Medine’den Brezilya’ya ibretli bir hikaye…

Bursa’da Kazım isminde bir arkadaş, bir kaç sene evvel çeşitli İslam ülkelerinden misafirlerin katıldığı bir davet tertip etmişti. Bazı arkadaşları ile birlikte bizi de oraya davet etmişti. Davetlilerin içinde çeşitli milletlerden katılan hocalar ve alimler de vardı. Tabi önce bir tanışma faslı oldu, herkes kendisini tanıttı. Ben de kendimi tanıttım, emekli polis memuru olduğumu, emekli olduktan sonra çeşitli ülkelere vaaz ve sohbet amaçlı gittiğimi söyledim.

Bizi davet eden arkadaş yurtdışına sık sık gittiğimizi duyunca, Medine-i Münevvere‘den gelen bir arkadaşına, daha önceden kendisinden dinlediği bir olayı bana da anlatmasını söyledi. Bunun üzerine 45- 50 yaşlarındaki Mısırlı beyefendi, yurt dışına tebliğ ve davet amacıyla gidenler için de ders olabilecek şu ibretli olayı anlattı:

İbretli olay

Ben Mısırlıyım. Suudi Arabistan kralının tavassutu ile Medine-i Münevvere’de üniversite hocalığı yapıyordum. İlmi faaliyetlerdi, derslerdi derken günlerimiz dolu dolu geçiyordu. Bir gün kendi kendime dedim ki: “Sen hafızsın, Arapçan var, İngilizcen var, beli bir ilmin var, belli bir yaşa gelmişsin, bugüne kadar hiçbir gayrimüslime İslam’ı anlatmamışsın. Bunun hesabı ağır olmaz mı?”

Böyle düşünürken, Müslüman olmayan bazı ülkelere gidip tebliğ yapmak gönlüme düştü. Allah kalbime böyle bir düşünce koydu. Nereye gitsem, nereden başlasam diye düşünürken, Brezilya’da Müslümanların çok az olduğunu duymuştum, “Neden Brezilya olmasın?” diye düşündüm. Vesileler yerini bulup uygun zamanı bulunca uçak biletimi aldım Brezilya’ya gittim.

Tabii benim kıyafetim Arabistan’da giydiğim kıyafetler olunca, Brezilya havaalanında birisi yanıma geldi; “Siz Müslüman mısınız?” diye sordu. “Hamdolsun Müslümanım” dedim. Bunun üzerine o kişi; “Benim annem Müslümandı. Biz sekiz kardeşiz ve hiçbirimiz Müslüman değiliz. Annemiz her zaman derdi ki; ‘Ben ölünce İslami usullere göre mezara koyun.’ Annemiz dün vefat etti fakat biz İslami usulleri bilmiyoruz, kimden yardım alacağımızı da bilmiyoruz bize bu konuda yardımcı olur musunuz?’ dedi.

Bu duruma çok şaşırmıştım. Buralara gelmemin demek ki bir sebebi varmış, kader belki de bu vazifeyi yapmam için beni buralara sevk etmiş diye düşündüm. Ona dedim ki: “Sizin anneniz ne kadar iyi kalpli bir insanmış ki onun cenaze işleriyle ilgilenmem için Allah beni Medine Münevvere’den buralara kadar göndermiş.” Tabi bu sözlerimden onun da etkilendiğini hissettim.

Cenazeyi defnettik

Doğruca evlerine gittik. Defin işlerini tamamladık. Namazını kılacağız fakat cenaze merasimine katılanların hiçbirisi müslüman değil ve kadınların da kıyafetleri hiç uygun değil. Fakat önümüzde bir cenaze var ve cenazeye katılanları da üzmeden bu namazı kılmamız gerekiyor. Ben öne geçtim, onlara da arkamda beklemelerini söyledim. Ben namazı kıldım, onlar da arkada sessizce beklediler.

Cenaze işlemlerimiz bittikten sonra yakınları bana; “Lütfen evimize gidelim, yemek yiyelim” diye ısrar ettiler. Evlerine gittik, ben de bu fırsatı değerlendirmek adına onlara iman ile ilgili bir şeyler söylemeye çalıştım. İşte insanın yaratılışı, büyümesi, gelişmesi, yaşlanması nihayet ölmesi derken “Nihayetinde insan yok olmaz. Başka bir dünya var, bu dünyadan o dünyaya gider” dedim.

Daha sonra ahiretten bir şeyler anlatmaya çalıştım. Cennetten cehennemden bahsettim, iman edip salih amel işleyenlerin mükafatlandırılacağını anlattım. Bir saat kadar sohbet ettikten sonra içlerinden bir tanesi; “Bana da imanı öğretir misin?” dedi. Ona kelime-i şehadeti öğrettim, birlikte kelime i şahadet getirdik. Oradakiler birlikte kelime-i şahadet getirmemizden çok etkilendiler. Cenaze ortamı dolayısı ile de hüzünlü bir ruh hali içindeydiler.

İçlerinden bir kişinin Müslüman olmasına çok sevinmiştim. Beni ilgiyle dinlediklerini görünce sohbete devam ettim. Kelime-i şahadetin anlamını açıkladım. Duygulu anlar yaşanıyordu. Ölen kadının bütün çocukları; “Biz de iman etmek istiyoruz” dediler. Bir kez daha birlikte kelime-i şahadet getirdik ve Rabbimin lütfettiği bu güzel anları yaşadık. Anneleri adeta bereketli bir tohum gibi toprağa girmiş evlatları da iman ile şereflenmişti.

Cami ziyareti

Tabi iş böyle bitmedi, bizi bırakmadılar. “Şimdi biz iman ettik ama İslam’ı bilmiyoruz, bize İslam’ı öğretmek adına burada bir müddet kalmalısınız” dediler. Neyse bir hafta falan kaldım. Bir gün; “Buralarda hiç cami yok mu?” diye sordum. 300 yıl önce yapılan bir cami olduğunu yalnız camiyi yapanların neslinden hiçbir Müslümanın kalmadığını söylediler.

“O camiye ziyarete gidebilir miyiz” dedim ve beraber gittik. Harabeye dönen caminin hali içler acısıydı, içerisinde kediler köpekler geziyordu. Caminin bazı yerlerini temizledik, bir şeyler serdik ve o camide namaz kıldık. Burada bir şeyi vurgulamak isterim ki Cami ile Suffa bir bütündür. Camiyi yapanlar yanına Suffa misali bir eğitim merkezi yapsalardı geriden gelenler İslam’ı öğrenebilirlerdi. Yeni nesillere İslam aktarılamayınca cami de harabeye dönmüş. Sanırım bu da ibretli bir durumdur.

Bir hafta geçmiş ve ben dönüş hazırlıklarına başlamıştım. Hem Medine-i Münevvere’de işlerim vardı, hem de Ramazan yaklaşıyordu ve ben Medine’yi Münevvere’deki ramazanları özlemiştim. Onlar ise bana gitmemem için çok yalvarıyorlardı. Onlara; “Medine’de beni bekleyen talebelerim var. Medine’de oruç tutmak, teravi kılmak bambaşkadır, Ramazanda o güzel atmosferi kaçırmak istemiyorum” dedim.

“Teravihi burada beraber kılarız, hem bize de bir şeyler öğretirsin, birlikte mukabele okuruz” dedilerse de ben biletimi aldım ve Medine’ye döndüm. Havaalanında indiğimde beni hiç beklemediğim bir sürpriz bekliyordu. Polisler beni yakaladılar ve doğru cezaevine götürdüler. Suçumun ne olduğunu bile bilmeden tam yedi ay cezaevinde yattım.

Sürgün ettiler

Mısırlı olduğum için orada bir yabancıydım ve kimseyle irtibat kuramıyordum. İşlemediğim bir suçtan dolayı böyle bir muameleye maruz kalmıştım. Yabancıları bu şekilde hapse attıklarını hep duyardım, fakat bana neden bunu yaptıklarını bir türlü anlayamadım. Yedi ayın sonunda beni hapisten çıkardılar ve bir daha dönemeyeceğim şekilde Medine-i Münevvere’den sürgün ettiler.

Medine’den ihraç olunca sığınmak için Türkiye’ye geldim. Bursa’da barınacak bir ev buldum. Bir şekilde işlerimi ayarlayıp İslam’ı öğrenmeye muhtaç olan Brezilyalı kardeşlerimin yanında bir müddet daha durabilirdim. Hiç olmazsa öyle yapmış olsaydım onlara faydam olacaktı. Şimdi hiç kimseye faydam olmuyor. Böylece sürgün hayatı yaşıyorum.”

Evet Mısırlı beyefendinin anlattıkları bu kadar. Bu hikayeden her Müslüman kendisine bir ders çıkarmalı. Emr-i maruf yapmayanlar niçin yapmıyorlar? Emr-i maruf yapanlar ne gaye ile yapıyorlar? Hizmet ederken karşısındaki muhatapların durumlarını dikkate alıyorlar mı? Tüm bu soruların hepsini ele alarak güzel bir ders çıkarmak lazım. Özellikle yurt dışında vazife yapan hocalar, oraya tebliğ için gidenler unutmayın oralardaki nöbetiniz çok kutsaldır, kıymetini bilin.

Geylani Akan/ İrfanDunyamiz.com

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Yüz yüze iletişimde on altın kural…

Yüz yüze iletişim; doğrudan, aracısız bir iletişimdir. Bu iletişim iki kişi arasında olabileceği gibi, bir …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.