Tahkikî imanın önemi…

Aliya İzzet Begoviç “Doğu ve Batı Arasında İslam” adlı eserinde “Ey Allah’a teslimiyet! Senin adın İslamiyet’tir” diyerek İslam’ın “teslimiyet” anlamına dikkat çekmiştir ki esasında bu tanım Hazreti Ali’ye isnat edilir. Bediüzzaman Said Nursi de; “İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir.” (Mektubat, Dokuzuncu Mektup) diyerek İslam’ın “teslimiyet” anlamına geldiğini ifade etmiştir.

Yani demek ki Müslümanlığın özünde “teslimiyet” kavramı bulunmaktadır. İslam’la imanın iç içe geçmiş olduğunu düşündüğümüzde, İslam olmadan iman olamayacağına göre demek ki teslimiyet olmadan da iman olmamaktadır.

Teslimiyet mefhumu zaafa uğradı

Günümüzde “teslimiyet” mefhumu zaafa uğradığından dolayı, insanlar dinî meselelere bile genellikle şüphe ile yaklaşır olmuşlardır. Böyle bir ortamda inkâr akımları karşısında kendisini savunamayan ve bir takım aklî izahlarla inkârın oluşturduğu şüphe bulutlarını dağıtamayan bir iman, zayıflamaya ve hatta yok olmaya mahkûm olacaktır.

İman hakikatlerini delilleri ile bilmek, ondaki hikmetleri sezmek ve bu meseleyi iyice kavramak imanın muhafazası noktasında hayati bir öneme sahiptir. İman mefhumunda ise “kabul etmek” olgusu ağır basmaktadır. İnsan derinlemesine fikir sahibi olduğu bir şeyi de kabul edebilir, üzerinde hiç kafa yormadığı bir şeyi de kabul edebilir.

Onun bu kabulü sorgusuz sualsiz, körü körüne bir taklide dayanıyorsa; bir düşünce serüvenine dayanmıyorsa; İslam’ın içeriğine vakıf olunmadan tabiri caizse babadan görüldüğü şekliyle bir kabul ise buna “taklidi iman” denilmiştir. Bu kabul bir özümseme evresinin neticesinde, hikmetine vakıf olunarak oluşmuşsa; yani “nedeni, niçini” tatmin edici bir izah ile açıklığa kavuşmuş bir kabul ise buna da “tahkiki iman” denilmiştir.

Akli veriler

Kelam kitaplarında imanî meseleler uzun uzaya tartışılmıştır. İslam kelamcıları kitaplarında Allah’ın varlığına iman meselesini çok çeşitli delilerle ispat etmişlerdir. Mesela bu ispatlardan bir tanesi şu şekildedir:

Bir insan, bir resmin ressamı olmadan, bir heykelin de heykeltıraşı olmadan kendiliğinden oluştuğunu iddia edemez. “Boyalar tesadüfî olarak bu tabloya sıçramıştır ve bu orman resmi böylece oluşmuştur” diyemez. Resmi görüp de o resmi yapanı inkâr etmek nasıl mümkün değilse, kâinattaki muazzam sanatın Sanatkar’ını inkar etmek de öyle mümkün değildir. Nasıl bir arabanın parçaları kendiliğinden bir araya gelip bir araba oluşamıyorsa, kâinat ve içindeki bin bir türlü mahlûkat da kendiliğinden oluşamaz.

Bu örnekte “Allah’ın varlığına iman” konusu aklî bir metotla ispat edilmiştir. Diğer imanî meselelerle ilgili de kelam kitaplarında çeşitli izahlar yapılmıştır. Hatta denilebilir ki kelam ilmi şüpheleri ortadan kaldırmak ve imanı tahkikî düzeye ulaştırmak için vardır.

Kelam ilminde amaç bu olsa bile -temel meseleleri bir tarafa bırakırsak- kelam alimlerinin geçmişte tartıştığı konularla bugünkü tartışılan konular farklılıklar arz etmektedir. Geçmişte kelamcılar kendi dönemlerindeki insanlarının aklına takılan meseleler üzerinde tartışmışlardır. “Allah’ı görmek mümkün mü?” veya “Kur’an yaratılmış mıdır?” gibi konular bunlardan bazılarıdır.

Bu konuda Prof. Dr. Süleyman Uludağ’ın tespitleri şöyledir: “Artık bugünkü kelamcı ruyetullah caiz midir değil midir, onun üzerinde tartışmayacak; kimse onu konuşmuyor zaten; Halkul Kur’an meselesi de artık geride kaldı, bugünkü insanın problemi değil. Aktüel problemi bırakıp, bin sene evvel konuşulan meseleleri konuşmak çağın dışına gitmek olur. Bunun kimseye bir faydası yok. Teorik olarak bilmek lazım, düşünce tarihimizi bilmemiz gerekiyor. Bir komünizm, bir ateizm, bir pozitivizm gibi bugün toplumu tehdit eden veya etkileyen şeyleri konuşmak gerekir.” (Tasavvuf Akademisyenleri İle Konuşmalar 1, Ankara, 2003, s. 61)

Küfrün menşei bilinmelidir

Bugün günümüz insanını imanî açıdan tehdit eden unsurlar neler ise o unsurlar üzerinde durmamız faydalı olacaktır. Nitekim Muhyiddin İbni Arabi’nin de dediği gibi; “En güzel iman küfrün menşei, kaynağı görülerek vücuda gelen imandır.”

Günümüzde iman çeşitli felsefi akım ve ideolojilerin saldırısına maruz kalmaktadır. Pozitivizm, materyalizm, ateizm ve daha nice hastalıklı felsefe bir şekilde bilimsellik maskesi ile insanlara sunulmaktadır. Felsefelerin açtığı yaralar ancak iman hakikatlerinin yayılması ve tahkiki imanın kalplere yerleşmesi ile onarılabilir.

Bediüzzaman Said Nursi; “Eğer dalâlet cehaletten gelse izalesi kolaydır. Fakat dalâlet, fenden ve ilimden gelse, izalesi müşkildir” derken bilim perdesi arkasından yapılan yıkımın kolay kolay tamir edilemeyeceğini veciz bir şekilde ifade etmiştir.

Aydın Başar/ İrfanDunyamiz.com

İstikamet Yazıları ↗

İslam’ın şuur boyutuna vurgu yapan yazıları okumak için tıklayın.

Kaynak Metinler ↗

İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Halil Atalay hoca yüreklere dokunmuştu…

1959 yılı Ramazan ayının Kadir gecesinde Eskişehir’in Mihalıççık ilçesi Çalkaya köyünde doğdu. İlkokulu Çalkaya Köyü …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.