Darülaceze’deki garip olay…

Birkaç yıl önce Fatih Müftülüğü tarafından Dârülaceze’de görevlendirilmiştim. Hoca arkadaşlarla Dârülaceze’ye gidiyor, oradaki yaşlılarımıza manevi motivasyon vermeye çalışıyorduk. Bir müddet sonra virüs davası çıkınca bu çalışma ertelendi. Şunu hemen söyleyeyim, hakikaten oradaki insanlara çok güzel bakıyorlar, her şeyi ile ilgileniyorlar. Devletimiz sağ olsun. Fakat Allah yine de kimseyi oraya düşürmesin. Arayıp soranı olmayan insanların halini görünce yüreğimiz gerçekten çok burkuldu.  

Oraya gittiğimde ilk dikkatimi çeken şey, bahçesinde mescidin yanı sıra kilise ve havranın da bulunmasıydı. Tabi bu ibadethaneler bizim mescidimiz gibi aktif değildi. II. Abdülhamid döneminde kurulan Dârülaceze’de din ve inanç farkı gözetilemeden aciz, dilenen ve mağdur kimselere yardım ediliyormuş. Ecdadımızın kişilerin dini inançlarına duyduğu saygıyı bir kez daha orada canlı olarak görmüş oldum.

İlginç olay

Oradaki görevli arkadaşlardan birisiyle sohbet ederken; “Burada çok câlibi dikkat bir şey yaşadınız mı?” diye sorduğumda şöyle derinden bir âh çekip şu ibretâmiz olayı nakletti: İstanbul’un çok meşhur bir Hastanesi’nde profesör olan tipi kayık bir adam annesini buraya yatırmaya getirmiş. Dârülaceze’nin yaşlıyı kabul etmesi için gereken tüm şartları da yerine getirip şartnameyi imzalamış. Tam gidecek sıra Müdür Bey’e; “Sizin istediğiniz tüm şartları yerine getirdim. Şimdi benim de sizden bir talebim olacak. Şu andan itibaren annemle ilgili beni aramayın, ölse dahi haber vermeyin” demiş. Bir anda ortalık buz kesilmiş. Müdür Bey; “Şaka yapıyorsunuz herhalde beyefendi” deyince; “Yo gayet ciddiyim, sakın ola ki beni hiçbir şekilde rahatsız etmeyin” deyip çıkıp gitmiş.

Üç sene sonra yaşlı kadın vefat edince Müdür Bey; “Beyefendi belki o zaman bir şeye kızdı da böyle yaptı” diye düşünerek profesörü aramış ve “Anneniz vefat etti. O gün aramayın demiştiniz ve üç senedir de gelip gitmediniz. Fakat ben yine de cenazesinde bulunup son görevinizi yapmak istersiniz diye düşündüm” demiş. Telefonun diğer ucundaki Profesör köpürmüş; “Kardeşim! Ben size aramayacaksınız demedim mi? Bütün şartları ben yerine getirdim, daha ne istiyorsunuz benden” diyerek bozuk çalmış. Adamın artistlik yapması üzerine Müdür Bey çaresiz telefonu kapatmış.  

Kimseyi kınamamak lazım kardeşlerim. Bu insanları bu hale sokan şey nedir bilinmez ama insan; “Koskoca profesör olmuşsun, o anne seni ne zorluklarla okuttu” diye düşünmeden edemiyor. Bu olaydan bir hafta on gün sonra Profesör, Müdür Bey’i arayıp, geçen hafta vefat eden annesinin mezarının yerini sormuş. Müdür Bey; “Beyefendi! Hangi dağda kurt öldü. Ölmüş kişiler hakkında bilgi veremiyoruz” deyip telefonu şak yüzüne kapatmış.

Vefasızlık acı verir

Evet, dostlarım insanın annesine vefası olmazsa başka kime vefası olur ki? Vefa, sevilen veya sevilmesi gereken kimselere verilen değerin bir nişanesidir, dostluk borcudur. Vefa, sözünün eri olmaktır, hatırlatmaktır, iyiliği unutmamaktır, iyilikte bulunanlara karşı iyilikle karşılık vermektir.

Bir dostumuz, bir arkadaşımız arayıp sormayınca; “Ne vefasızmışsın” diye sitem ederiz. Vefasızlıkla karşılaşmak insana acı verir. Çünkü iki dostun arasında görünmez bir dostluk ahdi kurulmuştur. Yüce Mevla İsra Suresi 34. ayetinde şöyle buyurur: “Ahde vefâ gösterin, doğrusu verilen ahitte sorumluluk vardır.”    

Mevlana Celaleddin Rumi vefayı ne güzel tarif eder: “Vefâ arkanda bıraktığını, giderken yaktığını yabana atmamandır. Vefa; dostluğun asaletine, bir dua sonrası verilen sözlere, hayallere ihanet katmamandır. Vefâ, ötelerin sonsuz mülakatı karşısında, cehennemi hafife almaman, ulvi güzellikleri dünyaya satmamandır. Dostlarını daima vefâ ile hayırla can! Arayan sen ol, bulan sen…  Tanıyan sen ol, kucaklayan yine sen… Kula vefası olmayanın Hakk’a vefası olmaz.

Vefayı ondan öğrendik

Vefanın asıl hocası iki cihan güneşi Peygamber Efendimizdir. İnsanlık vefayı ondan öğrenmiştir. Peygamber Efendimiz herkesten öne Allah celle celaluh’a karşı çok vefâlıydı. Geceleri ayakları şişinceye kadar ibadet ederdi. Bir gece Hazreti Aişe annemiz; “Yâ Resulullah! Gelmiş geçmiş ve gelecek bütün günahların bağışladığı halde niçin kendine bu kadar eziyet ediyorsun?” deyince, Peygamber Efendimiz: “Ya Aişe! Rabbime şükreden bir kul olmayayım mı?” diye cevap verdi. İşte vefanın şaheser bir tablosu da budur.

Mekke’nin fethinde Hazreti Ebu Bekir radıyellahu anh babasını Peygamber Efendimiz’e getirip ona iman etmesi için telkinde bulunmasını istemişti. Peygamber Efendimiz ise Hazreti Ebû Bekir’i yanında göremediği için meraklanmış ve onu babasının yanında mahcup bir vaziyette görünce; “Ya Ebu Bekir! Babanı niçin buraya getirerek yordun, o bizim büyüğümüz, ben onun ayağına gelirdim” diyerek dostuna vefasına, büyüklere de hürmetini göstermiş oldu.

Dostlarımıza vefa insanlığın bir gereğidir. Bir çoban köpeği bile sahibine vefasından dolayı dağda doğan kuzunun başından ayrılmıyor, onu koruyor. Bir başka köpek sahibinin mezarından ayrılmıyor. Öyleyse vefanın en çok da biz insanlara yakışması gerekmez mi?  

Osman Gülşen/ İrfanDunyamiz.com

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Abdullah bin Mes’ud gerçek bir kahramandı…

Elimizdeki kaynakların bildirdiğine göre Hazreti Dâvûd aleyhis selam, babasının en küçük oğludur ve çobanlık yapmaktadır. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.