Ayakkabı Boyacısı İsmail amca

(Ressam Mehmet Ali Diyarbakırlıoğlu’nun Güzel Bir Eseri)

İstanbul’da, Üsküdar iskelesi yanında, Mimar Sinan’ın inşa ettiği Mihrimah Sultan Cami’sinin karşısında, sahilde sabahın erken saatleri… Hava serin, denizden gelen sert rüzgâr insanın adeta yüzünü yakıyor. Bir seyahatim nedeniyle evden erkenden çıkmıştım. Meydanda birkaç ayakkabı boyacısı, boğazın kenarında açık havada tezgâh kurmuş, müşterilerini bekliyorlar.

Vaktimin olmasını fırsat bilerek ayakkabılarımı boyatmak istedim. Boyacılardan birine yaklaştım, tam oturup ayakkabımı boyatacaktım ki, tezgâhın sahibi: ‘Ben siftah yaptım, yandaki arkadaşım siftah yapmadı’ dedi ve siftah yapmayan arkadaşına işaret ederek ilave etti: ‘O boyasın.’

Boyacı amcanın verdiği cevaba çok şaşırdım, ‘biz bunları tarihimizden örnekler olarak veriyor, Osmanlı medeniyetinden örnekler olarak anlatıyoruz. Bu tür olayların bu zamanda olacağını hiç düşünmezdim’ dedim. Bu yaşadığım olayla, mazide kaldığını düşündüğüm değerlerin bugün de yaşatıldığını ve Osmanlı medeniyetinin ahlâk mirasının hâlâ canlı olduğunu gördüm. Meslektaşını kendisine tercih eden boyacıya şunları söylemeden edemedim; ‘Lise ve üniversite yıllarında öğrenciyken sizin yaptığınız gibi erdemli davranışları hocalarımızdan duyar, bir efsane gibi biz de başkalarına anlatırdık.’

Gerçekten İstanbul’u, ticaretin, rekabetin kızıştığı bir mekân olarak düşünür, bu türden bir meslek dayanışmasının halen var olduğunu hiç tahmin etmezdim. Para, çıkar ve menfaatin zirve yaptığı yerlerden biri olan Üsküdar düşünüldüğünde, gösterilen inceliğin, diğerkâmlığın değeri daha da artacaktır.

Medeniyetimizde gönül zenginliği, mal ve servet zenginliğinden önce gelir. Gönül dünyası zengin olanların inşa ettiği bir medeniyetin temsilcileri, bencil ve faydacı/çıkarcı bütün olumsuz hallerden azade olarak, başkalarının da var olduğunu her daim zihinlerinde tutarlar.

Tıpkı İstanbul Üsküdar’da gördüğümüz hadisenin bir benzerine Anadolu’da rastlamak mümkündür. Konya’nın Yunak ilçesinde dükkanların önündeki geniş olmayan kaldırım üzerinde boya sandıklarını yerleştiren ayakkabı boyacılarını görebilirsiniz.  Kısa tabureleri üzerine oturmuş ve elleri kollarına kadar sıvanmış boya ustaları, yan yana dizilerek gün boyunca ayakkabıları boyayıp parlatırlar. Bu durum hala devam ediyor mu? Bilmiyorum.

Orada bulunan boya sandıkları ise, rengârenk bir şekilde gözleri kendine çeker. Sandığın üzerinde yanyana ve merdivenvarî, basamaklı olacak şekilde çeşitli renklerdeki boya dolu cam şişeler yerleştirilmiş olur. Bu boyacılar içerisinde diğerlerinden farklı bir sima göze çarpar ki, o Boyacı İsmail Amca’dan başkası değildir.

Boyacı İsmail, sempatik, yuvarlık yüzlü, başında sürekli bir takke olan munis, temiz, iyi kalpli, candan, samimi ve işinin eri bir insandır. Adeta boyacılığa yeni başlamış genç bir adam gibi, büyük bir zevk ve heyecanla işini severek yapan Boyacı İsmail, ayakkabı boyalayıp parlatırken, âdeta kalpleri de parlatır.

Gelen kirli, çamurlu ve tozlu ayakkabılar, onun için sorun teşkil etmez. Zira Boyacı İsmail, gelen müşterilerine saygısını, ayakkabılarına karşı da gösterir. Öncelikle ayakkabıları her türlü çamur ve tozdan arındırır. Dikdörtgen şeklindeki sert sünger üzerine boya sürmek için kullandığı bir metal vardır. Bir tarafı hafif çapraz kesilmiş geniş ve yassı metal çubukla ayakkabının kenarlarındaki çamur parçalarını temizler. Daha sonra, uzun kıllarla yapılmış fırçaları iki eline alır, hızlı ritmik hareketlerle bir sağa bir sola vurarak temizler. Yine boyaya geçmeden önce, yanlış hatırlamıyorsam badem yağıyla veya başka bir maddeyle ayakkabının üzerinin paklanmasına sıra gelirdi.

Tüm bu işlemler tamamlandıktan sonra, esas boyama işi başlardı. Metal çubukla özel kaliteli olan boyadan belirli bir oranda alması gerekirken, oğlu Kadir’in boyayı çok kullanıyorsun ikazına rağmen, baba İsmail, fazlasıyla aldığı boyayı ayakkabının üst derisiyle buluşturur. Sünger darbeleriyle ayakkabının bütün noktalarına iyice yetirdikten ve boyaladıktan sonra, onları kuruması için bir müddet bırakır. Daha sonra yine hem boya kalıntılarını gidermek ve hem de parlama safhası için (iki) büyük fırçalarla sağlı sollu hareketler yaparak sağ ve sol ayakkabıları boyalar. Akabinde cila sürüp, kadife bezle hızlı hızlı siler ve fırçalar.

Ayakkabıları boyalarken, İsmail Amca, güler yüzüyle tebessüm ederek sizinle sohbete devam eder. Ancak o boyama işini adeta kutsal bir seremoni havasında yapardı. İşinizi biliyorsa neler yaptığınızı sorar. Bizler öğrenci olduğumuzdan dolayı, daha çok okul veya fakültedeki eğitim üzerinde konuşmalar, boyama sürecine refakat ederdi.

Tarladaki işler

Boya yapmaktan arta kalan zamanlarında, Boyacı İsmail, tarlasıyla ilgilenir, eker ve hasat mevsiminde kaldırdığı mahsulü Toprak Mahsuller Ofisi’ne satar. Hayat böyle devam ederken, Boyacı İsmail 1998 Eylül’ün sıcak bir gününde, bir iki gün içerisinde, Tokat’tan gelip Eskişehir’e tayini çıkan öğretmen oğlu Kadir’e yapılması gerekli olan bir işten bahseder. O, oğluna, gitmeden önce tarlada biriken taşları toplamak gerektiğini söyler.

Ertesi gün güneş doğmadan yola çıkan Boyacı İsmail ve oğlu, araçları olmadığı için o dönem ilçede yaygın bir şekilde kullanılan at arabalarıyla (ilçede tek araba denilir) altı- yedi km. mesafedeki tarlalarına yollanırlar. Burada bir parantez açacak olursak, at arabaları bir dönem kullanışlı yük taşıma vasıtaları olarak hizmet verdiler. Tek bir at ve onun çektiği araba, ahşaptan yapılmış, makaslarda olduğu gibi yer yer metallerde kullanılmış yük taşıyan araçlardır. Çok nadir de olsa, bazen insan da taşıyan bu at arabalar, önemli bir boşluğu doldururlar. Ahşap tekerlerin ve atların nallarının çıkardığı sesler, araba kasasının üzerinde ‘ata vurma arpaya vur’ ifadesinin yazısıyla ayrı bir nostaljik hali yaşatırdı.

İşte bu at arabalarından birisiyle tarlaya ulaşan baba ve oğlu, çalışmaya başlarlar. Ücretle tuttukları at arabası onları tarlaya bıraktıktan sonra geri döner. Akşam üzeri tekrar tarladan almaya gelecektir. Günün aşırı sıcağı, Boyacı İsmail ve oğlunu zorlar. Yine de onlar taşları toplayıp tarlanın kenarına koyarlar. Zira tarlanın taşla dolması, ortaya çıkacak ürünün azalmasına sebep olduğu için zaman zaman taşlı tarlalar temizlenir.

Çalıştıkları tarla, Ankara yol üzerinde Toprak Mahsuller Ofisine üç km. uzaklıkta bir bölgededir. Arazinin bir kısmı da ilçenin ikinci büyük haşmetli dağı Kurşunlu’ya dayanmaktadır. Sabahın erken saatlerinde çalışmaya başlayan baba oğul, güneşin aşırı sıcaklığı altında öğlene kadar çalışırlar. Öğle arasında çalışmaya ara verip bir müddet dinlenip namazlarını kılarlar. Yanlarında, getirdikleri azık ve bir bidon su bulunmaktadır.

Öğle namazının kılınmasından sonra çalışma devam eder. Onlar, çakıl taşları ve iri taşları kovalarla tarlanın kenar çizgisine (an) kadar götürüp komşu tarla ile aradaki bölgeye boşaltırlar. Güneşin altında yapılan bu yorucu iş esnasında, bir koyun sürüsüyle birlikte onun başında Boyacı İsmail’in tanıdığı bir çoban onlara yaklaşır. Selam verip yanlarına gelip oturan çobanla kısa bir sohbet başlar.

Bu sırada öğleyin bir kısmını yedikleri, ancak kalanını iş bitiminde yiyecekleri azığı, İsmail Amca çobana ikram eder. Oğlunun ‘baba yiyeceğimizin hepsini çobana verdin, biz ne yiyeceğiz’diye sorduğunda, Boyacı İsmail, ‘herkes nasibini yer’ diyerek tevekkül içinde bir cevap verir. Oğlu, babasının bu tavrına biraz kızar, ancak bir şey söylemez. İsmail Amca, kendi ihtiyacı olduğu halde, yiyeceğini çobana verir. Böylece O, nebevî tavır sergileyerek, kendi ihtiyacı olduğu şeyi, muhtaç bir insana vererek itikafta bulunur.

İsmail Amca, bidonda kalan son su ile ikindi namazı için abdest almak istediğini söyler. Oğlu; ‘İçme suyumuz kalmadı. Birazdan işimiz biter, gider evde kılarız’ der. İsmail Amca: ‘Eve yetişeceğimizin garantisi mi var evlat?’ diyerek oğluna adeta ahirete göç öncesi önemli bir ders verir. Yarım saat sonra ikindi namazını kıldıktan sonra vefat edeceğinden habersiz söylemiştir bu hikmetli sözü….

Ama yine de tarlanın bir tarafında baba, diğer tarafında oğlu çalışmayı bitirmek üzeredir artık. Oğlu Kadir bir ara babasına bakar, gün boyunca aralarda yaptığı gibi, İsmail Amca yine sırt üstü uzanmış durmaktadır. Herhalde yoruldu da dinleniyor diye düşünen oğlu, işini bitirip elli metre uzaklıktaki uzanan babasının yanına gelir. ‘Hadi baba gidiyoruz’ diye seslenir. Bir cevap alamaz. İyice babasına yaklaşan Kadir, babasının el ve ayaklarının yana savrulduğunu görür. Onun düşmüş olduğunu anlar, bayıldığını düşünür, hatta daha ileri giderek suni teneffüs yapar. Ancak hiçbir tepki yoktur. Beş altı dakika uğraşır. Ancak babasını hareketlendiremez. Bir iletişim aracı yoktur ki, başkalarına haber verip yardım istesin…

Motorlu bir vasıta da olmadığı için, Kurşunlu dağının eteklerinde bir genç, cansız bir şekilde duran babasının başında bir an içinde ne yapacağını şaşırır, korku, hüzün ve şaşkınlık içerisinde en yakında bulunan Toprak Mahsuller Ofisi’nin binasına doğru gidip yardım istemek aklına gelir. Koşmaya başlar, adeta o yol bir türlü bitmez, yaklaşık üç km olan bu yol, onun için belki hayatındaki en uzun yolculuktur.

Gözü yaşlar içerisinde sıcağın altında yorgunluk ve korkudan kurumuş ağzıyla Toprak Mahsuller Ofisinin binalarına ulaşır. Ağzı kupkuru olmuş, dili damağına yapışmış bir şekilde başından geçenleri anlatmaya çalışır, ancak nafile bir türlü konuşamaz. Getirilen suyla kendine gelen ve konuşmaya başlayan Kadir, olanları anlatır. Orada bulunan tanımadığı bir köylü, onun yardımına koşar. Aracıyla onu babasının baygın yattığı tarlaya kadar götürür.

Bıraktığı gibi babası Boyacı İsmail’in bedeni hareketsiz durmaktadır. Otomobilin arka koltuğuna onu uzatırlar ve ilçeye, Dr. Erdal’ın yazıhanesine ulaştırırlar. İsmail Amca’nın gözlerine bakarak muayene eden Doktor, ‘başınız sağ olsun’ sözleri, korktuğu şeyin başına geldiğini anlayan Kadir’i olduğu yerde yıkar, bitirir.

Ayakkabı boyacısı yüce gönüllü, temiz kalpli İsmail Amca, rahmet-i Rahman’a kavuşmadan önce, Kadir’in ifade ettiği şekliyle, ona büyük bir ders vermiştir. Son suyu abdest almaya harcayan Boyacı İsmail, son namazını kılar, muhtemelen abdesti bir şekilde vefat eder. Çobana yaptığı ikramla, son infakını yapar.

Hatta oğlu öğretmen Kadir’in aktardığına göre, tarlada dinlenme anlarında sohbet ederken, çıkacağı son yolculuk öncesi, biliyormuşçasına öğüt, nasihat ve vasiyetini açıklar: Anneniz mübarek bir kadın oğlum, ben ölürsem ona iyi bakın’ der. Devamında ‘ben ölürsem çocuklar gelecek diye bekletmeyin beni, aynı gün toprağa verin beni’ şeklinde son vasiyetini de söyler. Nitekim üç dört ay önce, İsmail Amca, âdeta hazırlık son yolculuğuna hazırlık yaparcasına, ikametlerinden dolayı diğer iki oğlu Ramazan ve Recep’e ‘ben ölümsem siz zaten cenazeme yetişemezsiniz’ der. Gerçekten vefat ettiğinde bu iki çocuğu, cenaze namazına yetişemezler.

Vefat ettikten sonra bu güzel insan İsmail Amca’nın cebinde bir kâğıt çıkar. Kâğıtta bir isim listesi bulunmaktadır. Kâğıtta yazılı olan, ayakkabısını boyatıp da ücretini peşin ödemeyenlerin isimlerinin bulunduğu borç listesidir. Bazılarında bir, bazılarında ise on çarpı bulunmaktadır. İsimlere bakıldığında zengininden fakirine kadar yirmi kadar kişinin adları yazılıdır.

İsmail Amca’nın oğlu Kadir, ‘sonraları takip ettim’ dedikten sonra, ağabeylerime sordum, hiçbiri ‘babana borcum vardı buyur bu parayı’ diye ödeme yapmak için geri gelen olmadığını söylediler.

Helal rızık peşinde

1998 yılında hayatını kaybettiğinde Boyacı İsmail, garip ve mütevazı hayatıyla ailesini helal ve temiz bir rızıkla geçindirdi. 1938 yılında Yunak’ta başlayan hayatı, çileli ve zorlu bir ömrü yaşayarak sona erdi.

Boyacı İsmail’in iki ağabeysi, on sekiz yaşlarında hastalıktan vefat eder. İlkokul birinci sınıfın üçüncü ayında yedi yaşındayken annesini kaybeder. Bu durum üzerine babası, İsmail’i okuldan alır, koyun sürüsüne bakması için çobanlık yapmasını ister. Ablası yakın köye gelin olarak giden İsmail, dokuz yaşında babasını kaybeder.

Amcasının yanında yeni bir hayata başlayan yetim ve öksüz İsmail, amcasına çobanlık yapar. Amcasının hor ve baskılı tavrı, zaman zaman dayak yemesiyle hayatı daha zorlu bir hale gelir. Evlenen İsmail, amcasının kendisine verdiği verimsiz tarla ile kendi yağında kavrulmaya başlar.

Çobanlık yaptığı dönemle ilgili hatıralarını çocuklarına anlatan İsmail Amca, karlı bir kış gününden bahseder. O gün hayvanları, ilçenin en büyük dağı Bayatkulu’ya götürür. Geceyi koyunlarıyla orada geçiren İsmail, sabah bir sürpriz beklemektedir. Sabah uyandığında o kadar kar yağmıştır ki, içine girdiği kepeneğin (çobanların, soğuktan, yağmurdan korunmak için omuzlarına aldıkları, keçeden yapılmış, dikişsiz ve kolsuz üstlük) üzerine bir metre kar yağar. Sadece nefes alacak kadar bir kanal oluşur. Binbir güçlükle karın altından çıkar. Genç yaşlarda oluşan romatizma, bel ve diz ağrılarını, İsmail Amca, bu zorlu kışlarda yağan karlara ve yağmurlara bağlar. Ama bundan dolayı bir şikâyette bulunmaz.

Baskı ve zulümden kurtulmak için İsmail, yakın köy Böğrüdelik’e gidip ablasının yanında kalır. Bir taraftan da çobanlık yapar. On sekiz yaşında askere giden İsmail, iki yıl vatani görevinden sonra bir soğuk bir kış günü, doğduğu ilçesine yine geri döner. Ancak bir sorun vardır. Şimdi nereye gidecektir. Herkes evine gider, ama İsmail’in gideceği bir yer yoktur. O an yaşadıklarını ve hissettiklerini sonradan şöyle anlatır: ‘Arkadaşlarım tek tek evine dağılırken ben ortada kalakaldım. Kendi memleketimde gidecek bir evim yoktu. Kimse benim nereye gideceğimi sormadı. Utana sıkıla tekrar amcama gittim. Gelişimden memnun olmamıştı.’

Evlendikten sonra, Boyacı İsmail, kerpiçten yaptığı derme çatma ama sıcak ve huzurlu evinde eşiyle yaşamaya başlar. Bu evlilikten dört erkek çocuk olur. Kızı olmadığı için İsmail Amca, kız çocuklarını daha çok sever. Amcasının verdiği tarlalar, evin geçimini karşılamadığı için ayakkabı boyacılığı yapmaya başlar.

İşinin hakkını fazlasıyla veren İsmail Amca, yüzüne bile bakılmayacak olan ayakkabıları yeni alınmış gibi bir görüntüye kavuşturur. Boyacıların olduğu kaldırımlar üzerinde sıra sıra durun boya sandıkları ve başlarında sahipleri bulunur. Bunlar içerisinde küçük çocuklar da vardır. Ancak müşteriler, çocuklardan ziyade tecrübeli ve yaşı ileri olan İsmail Amca’ya boyatırlar. O, tıpkı yukarıda bahsettiğimiz Üsküdar İskelesi’nde bulunan boyacının yaptığı gibi, gelen müşterileri, küçük veya genç olan boyacılara yönlendirir. Dolayısıyla kanaatkâr olan Boyacı İsmail, evlerinin nafakasını temin diğer genç boyacıları korur ve gözetir. Yaşı ileri olan diğer meslektaşları ise, onun bu davranışına olumla bakmazlar. Onlar, çocuk ve gençlerin yanlarında bulunmasına itiraz eder, oradan gitmeleri konusunda ikazlarda bulunurlar.

Fazilet mirası

Çiçek Derman’ın Güzel Bir Eseri

İsmail Amca’nın desteklediği o genç boyacılardan birisi, sonradan mahalle muhtarı olur. Karataş Mahallesi muhtarlık görevini sürdüren Hüsrev Ayaz o günleri şöyle anlatır: ‘İsmail Dayı, sabah siftah yaptıktan sonra, gelen müşteriyi bize yönlendirir, bu çocuk henüz siftah yapmadı ona boyatın derdi. Biz de çok sevinirdik.’

Oğlu Kadir’in anlattığı göre, henüz hazır ayakkabı boyaları icat edilmediği için, o dönemler, ayakkabı boyacılığı zorunlu bir ihtiyaç idi. İsmail Amca’nın boya sandığı, içinde bulunduğu meslektaşları arasında en büyük ve en gösterişli olanıydı. Ana renk ile birlikte birçok renkte boyaların bulunduğu sandık, İsmail Özel’in elinde bulunmaktaydı. O, yoğun geçen bayram arifelerinden sonra, komple bir sandık temizliği yaparak yeni işlere hazırlanırdı.

Uzun yıllar Kemal Erşan’ın yazıhanesinin önünde, sandığını koyarak ayakkabıları boyayan İsmail Amca, daha sonraları, merkezde bulunan parkta boyacılık mesleğini sürdürdü. Çarşı Camisi’nin bitişiğindeki parkta boyacılığı devam ettiren İsmail Amca, ezan sesini duyar duymaz boya işini ve sandığını bırakarak cemaate dahil olurdu. Cami cemaatıyla namazını eda eder, rükûya ve secdeye gider.

Yaptığı işin ve geliri düşünüldüğünde, o hiçbir rızık ve kazanç hesabına girmeden doğrudan Hakk’ın huzurunda kulluğa koşar. Kimseye kul ve köle olmayan İsmail Amca, sandığının bulunduğu dükkânın sahibinin ısrarlı bir şekilde kendi partisini desteklemesi teklifini her defasında geri çevirerek reddeder. Dükkân sahibi de ona, artık boya tezgahını kendi iş yerinin önüne koymaması isteyerek yıllardır bulunduğu yerden onu ayrılmak zorunda bırakır.

İsmail Amca, belki basit ve küçük görülebilecek olan bir işi yapar ama, ondaki iman, tevekkül, samimiyet ve dürüstlük en üst seviyededir. Çocuğunun ‘baba ayakkabılara niye çok boya sürüyorsun’ sorusuna, oğlum ‘hak geçmesin, varsın boya fazla gitsin’ diyerek faziletli bir meslek erbabı olduğunu gösterir.

Bir fotoğraf

Boyacı İsmail Amca

Dünyaya aşırı meyletmeyen kendi halinde sade bir hayat süren Hacı İsmail, fotoğraf çektirmeyi pek istemez. Çocukları hatıra olsun diye aile fotoğrafları çekelim teklifine sürekli karşı çıkar ve itiraz eder. Sebebini sorduklarında ise, öldükten sonra resmin ne anlamı vardır diye kısa bir cevapla geçiştir. ‘Resmi yok mu?’ diye sorduğumda, oğlu Kadir babasının pek fotoğraf çekmeyi sevmediği söyleyerek eski ve net olmayan bir vesikalık resmini gönderdi.

Bir boya sandığıyla dört erkek çocuğu büyüten, okutan ve evlendiren Boyacı İsmail, bilek gücüyle ve terleyen alnıyla devamlı helal rızık peşinde olur. Çocuklarının ifadesiyle ‘biz helal rızıkla büyüdük’ sözleri, kazancına asla haram bulaştırmadığının bir delili olsa gerek.

Çocuklarının anlattığı üzere, Boyacı İsmail, bazen akşam olunca eve yanında birisiyle gelir. Kimsesiz, aç, yatacak yeri olmayanları eve getirir misafir eder. Sınırlı geliriyle evini geçindiren ve çocuklarını büyüten gönlü geniş İsmail Amca, yine de yanında getirdiği garip gurabaya güzel kalbiyle birlikte sofrasını açar.

En büyük çocuğunun okuma isteğinin olmaması, onu kamyon şoförlük mesleğini tercihe yöneltir. Diğer üç kardeşten ikisi polis, birisi öğretmen olur.

Helal ve temiz rızıkla dört çocuk yetiştirip, bıraktığı fazilet mirasıyla dört aileyi inşa eden Boyacı İsmail Amca’nın, mekânın cennet olsun.

Kerime yenge cömertliğe doymazdı yazısını okumak için lütfen buyurunuz.

Prof. Dr. Bayram Ali Çetinkaya/ İrfanDunyamiz.com

Yayın Yönetmeni Notu: Bugün insanlık olarak egoizmin, bencilliğin, çıkarcılığın, menfaatçiliğin ve bizi insanlıktan uzaklaştıran her türlü kötü duyguların girdabından kendimizi kurtarmak istiyorsak, bir boyacı sandığı ile ailesini geçindiren İsmail Amca ve koyunlarını sağıp sütünü hediye eden Kerime Yenge gibi şahsiyetlerin güzel, samimi ve sade hayatlarını okumalı ve onlardan ilham almalıyız. Bizi yeniden diriltecek olan ruh bu ruhtur. Bu duygularla İrfanDunyamiz.com olarak güzel sade hayatları sizlerle buluşturma gayretindeyiz. Bizleri bu güzel insanların dünyasıyla tanıştıran İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Muhterem Prof. Dr. Bayram Ali Çetinkaya Hocamıza teşekkür ederiz.

Şunlara Gözat

İz bırakan mal müdürü Neşet Özerdem

Bir mal müdürü düşünün, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde görev yapmış ve her gittiği yerde iz bırakmış. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.