sakallıyım.”
“Ama beyefendi o eşkâlde orada çok insan vardır, nasıl tanıyacağım sizi?” dedim. “İnşallah tanırsınız” dedi. Ümitsiz olarak gittim. Caminin ikinci katında namaz kıldım ve merdivenlerden inmeye başladım. Merdivenlerden inerken karşıma birisi çıktı. Ben: “Siz Fikret…” demeden, “Evet benim” dedi. Aynı dediği gibi olmuştu.
Şimdi parantezi kapatıp yine hacca dönelim. Fikret ağabey: “Hangi çadırda kalalım?” dedi. Çadır tespiti yapmak için bayağı gezdik, fakat hava da soğuk olduğu için herhangi bir yere karar veremedik. En önce girdiğimiz çadırda 15 dakika istirahat etmiştik ve ondan sonra belki en az 10 çadır daha gezdik, ancak hiçbirinde karar kılamadık.
Neticede en önce girmiş olduğumuz çadıra tekrar geldik. Fikret Ağabey: “Şuraya bak! Birisi cüzdanını düşürmüş, alalım sahibine veririz,” dedi. Oraya doğru gitti, cüzdanı aldı ve gülmeye başladı. “Hayırdır ağabey, neden gülüyorsun?” dedim.
“Sen bu cüzdanın sahibini tanırsın” dedi ve cüzdanı bana doğru uzattı. Cüzdanı aldım ve bir de ne göreyim? Cüzdan benimdi. Kimliğim, paralarım, her şeyim içerisindeydi. Çok sevinmiştim; gözlerim dolmuştu, konuşacak halim kalmamıştı. Mekke’ye, Arafat’a, Resulullah’a, dolayısıyla Mevlâ’ma muhabbetim daha da artmıştı.
Geylani Akan/ İrfanDunyamiz.com