Uhud savaşından çıkarılan dersler…

Âl-i İmran Sûresi günümüz Müslümanlarının ve İslâmî hareketlerinin en önemli hastalıklarından ecel ve ölüm konularında, inananları ciddi bir eğitimden geçirmektedir. İnsan bu eğitimi Kur’an ve Sünnet’ten alırsa vahyin atmosferine girer ve ona göre hayatına anlam katar.

Sureyi fehmederek okuyan ve kavrayan bir Müslüman ecel konusunu iyi anlarsa cihaddan kaçması, ülke savunmamasına katılmaması, kâfir velayetini tercih etmesi, zalim siyaset karşısında hakkı haykırmaması, tembel davranması ve kâfir sultasıyla hesaplaşmaması mümkün değildir.

Bu bağlamda 140. Ayettden itibaren ders almamız ve hayatımıza katmamız; içselleştirerek ahlak hâline getirmemiz gereken hususlar şunlardır:

Gevşemeyin üzülmeyin

Yenilgi ve hezimet İslâm’dan bir sapma nedeni olmamalıdır. Uhud savaşının açtığı yarayı Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem sarmaya çalışırken onları moral olarak da motive etmiştir. Özellikle münafıklar ve Kitap ehli kimseler bu yenilgiden sonra Müslümanların inançlarını ve arkalarındaki ilahi yardımı sorgulamışlardır.

Yenilginin hak bir peygamber için olamayacağından hareketle Müslümanların psikolojilerini bozmak istemişlerdir. Hâlbuki yenilgiler bazen insanları kamçılar; bu sayede çile çekerler. İnsan olduklarının farkına varırlar ve gelecek için daha ciddi hazırlıklar yaparlar.

Yüce Allah, Uhud yenilgisi nedeniyle Müslümanlara, insana üstünlük veren şeyin iman olduğundan hareketle şu evrensel hatırlatmayı yapmıştır: “Düşmana karşı zaaf göstermeyin, gevşemeyin, mağlup olduk diye mahzun da olmayın. Hâlâ siz yüce, üstün kişilersiniz. Siz samimi mü’minler olduğunuz sürece, sonunda galip geleceksiniz.”1

Bu ayet Müslümanlardan manevi, fikri, ahlaki, imani, ameli, içtihadi ve düşmana karşı hazırlık bağlamında maddi gevşeklik göstermelerini yasaklamıştır. Özellikle de düşmanı kendinden üstün görmek gibi bir hataya düşmemelerini önermiştir. Düşmanı üstün gören fert ve toplumlar düşmanına benzemeye başladı mı esas hezimet o zamandır.

Müslüman olmanın izzetini tadan ilk nesil Müslümanlar hiçbir zaman krallar, monarklar ve şefler karşısında secde etmemişlerdir. Hazreti Cafer bin Ebîtalib’in, İslâm’dan aldığı ruh ve güvenle Habeş imparatoru karşısındaki tutumu Müslümanlar için çok önemli bir örnektir. Üstünlüğün takvada olduğuna iman eden Müslümanların2 maddi bir güce veya gayri meşru siyasal otoriteye boyun eğmeleri mümkün değildir.

Kâfirlere itaat edenlerin ve onlara teşebbüh gösterisinde bulunanların İslâm’la bağlantıları kalmamıştır veya insan kâfire benzediği oranda Müslümanlığının keyfiyeti yok olur. Bu çerçevede ne yenilgiden dolayı gevşemek, ne de üzüntüyü kronik hâle getirerek bedbin bir hayat sürmek Müslümanca bir tarz değildir.

Müslümanlar imandan, adım atmaktan, kıyamdan, zulme engel olmaktan, zalimle aynı safta durmamaktan, cihaddan sorumludurlar. Neticeyi verecek olan Allah Teâlâ’dır. Hülasayı kelam; Müslümanlar Resulullah’ın komutasında Uhud’da kıyamdan, safta yer almaktan, kılıç tutmaktan, kâfirlerle cihaddan, dini korumaktan ve şirki hayattan uzaklaştırmaktan sorumludurlar.

Münafıklar gibi cepheyi terk etmemelidirler. Günah ve haram olan Peygamber ve davasını yalnız bırakmak, cepheyi terk etmek, fitneye boyun eğmek ve ölüm korkusuyla cihaddan kaçmaktır. Yahudi propagandasından ve müşrik baskısından etkilenerek Peygamber Efendimiz’i yalnız bırakmak gevşemenin mutlak şeklidir.

Eylem ve amel birlikteliği

Müslüman bir insanın sözleri ile amelleri her zaman uyumlu olmalıdır. Teori ve pratik uygunluğu samimiyetin, bağlılığın ve sadakatin göstergesidir. Kur’an-ı Kerim’deki imanla ilgili ayetlerden sonra ibadetlerin ve diğer salih amellerin emredilmesi bu hükmün bir tezahürüdür. Bu nedenle Yüce Allah söylemi ile eylemi birbirine denk olmayanları kınamış ve bu durumun ilahi gazabı çekecek bir hâl oluşuna vurgu yapmıştır.3

Söylem ile eylem arasındaki uyumsuzluğun bir örneği de Uhud savaşı sırasında olmuştur. Bedir savaşına katılamayan genç Müslümanlar, düşmanla karşılaşma arzusunu4 ve şehadet özlemlerini zaman zaman dile getirmişlerdir. Tam bu sıralarda Uhud savaşı vuku bulunca savaşa karşı çok isteksiz davranmışlardır.

Allah Teâlâ, onların bu hâllerini beğenmemiş ve Kur’an’da şöyle anlatmıştır: “Nitekim siz, ölümle yüz yüze gelmeden önce (Allah yolunda) can vermeyi arzuluyordunuz; işte şimdi onu gösterdiğimiz halde seyirci kalan da (yine) siz oluyorsunuz.”5

Ayette bir taraftan söz ile eylem arasındaki uyumsuzluğun iyi olmadığına atıf yapılırken, bir taraftan da insanlara mutlak anlamda güvenmemeye atıf vardır. Her hangi bir çıkar uğruna hareket önderleri yalnız bırakılabilir.

Bu durumu yaşamamak için daha köklü tedbirler alınmalı ve Müslümanların eğitim kaliteleri yükseltilmelidir. İstikamet üzerine olan İslâmî hareketler bile yalnız bırakılabiliyorsa; hareketlerde sapmalar yaşanabiliyorsa bunun öncelikli sebebi verilen eğitimin metotsuz ve kaliteli olmamasıyla ilgilidir.

Çilesiz olmaz

Cennetin anahtarı cihad ve Allah yolunda ihlaslı bir şekilde çekilen çilelerdir. İman sadece bir temenniden ibaret değildir. Ödenmesi gereken bir bedeli vardır. İman etmenin bedeli de vahyin hayatın tüm boyutlarına hâkim olması; tüm davranışların Allah Teâlâ’nın iradesine arz edilmesidir. O’nun iradesine uygun amellerin meşruiyeti vardır.

Tekrar başlığımıza dönersek; Kur’an’da, insanın dini uğrundaki ödemesi gereken bedele atfen dört ayet vardır. Bunlar; Bakara Sûresi 214. Ayet, Âl-i İmran Sûresi 142. Ayet, Tevbe Sûresi 16. ayet ve Ankebut Sûresi 2-3.ayetlerdir. Hayatın çilelerinden yorulan Müslümanların Peygamber Efendimiz’den rahat bir ortam talep etmelerine karşılık Yüce Allah şu ayeti indirmiştir:

“Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Onların başına öyle şiddetli zorluklar, öyle boğucu darlıklar geldi ve öylesine sarsıldılar ki mü’minlerle birlikte Resul de “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek!” diyordu. Unutmayın, Allah’ın yardımı yakındır.”6

Rivayet kitapları “Allah’ın yardımı ne zaman?” sorusunu soranların Mekkeli Müslümanlar ve özellikle de Habbab bin Eret olduğunu belirtirler. İşkence görmekten vücudunda tırnak ucu kadar bile doğal renk kalmayan bir adamın genişlik ve ferahlık talebine Allah celle celaluh yukardaki cevabı vermiştir.

Buna göre, Müslümanlardan sızlanmamalarını ve sabırla yola revan olmalarını istemiştir. Benzeri bir ayette Uhud savaşı sonrasında gelmiş ve imanın ödenmesi gereken bir bedelinin olduğu vurgulanmıştır. Uhud savaşındaki verilen şehidler ve gaziler imanına karşılık bedel ödeyenlerdir.

Gazilik ve şehadetin mukaddemi olan cihad, iman-ı kâmilin işaretidir. Cihad ve sabır olmadan ne imana bedel ödenir, ne de cennete gidilir. Bu konudaki ayet gayet sarihtir: “Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri ve (yolunda) direnenleri/sabredenleri seçip ayırmadan cennete girebileceğinizi mi sanıyorsunuz?”7

Cihada soğuk bakan ve taşıdığı riskten dolayı onsuz bir din tasavvuru düşünen kişiye Peygamber Efendimiz’in yaptığı şu uyarı çok önemlidir: “İbni Hasasiyye radıyallahu anh, Peygamber Efendimiz’e gelip İslâm’ın emirlerinin zorluğu ve kolaylığı üzerinde yorum yapmış; sonra da “zekâtsız ve cihadsız bir din” tasavvurundan bahsetmiştir. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, İbni Hasasiyye’yi şiddetle sarsmış ve “Allah yolunda sadaka ve infak yok, cihad yok, o zaman sen ne ile cennete gireceksin?”8 demiştir.

Müslümanlar cihadı terk edip korkakça davranırlar ve mal biriktirme tutkusuna kapılırlar, sonra da konforizmin etki alanına girecek olurlarsa dünyayı amaç haline getirirler. Dünyada ebedi yaşama ve cenneti de dünyada arama sapıklığına düşerler. Ayrıca Müslümanlar cihadın aleyhindeki kara propagandadan etkilenirler ve cihadı terk ederlerse bireysel ve toplumsal zillete/ alçaklığa düşerler.

Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem, böyle bir düşüşe ve alçalmaya neden olan durumları şöyle tespit etmiştir:“(Faizli bir muamele olan) ıyne alış verişi yapar, öküzün kuyruğuna sarılır, ziraata razı olur (tarlanızdan başka bir şey görmezseniz) ve cihadı da terk ederseniz Allah Teâlâ size zillet musallat eder ve tekrar dininize dönene kadar o zilleti üzerinizden geri almaz.”9

Hadisdeki “öküzün kuyruğuna sarılmak ve ziraata razı olmak” ifadeleri deyimdir. Güncel dille anlam verirsek; herkesin dünyalık peşinde koşup dinini ciddiye almaması, işini ve kazancını Allah’ın emirlerinin önüne geçirmesidir. İtibarı, konumu, lobisi, formasyonu, yakınları, kazancı ve kapitali gider endişesiyle hayatın İslâm’a dönüşümünde görev yüklenmemesi; kariyerini hesap ederek hakkı zamanında ve yerinde söylememesidir.

Dava şahıslarla kaim değil

İslâmî hareket şahıslarla mukayyet değildir. Bu ifadeden kasıt, insanlar dinin muhataplarıdırlar. İslâm dininin kaynağı Yüce Allah’tır. Dinin sahibidir ve dinini tamamlayacak olan da odur. İnsanlara din vasıtasıyla hidayeti ve hayırlarla dolu güzel bir hayatı teklif etmektedir. Bu anlamda din hayatın kendisidir. Rabbimiz hayatın heva değil de vahiy üzerine bina edilmesini emretmiştir. Şayet insanlar dinin tekliflerini kabul etmezlerse neticesine katlanmak suretiyle özgürdürler.10

Allah Teâlâ nurunu tamamlamak istediğinde buna mani olacak hiçbir güç yoktur. Allah dilerse nurunu bir fasık vasıtasıyla da tamamlar. Hazreti Âdem aleyhis selam’dan beri İslâm’ın varlık alanı bulması, Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem ile kemale ermesi ve kıyamete kadar da payidar olması İslâm davasının şahıslarla kaim olmadığının en önemli göstergesidir.

Dinin sahibinin Allah Teâlâ olduğunu kavrayamayan müşrikler, Yahudiler, Hristiyanlar ve münafıklar Peygamber Efendimiz’in ölmesini istemişler, zaman zaman da ona suikastlar tertip etmişlerdir. Yüce Allah onları bu emellerinde muvaffak kılmamıştır. Zaten onun hayatında açılan her savaş onu ve davasını yok etmek için açılmamış mıydı?

Nitekim bu savaşlardan Uhud’da Peygamber yaralanınca bütün kâfirler sevinmişler ve “Muhammed öldürüldü” naraları atmışlardır. Onların bu çığlıklarına Yüce Allah şu evrensel hakikatle cevap vermiştir: “Muhammed ancak bir peygamberdir; ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. O halde o ölür ya da öldürülürse, hemen yeniden küfre mi döneceksiniz? Fakat kim alelacele yeniden küfre dönerse, iyi bilsin ki Allah’a hiç bir zarar veremez. Hâlbuki Allah şükredenlerin karşılığını verecektir.”11

Allah celle celaluh ayette, Resul öldürülse bile onu gönderenin mutlak diri ve ölümsüzlüğüne işaret etmiştir.12 Bu uyarı Allah’ın davasının şahıslarla kaim olmadığının da delilidir. “Eski dininize geri mi döneceksiniz” ifadesiyle de hem mühtedilere hem de zayıf imanlı, sureta haktan gözüken münafıklara bir uyarı vardır.

İslâm, vahiy bağlamında Peygamber Efendimiz zamanında; son vahiylerin gelmesiyle 632. tarihinde tamamlanmıştır.13 Fakat İslâm’ın yayılışı, ülkelerin fethedilmesi, büyük bir alanda ahkâmının uygulanması, çok uzun ömürlü devletlerin kurulması ve dünyaya yön vermesi Peygamberimizden sonra olmuştur.

Birkaç yüz yıldır Müslümanlar bir mahkûmiyet dönemi yaşasalar da, dinin dinamik yapısı her zaman hayatın sevk ve idaresini almaya; fitneyi yeryüzünden kaldırıp yeni bir İslâm devleti kurmaya müsaittir. Bunu iyi bilen emperyalist güçler; başta Batı Avrupa, Amerika, Rusya ve Çin Müslümanlara nefes aldırmamak için savaş başta olmak üzere çok yönlü çalışmalar yapmaktadırlar.

Dünya siyonizmi ile ortak hareket eden bu emperyal güçler batı medeniyetinin tek alternatifi olarak İslâm’ı gördükleri için Müslümanlara karşı dünya çapında katliamlar ugulamaktadırlar. Lider ve önder merkezli çalışmayı tercih eden Müslümanlar dava merkezli çalışmalara geçemediklerinden dolayı hareketlerinde ya sapmalar veya inkırazlar yaşamaktadırlar.

Bu bağlamda halkı Müslüman ülkelerin çoğunda geçen dönemin İslâmî hareket önderlerinin mitleştirildiğini ve şeyh tipi bir yaklaşımla hayatlarının ibret almak yerine tüketildiğini görüyoruz. Hazreti Ömer, İslâm orduları komutanı Halid bin Velid’i azlederek nasıl ki İslâm davasının insanlarla mukayyet olmadığını gösterdiyse günümüz Müslümanlarının da yukardaki ayetlerden ve uygulamalardan hareketle davanın insanlarla mukayyet olmadığını ispat etmeleri gerekir.

Aksi hâlde önderlik kadrosunda kibirlenme ve ümmete karşı tepeden bakma, yönetimi saltanata çevirme, yönetime mutlak itaat edenleri taşıma, servet biriktirme, marifeti kendinde görme, rehavete kapılma ve tiranlaşma zuhur edebilir.

Kanaatimize göre ülkemizde mektebi bir İslâmî hareket hiç olmadığı için burada yazdıklarım beni bağlar. “Laik, liberal, demokrat, muhafazakâr, nasyonalist” hareketleri hiç muhatap almadığımdan dolayı yazdıklarımın verili politikayla bir ilgisi yoktur. Her hangi bir grubu kesinlikle ima da etmiyorum. Hayatın tek referansı vahiy olana kadar eleştiri hakkımız ve cihadımız bakidir.

Ecel bellidir, ne ileri ne geri

Ecel bir tanedir, geldiği zaman ne ileri ne de geri alınır. Ecelle ilgili ayetlerin Âl-i İmran suresinde yoğunlaşmasının ayrı bir anlamı vardır. Zira münafıklar öldürülmekten korktukları için hem kendileri savaşa katılmak istemiyorlar hem de Müslümanların azimlerini kırıyorlardı. Yüce Allah bu korkak gruba ve onların şahsında tüm insanlara şu hatırlatmayı yapmıştır:

“Allah’ın izni olmadan, ezelde takdir edilmiş bulunan eceli gelmeden hiç kimsenin ölmesi söz konusu değildir. O bakımdan, kim yaptığının karşılığını dünyada bekliyorsa ona bir miktar dünyalık veririz; kim de mükâfatını ahirette almak diliyorsa, ona da ahiret mükâfatından veririz. Şükredenleri yakın bir gelecekte elbette mükâfatlandıracağız.”14

Allah celle celaluh’un mahlûkatı için tayin ettiği ecel konusuyla ilgili Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet vardır. Ecel konusunu daha net kavramak için bu ayetlerin hepsini bir araya getirip konulu bir çalışma yapmak bile insanın ruhen olgunlaşmasına ve Allah yolunda fedakârlık yapmasına vesile olur.

Yüce Allah, insanın dünyaya olan meylini bildiği için onlara Mekkî surelerde sık sık ölümü hatırlatmıştır. Cihadın türevi olan mukâtelenin emredilmesiyle beraber, mü’minlerin savaş alanlarından kaçmamaları için de Medeni ayetlerde ecelin tekliğini bildirmiştir. Ecel konusunda bir gecikmenin olmayacağını şu buyruğunda olduğu gibi tüm insanlığa ilan etmiştir: “Oysa Allah, eceli gelmiş bulunan hiç kimsenin ecelini kesinlikle ertelemez. Allah, yapmakta olduklarınızdan haberdar olandır.”15

Günümüzde, ecelin çift olmasından hareket ederek ayetler üzerinde fikir yürüten insanlar, bilerek veya bilmeyerek ümmeti korkaklığa sevk etmektedirler. Müslüman gençleri bir ibadet olan cihaddan bile soğutmaktadırlar. Hayat içerisinde aktivitesini kaybeden insan, cihad gibi bir temel farizayı yapmadığında daha çok yaşayacağına inanırsa sonunda mutlaka korkak olacaktır.

Sadece bireysel korkaklıkla iş bitmeyecek Müslümanlar ayaklarını basacakları bir karış toprağa bile hasret kalacaklardır. Kur’an-ı Kerim, ölüm korkusuyla ümmeti korkutmayı nifak alameti olarak haber vermiş ve kıyamete kadar zihnimizde canlı tutmamız gereken şu evrensel duyuruyu yapmıştır:

“Ey iman edenler! Küfre sapanlar, yeryüzünde gezip dolaşırken veya savaşta bulundukları sırada (ölen) kardeşleri için: ‘Yanımızda olsalardı ölmezlerdi, öldürülmezlerdi.’ diyenler gibi olmayın. Allah, bunu onların kalplerinde onulmaz bir hasret olarak kıldı. Dirilten ve öldüren Allah’tır. Allah, yapmakta olduklarınızı görendir.”16

Ayeti kerimede kınanan insanlar, mü’minleri Allah yolunda cihaddan alıkoymak isteyen küfür ehli veya “Bize itaat etselerdi ölmezlerdi, öldürülmezlerdi.” diyerek ecel korkusuyla Müslümanların cihad ruhunu kırmak isteyen münafıklardır.17 Ayeti, kendi yaşadığımız atmosferde düşünürsek esefle belirtmek gerekir ki can korkusu ve terbiye olmamış “evlad-u ıyal” sevgisi birçok insanın nifak ahlakıyla ahlaklanmasına sebep olmuştur.

Oysa Kur’an-ı Kerim’in bizzat kendisi bu soruya cevap vermiş ve mü’minleri şecaatle donatarak korkaklık hastalığından kurtarmaya çağırmıştır: “…De ki: ‘Eğer evlerinizde de olsaydınız, üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar, yine devrilecekleri yerlere gideceklerdi…”18 ‘Allah’ın dini uğrunda mücahede eden herkes ölecek.’ diye bir kayıt da yoktur, bilakis kimin eceli geldiyse o ölür.19 Ayrıca bilinmeli ki hak bir davanın uğrunda ölenlerin çokluğu harekette bir sapma meydana getirmemeli ve davanın seyrini olumsuz yönde etkilememelidir.

Uhud Savaşında kendileri gibi münafık olan kardeşlerine akıl veren Abdullah bin Übey ve arkadaşları, ölenler için: “Bizim istişaremizi dinleselerdi de otursalardı, savaşa çıkmasalardı, öldürülenlerle beraber ölmezlerdi”[20] diye söylendiklerinde Yüce Allah, onlara meydan okumuştur: “Onlar, oturdukları yerden kardeşleri için: ‘Eğer bize itaat etselerdi, öldürülmezlerdi’ diyenlerdir. De ki: ‘Eğer doğru sözlüler iseniz, ölümü kendinizden savın öyleyse!”21

Ne yaparsanız yapın bu sonuçtan kurtulamazsınız. Nereye giderseniz gidin Allah Teâlâ’nın hâkimiyet alanından çıkamazsınız, çünkü o, tüm âlemlerin mutlak sahibidir. Allah celle celaluh buyuruyor ki göklere de çıksanız ölüm size gelecektir: “Her nerede olursanız olun ölüm sizi bulur; yüksek yerlerde, tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile…”22 “Savaşların ortasında da olsanız, kat kat yüksek şatolara da çıksanız fark etmez…”23

Alnınıza yazılan ölüm saniyesini bile şaşırmadan size ulaşacaktır. Nitekim birçok insan sosyal ve iktisadi konumlarına aldanarak gökdelenlere sığınmışken ölüm onları orada da bulmuştur. Bütün bu tekil olaylarla ayetin mesajı arasında ilgi kurup ibret almak gerekir.

Zaferin anahtarı sabır

Sabır zaferin anahtarıdır. Yüce Allah’ın isimlerinden olan “Es Sabur”dan gereken payı Müslümanlar almalıdırlar. Bu payın üzerinde en üst seviyede tecelli ettiği kimseler peygamberlerdir. Kur’an sabır kavramına çok boyutlu açıklık getirmiştir.

Amiyene anlayışı değiştirmiştir. Kur’an zaviyesinden bakarsak sabır tam bir direnç ahlakıdır. Sabrın bir direnç ahlakı olduğuna şu ayet delalet etmektdir: “Nice peygamberler vardı ki berâberlerinde birçok Rabbânî (Rabbe kulluk eden kimse)ler bulunduğu hâlde savaştı(lar). Bununla berâber Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler ve zaafa düşmediler, hem (düşmanlarına) boyun eğmediler! Allah ise sabredenleri sever.”24

Allah yolunda başa gelenleri rıza ile karşılama olan sabır, kâfirler karşısında mücahede ederken sabitkadem olup cepheyi terk etmemektir. Konuyla ilgili ayet çok açıktır: “(Cephede Müslümanlar düşmanla karşılaştıklarında) ağızlarından dökülen söz, sadece şundan ibaretti: “Rabbimiz! Günahlarımızı ve vazifemizde, işlerimizde gösterdiğimiz taşkınlıkları bağışla; ayaklarımızı sabit kıl ve şu kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsan eyle!”25

Ayeti dikkatli okursak cephede sebat etmenin önemine vurgu yapılmıştır ki sabrın bir yönünün tanımıdır. Sabır ile cephe arasındaki ilişkiye bakarsak sabır, kâfirler karşısında şamar oğlanı olmamaktır diyebiliriz. Sabır, aklın ve şeriatın gerektirdiği şey üzerine nefsi tutmaktır. Eğer bu durum yani, nefsi tutma eylemi bir musibet sebebiyle olursa sabır, savaşta olursa şecaat/ kahramanlıktır.26 Ayrıca sabır, şu anlamlara da gelir; başa gelen musibetlerin acısından dolayı Allah’tan başkasına şikâyetçi olmamak,27 sızlanmamak, kendine acındırmamaktır.28

Duygu ve arzuları kontrol altında tutmak, acelecilik, şaşkınlık, ümitsizlik ve aç gözlülükten sakınmak, soğukkanlı olmak, düşünceli kararlara varmak, tehlike ve zorluk anlarında dayanıklılık göstermek, en aşırı kışkırtma anlarında bile yanlış adım atmamak, çok büyük belalarla karşılaşıldığında ve çok kötü bir durumda olunduğunda dâhi kontrolü kaybetmemek… Görünürde yardımcı olan bir araçla, amaca gecikmeksizin hemen ulaşmak için sabırsızlıkla acele bir davranışta bulunmamak, dünyevi kazanç ve faydalar elde etmeye veya nefsin eğilimlerine kendini kaptırmamaktır.29

Tasavvufta bir makam olarak kabul edilen sabır, ariflerin dilinde de değişik anlamlara gelmektedir. İbrahim El Havvas sabrı şu şekilde tanımlar: “Kitap ve sünnetin hükümleri üzerine sebat etmektir.”30

Dr. Mehmet Sürmeli/ İrfanDunyamiz.com

1 Âl-i İmran.3/139
2 Bak: Hucurat 49/13
3 Bak: Saf 61/2-3
4 El-Basri, Hasan, Tefsir, c. I, s. 148; Bagavî, Mealim’ü-t Tenzil, (Muhtasar), s. 149.
5 Âl-i İmran 3/143
6 Bakara 2/214
7 Âl-i İmran 3/142
8 Hakim, Müstedrek, had no: 2421, c. II, s 89-90;Heysemi, Zevâid,C.I,s.42
9 Ebu Davud, Büyu, Had.no:3462,c.III,s. 274
10 Bak: Kehf 18/29
11 Âl-i İmran 3/144
12 Maturîdî, Te’vilat, c. II, s. 499.
13 Bak: Maide 5/3
14 Âl-i İmran 3/145
15 Münafikun 63/11.
16 Âl-i İmran 3/156.
17 Taberi, Camiu’l-Beyan, III, 490.
18 Âl-i İmran 3/154.
19 Taberi, a.g.e, III, 489.
20 İbni Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, I, 402.
21 Âl-i İmran 3/168.
22 Nisa 4/78.
23 Zemahşeri, Keşşaf, I, 527.
24 Âl-i İmran 3/146
25 Âl-i İmran 3/147
26 el-Isfahani, Müfredat, s. 474.
27 Cürcani, Tarifat, s. 131.
28 Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 446.
29 Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, II / 159.
30 İbn Kayyım, Medaricu’s-salikin, II / 164-165.

İstikamet Yazıları ↗

İslam’ın şuur boyutuna vurgu yapan yazıları okumak için tıklayın.

Kaynak Metinler ↗

İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Kimin tavuğuna kışt demişim?

“Biz inandığımız davaya koşarak gideriz, koşarak gidemezsek yürüyerek gideriz, yürüyerek gidemezsek sürünerek gideriz ama davamızdan …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.