Küçücük dairede on iki insan…

1976 yılının kasım ayı sonlarında Çaldıran’da deprem olmuştu. Dört bin civarında insan vefat etmişti. Bizler o ara Trabzonlu bir aile olarak İstanbul Edirnekapı’da iki küçük oda bir salon, altmış beş metrekare çatı katı bir dairede yaşıyoruz.

Dairenin balkonken eternitle kapatılan ön tarafı fazla yağmur yağdığında su alıyor. Evin içine leğenleri ve kovaları diziyoruz. Gece yağdığında ise perişan oluyoruz, yüzümüze de damladığından hemen uyanıp kovaları sıralıyoruz. Balkonu kapattığımızdan çatının su borusu dairenin içinden gür gür ederek geçiyor. Bazen geri taşıyor, her taraf su içinde kalıyor.

Altı kardeşiz. En büyüğümüz on yedi, ikinci sıradaki ben on bir, peşimdekiler de dokuz, yedi ve beş yaşlarında. En küçüğümüz doğalı da henüz bir ay olmuş.

Ev zaten küçücük, sığmıyoruz, bir de yaramazlıklarımızla anamı bunaltıyoruz. Sobaydı, yemekti, bulaşıktı, çamaşırdı, bebeğin hizmetiydi, ne yapacağını bilemez durumda.

Babam ise inşaatlarda fayans ustası, abim de amelesi. Akşamları eve geldiğinde yorgun, enerjisi bitmiş durumda. Ekmeğinin derdinde…

Hepimiz her şeye rağmen müthiş mutluyuz. Öyle mutluyuz ki, bezin üzerine kurduğumuz sofranın etrafında toplandığımızda keyfimize diyecek yok.

El yıkama ve besmele çekme zorunluluğu yanında, yemeğe oturmanın temel şartı sağ ayağı dikmek. Çatal da kullanmıyoruz, peygamberimiz kullanmadı diye. Sofranın kenarı da çıtayla çevrili, ekmek kırıntıları yere düşmesin diye. Babam bunun 6-7 santimlik küçük bir kısmını bıçakla yontmuştu, yüzeyini süngerle temizlerken toplananlar rahat alınsın diye.

Yemek öncesi her zaman aynı kavga yaşanıyor, kesik olan bu yere kim oturacak? Ama sonrasında ortadaki tek tabağa kaşık salarak öyle bir iştahla karnımızı doyuruyoruz ki, sormayın…

Başta sözünü ettiğim deprem sonrasında, aralık ayının başlarında, bir kış günü, babam kapının zilini erken bir vakitte çaldı. Peşinde başı öne eğik, mahcup edalı bir adam. Ardında, kucağında küçük bir kızla bir kadın. Yanında da on yaşlarında bir erkek çocuk. Ne olduğunu anlamış değiliz.

Babamın gözleri nedense ışıl-ışıl parlıyordu. Anneme seslendi: “Rabbimiz misafir gönderdi. Depremden sonra İstanbul’a gelmişler. Kalacak yerleri yok. Allah ilgilenmeyi bize nasip etti.”

İçeri geçtikten sonra adam sürekli “Allah razı olsun.”, “Bize evinizi açtınız.”, “Sıcak bir yer sağladınız.” diyordu, bozuk Türkçesiyle.

Annem hemen sobanın yanına battaniye serdi, üstüne minderler attı. Kadını ufak kızıyla birlikte oraya oturttu. Kendisine göre nispeten genç olan kadına kendi evladı gibi yakınlık gösterdi. Divanın bir köşesine büzülmüş olan kocası oradan hafifçe seslendi: “Abla! Hanımım Türkçe bilmiyor.”

Bir buçuk ay sürecek olan maceramız işte böyle başladı. Yakınlarını da kaybetmiş olan kederli ama bir o kadar da temiz fıtratlı kadın, zaman zaman gözlerinden yaşlar döküyordu. Annem ona çektiği sıkıntıları unutturmaya çalışsa da konuşmada anlaşamadıkları için pek yardımı olmuyordu.

Neyse ki oğlu kısa sürede bize alıştı. Okul dönüşünde onu evden alıp beraber sokakta oynamaya başladık. Babası ise akşam babamla birlikte geliyordu. Sanıyorum iş bulmuştu. Yatsı namazında aynı camide buluşuyorlar, beraber kılıp geliyorlardı.

O daracık, küçücük evde on iki kişi kalıyorduk. Hayatımızdan şikâyetimiz mi vardı?! Asla! Annem bir yandan yeni doğan kardeşimizin oldukça zahmetli olan hizmetini görmeye çalışıyor, diğer yandan da artan nüfus için yemek yapmaya, temizlik işlerini halletmeye çalışıyordu.

Misafirimiz olan kadın da birkaç gün sonra evin gelini gibi işin ucundan tutmaya başlamıştı. Onlar bizim evde misafir olmaya başladıktan sonra babamın elleri bir başka dolu gelir olmuştu.

Çocukluk işte, misafirlerimizin gelmesi bu yüzden bizleri çok mutlu etmişti. Artık daha iyi besleniyorduk, zeytinleri yarım yemek zorunda kalmıyorduk. O günleri anlatan babam, sekiz nüfusa eklenen dört kişiyle birlikte evi geçindirmek için borç aldığını söyleyecekti.

Bir buçuk ay sonra babamlar arkadaşlarıyla birlikte Karagümrük semtinde bir ev ayarladılar. Bizden ve diğer arkadaşlarından topladıkları eşyalarla evi düzenlediler. Sonra konuklarımızı oraya yolcu ettik.

Şimdi hatırlıyorum da, bütün bu yaşananlar sonrasında hem adamın hem hanımının hem de oğullarının veda ederken yüzleri çok farklıydı. Minnet duygularını ve sevgilerini gözlerinden okuyorduk. Dualar ede ede gittiler.

Babama bunu yaptıran, anneme bir kez olsun “of” dedirtmeyen ve büyük bir keyifle geçirilen bu sürecin tek nedeni kardeşlik, paylaşma ve merhamet duygusuydu.

Babam misafirleri yeni evlerine bıraktıktan sonra “Onlar aç-açık kalmışken biz sıcakta yatamayız, imanımız müsaade etmez.” demişti. Çünkü İslâm bunu gerektiriyordu. İmanın beslediği kardeşlik duygusu Trabzonluyla Vanlıyı işte böyle bir araya getirmişti.

Prof. Dr. Enbiya Yıldırım/ İrfanDunyamiz.com

Hatıra Arşivi ↗

Alimler, arifler, hocalar ve önemli şahsiyetlerin hatıralarını okumak için tıklayın.

İyi Haberler ↗

İyiliklere, erdemlere, örnek davranışlara dair beyaz haberler okumak için tıklayınız.

Şunlara Gözat

Firavun’un ilahlık iddiası…

Kibirlenmek, büyüklük taslamak, ayetlere karşı aldırışsız davranmak, hakikate kulak tıkamak da fısktır. Kibirlenmek (istikbar); büyüklük gösterisinde …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.