Ahmet Yaşar hocaefendinin unutulmaz mülakatı

Ömrü ilim ve irfanla, va’z ü nasihatla geçmiş bir hocaefendiye, kendisini, kendi hayat hikâyesini, ilmî faaliyetlerini, hizmetlerini anlattırmakta biraz müşkilât çekeceğimi düşünmemiş değildim doğrusu. Ahmet Yaşar Hoca’yla ilk kez tanışıyor olmamın heyecanı bir tarafa, üzerimdeki çekingenlik ve ürkeklik asıl buradan kaynaklanıyor olmalıydı… Hocaefendi’nin; “Evet, hangi meseleleri konuşacağız?” demesiyle endişemin bir tür telâşa dönüştüğünü itiraf etmeliyim…

Genç ve orta yaş kuşakların, bu ülkede verilen İslâmî mücadelelerin tecrübelerinden, geçmiş yıllarda çekilen çilelerden, önceki nesillerin ilmî birikimlerinden, ortaya koydukları eserlerden istifade etmeleri gerektiğini söyleyerek giriyorum söze. Ve utana sıkıla, zât-ı âlîlerinin kendi yapıp ettiklerini öğrenmek istediğimi, bu tür tecrübelerin Umran okuyucuları için ayrı bir kıymet ifade edeceğini belirtiyorum…

İlk ders

Bir insanın kendisinden, kendi nefsinden bahsetmesinin ilke olarak yanlış olduğunu, fânî hayatların ve kişiliklerin bir değerinin bulunmadığını, kalıcı olan ilmî, dinî, ahlâkî değerleri konuşmanın daha yararlı olacağını söyleyerek bize ilk “ders”ini veriyor. Telâşım terlemeye dönüşüyor. “Hocam, zaten bizim arzumuz da İslâmî ilim geleneği üzerinde sohbet etmek, bu çerçevede Of Medreseleri geleneğini öğrenmek…” diyerek hem kendi pozisyonumu kurtarmaya hem de Hoca’dan almak istediğim bilgilerin önünü açmaya çalışıyorum. Sonunda başarıyorum…

Of geleneği, ilkokuldan sonra medreseye devam etmeyi âmirdir, diyor Ahmet Hoca, be-tahsis erkekler için. Ama ne var ki, medreselerin kapatıldığı, camilerin hocasız kaldığı bir dönemde dışardan bitirmiş ilkokulu, Of’un Melinoz (yeni adı ‘balı bol olan’ anlamında Ballıca olmuş) köyünde… Babası Hüseyin Hoca’dan öğrenmiş Kur’ân okumayı, hem de hasta yatağında iken. Hocalık sülaleden geliyormuş; merhum babası Arapça ve Farsçayı “öz lisanı gibi” konuşmasıyla marufmuş; muhterem dedesi Ahmet Hoca da tanınmış bir âlimmiş. (Bu arada Hocamızın, dedesinin ismini taşıdığını ve tevellüdünün 1934 olduğunu öğreniyorum.)

Kendi köylerinde, yedi arkadaşıyla birlikte başlamışlar medrese eğitimine. Melinoz Medresesi, Trabzon’da kurulan ikinci medrese imiş; buradan çok sayıda mümeyyiz, müfessir, fakih, âlim yetişmiş. Medreselerin yıllar önce kapatıldığı, dinî eğitimin hâlâ yasak olduğu bir dönemde medreselerini elbirliği ile tekrar onarıp inşa etmişler; yeni tahtalar biçerek, döşemeleri, kapı- pencereleri yenileyerek… Yedi aile masrafları bölüşüp bir hoca tutmuşlar yedi ay süre için: “Böylece medreseleri yeniden şenlemeye başladık” diyor o tatlı Karadeniz şîvesiyle Ahmet Hoca, eski günlerin şevk ve heyecanını yeniden yaşayarak; “Yedi kişi ile başladık, sonra elli-altmış kişiye kadar ulaştı sayımız…”

Gizli medreseler

Tabi devir “Şeflik devri”; baskılar, şikâyetler, jandarma takibi nefes aldırmıyor; memurlar, öğretmenler bile takibat yapıp rapor tutabiliyorlar. Medreselerinin sık sık baskına uğradığı, köye yaklaşan bir atlı gördüklerinde haber vermek üzere ellerine tutuşturulan düdüklerle tepe başlarında nöbet tuttukları zorlu dönemlere ait bir hatıra dinliyoruz Hoca’dan:

“Bir gün yine baskına uğradık; arkadaşların kimi kapıdan, kimi pencereden kaçtı, ben kaldım orta yerde… Memurlar geldiler, zabıt tutular; hocayı götürecekler… Ama köylü de medreseye sahip çıktı; büyük bir kalabalık halinde etrafı sardılar. Bunlar ısrar ediyor, illâ götüreceğiz diye. Münakaşalar, konuşmalar devam ediyor, ‘yapmayın, etmeyin’ deniyor, yok!..

O ara, bizim mollalardan Hacı Ahmet -Allah rahmet eylesin- dedi ki: ‘Siz Hoca’yı illâ götürmek mi istiyorsunuz? Peki, tamam, ama önce şu pencereden dışarıya bir bakın!’ O zaman pencereler yükseğe yapılıyor; öğrencilerin dikkatleri dersten başka yere kaymasın diye. Tabi, adamların dışardan haberleri yok. Kalabalığı görünce, adamların renkleri değişti… Neyse, o zamanlar bizim Of kabağı meşhur; beyaz, büyük kabaklar… Adamlar birkaç Of kabağına tenezzül ettiler. Her birimiz birer kabak getirdik, aldılar, çekip gittiler…”

Çam dalları

Hoca, o yaşlarında taşımakta hayli zorlanıp yolda düşürdüğü kabağın hikâyesini anlattıktan sonra, karşılaştıkları diğer zorlukları da aktarıyor, iç çekerek: “Ders kitabı bulmak ne mümkün” diyor; “On beş kişiye bir kitap düşüyordu. Dolayısıyla, her öğrenci kitabı alır; on beş günlük dersini yazar, öbürüne devrederdi. Gece yazmak zorunda kalırdık; ama ışık yok, gaz yok… Gider, ormandan çam dalları toplar, yakar, onun ışığından faydalanırdık.

Bir gün yine böyle çam dalları topladım, yaktım, dersimi yazmam lazım; çam alevlenip parlıyor, ama çabucak sönüyor, tekrar çalı- çırpı atıyorum, yine sönüyor çabucak… Yaşlı bir nine vardı, yan tarafta oturan, komşu -Allah rahmet eylesin-, benim hâlimi görmüş, pencereden: Zeytinyağıyla çalışan bir idare lambası getirdi bana. (O zamanlar gaz bulamayanlar bir şişeye su ve zeytin-yağı koyup, su yüzüne çıkan zeytinyağının içine de bir fitil uzatıp yakarlardı.) Bir gecede on beş günlük dersimi yazdım.” Ahmet Hoca, “cennetlik” dediği yaşlı ninenin medrese öğrencilerine yaptığı yardımları hayırla yâd ediyor.

Of Medreseleri

Hoca’yı özellikle Of medreseleri üzerinde konuşmaya zorluyorum. Melinoz Medresesi’nde ders veren âlimlerden başlayarak hatırlamaya çalışıyor, ders ve feyz aldığı âlimleri: Ünlü kırâat üstâdı (Fatih’teki Sankiyedim Camii imamı) merhum Mehmet Emin Kutlu Hoca’nın babasından Kırâat ve Arapça dersleri almış. Yaklaşık yirmi yıl boyunca ders verdiği köyden dışarı çıkmayan, düğün, dernek, cenaze için bile olsun Of’a dahi inmeyen, “İlim farz-ı ayndır; cenaze ise farz-ı kifayedir” diyerek ömrünü hep talebelerine adayan Muhammed Sula Hoca’da okumuş tam 17 sene; Tefsir, Fıkıh, Hadis gibi ilimleri ondan tahsil etmiş ve icazetini de yine ondan almış.

Aslen Karslı olan, uzun süre Kars dağlarında ilim öğrettikten sonra bir süre Of’un Şulköy’ünde (şimdi Şahinkaya) müderrislik yapan Muhammed Hoca’nın dışında Hopşaralı Hasan Hoca, Süleyman Hoca ve diğerlerinden de ders almış… Sonra, hastalanan rahmetli Muhammed Hoca’nın; “Ben talebelerimin arasında ölmek isterim” diyerek son nefesine kadar medresede kaldığını ve son zamanlarda dersleri kendilerine devrettiğini anlatıyor Ahmet Hoca, hayli duygulanarak…

Duygu yoğunluğu ve tevazûu, Melinoz medresesinde yedi-sekiz yıl boyunca talebe yetiştirdiği dönemi konuşmamıza fırsat vermiyor… “İmam-Hatip okullarının açılması ve öğrencilerin bu okullara yönelmesiyle medrese dönemini kapattık ve elli-altmış öğrenciyi alıp Trabzon’a geldik” diye özetliyor o dönemi…

Kalomar Hoca

Bir ara, sualim üzerine Of Medrese geleneğinin kurucularından söz açıyor: Of’un kadîm medrese geleneğiyle maruf Bölümlü (eski adı Zisno) kasabasından meşhur âlim Kalomar Hoca’yı anıyor rahmetle. Merâkım teeddüb sınırlarımı zorluyor: “Kalomar!?” diyorum. Zekî ve müşfik gözlerini çevirerek ayrıntılı bilgiler veriyor Hocaefendi hakkında: Asıl ismi Gani Ömer’miş; Rumcası Kalo Ömer olduğundan kısaca Kalomar diye şöhret bulmuş. Nakşî meşâyihindenmiş. İlimle tarikatı meczederek çok sayıda talebe yetiştirmiş. Ahmet Hoca, medresede okunan ders kitaplarını alacak para bulamadığı bir dönemde Mirkâtü’l Usûl isimli kitabı Kalomar Hoca’nın ailesinden (Kalomar Mahmut Efendiden) hibe olarak aldığını aktarıyor bi-ze, heyecanla ve duygulanarak; “Hâlâ saklarım o kitabı” diyor.

Ahmet Yaşar Hoca’nın Kalomar Hoca’yı hatırlatan ilim -tarikat birlikteliği anlayışından hareketle o yöredeki Nakşî geleneğinin menşeini soruyorum: Gümüşhanevî Hazretleri’nin medreseden talebesi ve halifesi olan Dernekli (Dernekpazarı) Yusuf Efendi ile Çaykaralı Ferşat Efendi’den başlayarak Of Nakşî geleneği hakkında bilgi veriyor: “Kalomar Mahmud Efendiler, Şeyh İsmail Efendiler, hepsi Gümüşhanevî Dergahı’ndan yetiştiler, seyr-i sülûklarını tamamladılar.”

Sonra kendisine getiriyor sırayı: “Hâsılı, bizim çocukluğumuzda, yerleşmiş bir Nakşî geleneği vardı Of’ta” diyor ve intisabını anlatıyor: “Biz de Hasan Hilmi Hazretleri’nin halifesi Şeyh Hacı Ahmet Efendi’ye intisab etmiştik, daha o yaşlarda. Onun vefatından sonra da Şeyh Hacı Abdurrahman Efendi’ye intisab ettik.” Trabzon’a taşınmalarıyla birlikte, tabii olarak tarikat faaliyetleri burada devam etmiş… Bir ara İstanbul’a gelip bir süre İskenderpaşa Dergâhı’nda Mehmed Zahid Kotku Hazretleriyle birlikte bulunmuş ve tekrar Trabzon’a dönmüş…

Böylece, Trabzon’da yeni bir dönem, yeni bir çalışma alanı açılıyor Ahmet Hoca’nın önüne: Nurdoğdu Camii’nde başlayıp Yavuz Selim Vakfı’nda devam eden hizmetlerine ve tarikat faaliyetleri de eşlik ediyor: Hoca, bir yandan İmam Hatip Lisesi öğrencilerinin Arapça öğrenmelerine yardımcı olurken, öbür yandan da sohbet ve ders halkaları oluşturarak üniversite çevresinden geniş bir öğrenci kesiminin eğitimine gayret ediyor. Bu planlı, programlı dersler, semeresini vermekte gecikmiyor; Hoca’nın rahle-i tedrisinden geçen çok sayıda insan, aynı istikametteki gayretini sürdürüyor…

Ölçü Şeriattır

Bu arada, Ahmet Hoca’nın tarikat anlayışına getirdiği farklı boyutu öğrenmeye çalışıyorum. Bu konuda söylediklerini birlikte dinleyelim: “Tasavvufa ilmi olarak yaklaşmamız lâzım. Çünkü ilimden uzaklaşıldıkça muhakkak hevâ ve hevesin etkisinde kalınır. Yani Şeriat, Tarikat, Hakikat, Marifet çizgisi bozulmamalıdır. Her şeyin başı ve kaynağı Şeriat’tır. Tarikat, Şeriat’ın ölçüsü olamaz. Tam tersine; Tarikat’ın ölçüsü Şeriat’tır; Kur’ân ve Sünnet’tir. Peygamber Efendimizin Allah’tan alıp bize bildirdiği sözler Şeriat, Kur’ân’ı yaşaması ve fiilleri Tarikat, hâli ve yaşantısı Hakikat, sermayenin başı olan Allah’ı tanıması ise Marifet’tir. Mesele Marifet’le başlar, yine Marifet’le biter.

Tabi ki, İslâm bir bütündür. İslâm insan fıtratıdır; fıtrat dinidir. Allah Teâla insanı İslâm fıtratı üzere yaratmıştır. Kur’ân-ı Kerim’in yaşanması ile bir kâmil insan meydana gelir. İnsân esmâ’ âleminden gelir; esmâ’ âlemi âlem-i lâhût’tur; burada, esmâ’ âleminde insanın her hali ile şekli çizilmiştir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da “Adem’e bütün isimleri (esmâyı) bildirdik” buyurdu. İsimleri bildirmek; “Bu Ahmet’tir, Mehmet’tir, aydır, yıldızdır…” demek değil; insanın dünyaya geldiği günden sonuna kadar bütün sahalardaki, içtimaî, iktisadî, siyasî, sanayi gibi her daldaki bütün ilimlerin bilançolarıdır. Allah katında her şey takdir edilmiştir. Bu esmâ âlemidir ve esmâ âleminde insan Kur’ân fıtratı üzere yaratılmıştır.

Kur’ân yaşanmak için indirilmiştir; eğer bir harfi eksik ise, o insan eksik insan olur. Bir kelimesi, bir cümlesi değil, insanın Kur’ân hayatından bir harfi eksikse, muhakkak o insan eksiktir. Çünkü insanın aslı odur, o fıtrat üzere yaratılmıştır; insanın fıtratı üzere yaşaması ise hakikatin ta kendisidir. Bunu değiştirdiği zaman ise, dinde tahrifat yapıyor demektir. Hıristiyanlık böyle tahrif edildi. Hasılı bir şeyin ölçüsü Kur’ân ve Sünnet değilse, o tahriftir. Tahrif sözkonusu olduğunda kelime-i tevhîd’in yani “Lâ ilâhe illallah”ın manası da tahakkuk etmez. Hâlbuki vahdet, “Lâ cemaate illâ cemaatün vâhide” sırrı zuhur edecek burada. Kısaca insanlığın tek kurtuluş yolu, Kur’ân ve Sünnet hayatına dönüştür. Sünnet de Rasûlüllah’ın hayatıdır; Kur’ân’ın canlı tefsiridir…

Şimdi, câhillerin tarikât anlayışına gelince, kerâmetlerden ibaret görüyor; o uçar, uçurur, kaçırır, gaybdan haber verir vs. Hâlbuki bir insan binlerce sene yaşasa da, benden bir kerâmet görülsün diye ibadet etse, bütün ibadetleri zâyi olur, gider. Şeytan da o kapıyı açık bırakır; onlara yardım eder, safsatalara sürükler. Tabii, bu safsatalara inanan cahillerin vebâli de ehl-i ilmin sırtındadır ve hesabını da onlar vereceklerdir; cemaatlerine sahip çıkmadıkları için. Sen hakka sahip çıkmazsan, cahiller alıp yürür…”

Hoca’ya son olarak, Amerika’nın Irak saldırısı üzerine söyleyeceği bir şey olup olmadığını soruyorum. İmam Şafii’nin bir sözünü hatırlatarak meseleyi özetliyor: “İmam Şafii Kabe’yi ziyaretinde son veda tavafını yaparken Hacerü’l Esved’i öperek şöyle diyor: ‘Ey Beyt-i Atik, seni canımdan çok severim. Ama bir mümine hanımın iffet ve namusuna taarruz edildiğinde, senin yetmiş bin defa yıkılmana razı olurum da ona razı olmam.’ Müslümanlar için namus müşterektir. O halde birlik olmak zamanıdır.”

70’lik delikanlı Ahmet Hoca, bitmeyen enerjisi, heyecanı ve Trabzon havalisine sığmayıp tâ Eyüpsultan semtine uzanan cehdi ile ilim ve irfan sohbetlerini sürdürüyor. Hocamızın verimli hizmetlerini sürdürmesi için duâlar ediyor ve duâlar bekliyoruz.

Not: Abdullah Yıldız Hoca’nın kaleme aldığı bu yazı “Of Medreseleri Geleneği ve Ahmet Yaşar Hoca” başlığı ile Umran Dergisi’de Mayıs 2003 tarihinde yayınlanmış olup, İrfanDunyamiz sitesi tarafından ara başlıklar eklenerek iktibas edilmiştir. Merhum Ahmet Yaşar Hocaefendi 8 Mart 2016 yılında Allah Teâla’nın rahmetine kavuşmuştur. Cenab-ı Hak merhum hocamıza ve tüm geçmişlerimize rahmet eylesin.

Abdullah Yıldız/ Umran Dergisi

KARADENİZ ÇEVRESİ İRFAN DÜNYAMIZ

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

İz bırakan mal müdürü Neşet Özerdem

Bir mal müdürü düşünün, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde görev yapmış ve her gittiği yerde iz bırakmış. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.