Hayırseverler kursumuza canlı olarak adak kurbanları veriyorlardı. Benim Kemal Özdemir diye bir arkadaşım vardı, -Allah selamet versin- şu an telefonla görüşmeye devam ediyoruz kendisiyle. Onun babası da kasapmış benim babam da kasaptı. Rahmetli Hocaefendi bir gün bizi topladı; “Kasaplık yapacak kimse var mı?” diye sordu. Ben ve Kemal parmak kaldırıp öne çıktık.
Hocamız; “Tamam, iki kişi yeter, eğer siz bir hayvanı kesip, et haline getirmeyi başarabilirseniz size ikişer buçuk lira para vereceğim” dedi. “Aşçı istedikçe şurada keseceksiniz” dedi yerini gösterdi. Biz; “Tamam” dedik. Yani 70’li yıllardan bahsediyorum; daha buzdolabı yaygınlaşmamıştı. O kadar hayvani kesip buzdolabında saklamak bugünkü şartlarda mümkün ama o gün kurstaki yemekhanede bir buzdolabı dahi yoktu.
Kasaplık işe yaradı
Önce bir hayvanı getirdik, kestik. Hocam bizi takip etti, baktı; ”Aferin, siz bu işi becereceksiniz” dedi. Hocamız kasaba kestirirse, kasap gelecek çok daha fazla para isteyecek, pahalı olacak… Bizim kesmemiz hem daha ucuz, hem daha uygun… Önceleri Hocaefendi çarşıdan kasap çağırıp koyunları ona kestiriyordu. Ama tabi adam çok para alıyordu. Herhalde birkaç ay öyle devam ettikten sonra Hocanın aklına böyle bir şey geldi ve bizi görevlendirdi.
Önce kursun arkasında bir kuyu kazdık; hayvanın kanını akıtmak için… Yanımıza da öğrencileri kabul etmiyorduk çünkü küçük öğrenciler kan akışından psikolojik olarak etkilenebilirlerdi. Aşçı Mehmet Usta etli yemek yapacağı zaman bizi çağırıyordu. Genelde “iki tane kesin” diyordu, kesiyorduk. Sonra et asma platformu yapmıştık, orada derisini yüzme ve etlerini parçalama işlerini yaptıktan sonra etleri aşçıya teslim ediyorduk.
Bir ara bağış o kadar arttı ki koyun sayımız 35- 40 tane oldu. Biz de öğrencileri nöbetleşe sıraya koyduk ve o hayvanları sırayla otlattık. 2,5- 3 km yukarda Hocamızın ve abilerinin fındık bahçeleri vardı, oraya götürüyorduk. Sabahtan akşama hayvanlar otlarken bahçede elmalar filan oluyordu onlardan da yararlanıyorduk. Bize müsaade ediyorlardı sağ olsunlar…
Koyunları güden çobanlar akşam olunca hayvanları getiriyorlar, kursumuzun karşısındaki hamamının yanındaki bir mekâna koyuyorlardı. Sabah olunca sıra tekrar diğer nöbetçiye geçiyordu. Böylece biz et yemiş oluyorduk. Rabbim yardımcı olan, kursa kurban bağışlayan hayırseverlerin hayrını kabul buyursun. Onları da duamda eksik etmek istemedim.
Bir zikir meclisi
Cemse tipi askeriyeden satın alınan köylere servis çeken arabalar vardı, daha doğrusu ne diyorlar onlara; kamyonetler vardı. Kursun başkanı Mehmet Abi; “Bu akşam bir zikir var gitmek isteyen var mı?” dedi? Merak ettik. Benimle beraber 10-15 kişi; “Evet” dedik. Arabayı kiralamışlar arabacı geldi, bizi aldı.
Ballı Köyü’ne gittik. Meğer gittiğimiz köyde Haçkalı Baba adı ile meşhur bir Kadirî şeyhi varmış, onun dergâhına gitmişiz. Orada köylüler de vardı, başkaları da vardı. Bizim gibi çocuklar da büyük insanlar da vardı. Hep beraber oturduk zikir yapmaya başladık. La ilahe illallah, La ilahe illallah…
Zikir esnasında kafamızı da sağa sola çeviriyorduk. Benim toplu zikir denemem böyle başladı. Sonra zikrin tansiyonu artmaya başladı. Zikirciler bağırmaya başladılar, derken oturduğumuz yerden ayağa kalktık kol kola zikir etmeye başladık. La ilahe illallah, La ilahe illallah…
Bu sefer hem ayaktayız hem de kafalarımızı çeviriyoruz sağa sola… Gözlerimiz kapalı. Fakat bu arada yanlışlıkla kafalarımızın bazen birbirine çarptığı da oluyor. Perşembeyi Cuma’ya bağlayan geceler bizi çağırırlardı. Haftada bir kez yatsı namazından sonra o köye gider zikrimizi periyodik olarak yapardık.
Kim bu yaramaz?
Bu arada enteresan bir şey de yaşadım. Bir gün Hocama bir şey sormaya dükkâna gitmiştim. Dönerken Hocam bana; ”Bizim Bedrettin, sizin kursun yakınlarında oynuyormuş oğlum. Onu al da eve götür. Annesine lütfen teslim et. Daha küçük, araba maraba vurur” dedi. “Tamam, Hocam” dedim ve onu cami yanında oynarken buldum.
“Bedrettin” diye seslendim, hemen beni gördü, elini arkaya tutarak; “Efendim” dedi. “Gel, sana bir şey söyleyeceğim” dedim. Kaçmasın diye yaklaştım. Tam dizlerimi çöktüm ki meğer elinde kum varmış, kumu gözüme serperek kaçtı. Ben öylece dizimin üzerinde oturup kaldım. Gözlerim açılmıyor… Yoldan geçen birisi sağ olsun yardımcı oldu, koluma girerek beni kursa kadar götürdü. Arkadaşım Murat’a teslim etti.
Kum gözüme kaşıntı ve acı da veriyordu. Arkadaşların yardımıyla uzun bir uğraştan sonra gözümdeki kumu temizleyebildik. O afacan çocuk sonra Ankara İlahiyat Fakültesi’ni bitirdi, büyük yerlere geldi. Onunla olan Ankara hatıralarımı yeri geldiğinde anlatacağım inşallah.
Futbol merakım
Sanıyorum 1974 yılı… Ben de futbola kendimi çok yakın hissediyordum. Daha çok izlemeyi seviyordum. Trabzonspor’da süper lige çıkacaktı. Trabzon Avni Aker’de Şekerspor ile maçı olduğunu duyduk. Arkadaşımla Pazar günü habersiz kurstan kaçarak gitmeye karar verdik. Tabi ilk defa stadyuma gidiyoruz. Stadın dışına vardık, baktık ki çok uzun bir bilet kuyruğu var. Ucu bucağı belli değil, kıvrıla kırıla gidiyor.
Neyse ben; “Bu kuyruk herhalde geceyi bulur. Ben bir kaynak yapayım en iyisi bileti alayım” dedim. Tam girerken arkadan polis copu sırtıma indirdi… “Ne yapıyorsun oğlum, senin baban muhtar mı? Görmüyor musun sıra var. Geç bakayım sıranın sonuna” demesin mi. Tabi ben mecburiyetten sıranın sonuna geçtim. Kuyruk da bitti stadyuma da girip, maçı da izledim. Fakat o polisin vurduğu copun acısını hiç unutmadım. O gün ben Trabzonsporlu oldum. Nerede olsam maçını izleyemesem bile takip ettim ve hala Trabzonspor’u desteklemeye de devam ediyorum.
Biz Trabzon’dan gece yarısı geldik. Kapıdan girsek nöbetçi bize hesap soracak, adımızı alacak. Biz de ne yaptık? Mecburiyetten arkadaki kömür deposunun kırık camından yavaşça içeriye girip kimseye görünmeden yatağımıza yattık. O olayı da böylece atlatmış olduk.
Hocamız çok tevazu sahibiydi. Yürürken hep önüne bakarak yürürdü. Dayak atmazdı fakat onun k karşısına çıkıp onun azarını işitmek insanı çok utandırırdı. Biz nöbetçiye yakalanmadan içeri girdiğimiz için, hocamızın karşısına suçlu olarak çıkmadığımız için kendimizi çok mutlu hissettik, çok sevindik doğrusu.
Yüzmeye giderdim
Vakfıkebir’de bazı günler tek başıma arkada Devlet Hastanesi’nin ön tarafında daha doğrusu yan tarafında denize giderdim, yüzerdim. Bir gün yüzdüm yüzdüm baya bir ileriye gitmişim. Döndüm baktım kara bayağı uzak görünüyor. Geliyorum geliyorum bir türlü karaya çıkamıyorum. Bayağı bir yoruldum. Zaten yaşım da küçük yani 14 yaşında filanımdır. Karaya çıkamayacağım, boğulacağım diye korktum. “Ya Rabbi, eğer karaya beni ulaştırırsan bir ay oruç tutacağım Senin rızan için” diye adak adadım ve o şekilde karaya çıkmak nasip oldu hamdolsun Rabbime.
1973- 74 yıllarıydı yanlış değilsem yine bir gün aynı yere yüzmeye gitmiştim. Baktım karada 5- 6 tane yunus balığı var, boyları 1,5- 2 metreye yakın… Ölü olarak böyle yan yana dizilmişler, karaya vurmuşlar. Şaşırdım ya intihar etmişlerdi ya da o zaman hava kirliliği mi vardı ne olduysa bilemiyorum böyle olmuş. Onları hiç unutamıyorum.
Bazı günler Beşikdüzü’ne kadar beş 6 km mesafe var, deniz kenarından yürürdüm. Bir taraftan da deniz kabuğu toplardım. Bazı günler dolmuşa verecek paramız olmazdı. Eğer param varsa dolmuşa biner, gelirdim. Vakfıkebir’de görkemli dolmuş taksiler vardı, Amerikan malıydı onlar… Beşikdüzü- Vakfıkebir arası çalışıyorlardı.
Boş olduğum günlerde hayvan pazarının oralara giderdim. Oraya bir bisikletçi gelirdi, 5- 10 tane bisikleti vardı, onları saatlik olarak ücretle kiraya verirdi. Bisiklet kiralamak tam bir hobiydi benim için. Bisikletle beraber dolaşırdım çarşıyı pazarı. Ana yolun kenarlarından giderdim ve bisiklet binmeyi gayet geliştirmiştim. Ne de zevk alırdım ki sormayın.
Çarşıda 3-4 basamak merdivenle inilen bir lokanta vardı. Yaşlı sakallı bir Hacı Amca çalıştırıyordu. Kışın mısır unu ile unlanmış hamsi tavası çok güzel oluyordu, bayağı da ucuz oluyordu. Arkadaşlarla gidip acıktığımız zaman orada karnımızı doyuruyorduk. Bahsettiğim lokantada sadece çorba, salata, bir çeşit tatlı ve hamsi kızartma olurdu. Her gittiğinde hemen sipariş verirdik, çabucak kızartır verirdi. O günün şartlarında hamsi bol çıkardı. Denizden bereketli geliyor, hepimizin karnını doyuruyordu.
Rüstem Kılıç/ İrfanDunyamiz.com
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.