Rasim Özdenören ben ve hayat ve ölüm…

Hayatın belli detaylarının üzerinde duran, onu bıkmadan usanmadan yorumlayan, nesneleri ve olguları sürekli sorgulayan, bunu yaparken de hassas teraziler kullanan birisiyseniz, merhum Üstad Rasim Özdenören’in Ben ve Hayat ve Ölüm adlı kitabı tam da size göredir.

Hızlı ve kestirmeden gitmeyi seviyorsanız, bir ağacın altında -o ağacın ne ağacı olduğunu bile merak etmeden- iki dakika bile beklemeye tahammülünüz yoksa, hemen yanı başınızdaki papatyayı yahut sevimli çocuğu fark edemiyorsanız, size Rasim Özdenören’in bu kitabını okumanızı tavsiye etmem, çünkü ciddi derecede sıkılırsınız.

Taş parçacığı bize ”sen yaşıyorsun” diyor

Rasim Özdenören, bu kitabında çoğu insanın önemsemediği, üzerinde bile durmadığı detaylardan yola çıkarak derin bir anlam arayışını gerçekleştiriyor. Hikemî bakış açısıyla nesnelere bakarak onları sıradan birer nesne olmaktan kurtarıyor. Bunun örneğini şu cümlesinde görebiliyoruz: “Ayakkabının içine kaçmış mercimek büyüklüğünde bir taş parçacığı kadar insana yaşadığını hatırlatabilecek bir uyarıyı ben başka nerede bulabilirdim?”

Özdenören burada bir taş parçacığına öyle bir anlam ve görev yüklüyor ki artık o taş parçasına, bizi rahatsız eden bir nesne olarak değil, bizi gafletten uyandıran bir nesne olarak bakmaya başlıyoruz. Bu bakış açısını hayattaki her şeye uygulayabilirsiniz. Bu bakış açısının bir örneğini atalarımızda bulabilirsiniz. Yuvarlak taşlarla yollar yapmışlar, herkes önüne bakarak tevazu ile yürüsün diye…

Cahit Zarifoğlu ölüm döşeğinde ne demişti?

Bu eser, hayatı ezbere yaşamayan ve sıradan olmayan bir insanın bitmek tükenmek bilmeyen iç konuşmalarını bize sunuyor. Yazar bu eserinde bir filozof tavrıyla, karşılaştığı her şeyi yeniden yorumlamaya ve her şeyi zihninde bir yere oturtmaya çalışıyor. Başka bir ifade ile iyiye ve kötüye dair her şeyi, birilerinden duyduğu gibi kabul etmeyip onları bir tahkik sürecinden geçiriyor. Bu süreç içerisinde de sürekli yeni sorular soruyor.

Bunun en bariz örneğini merhum Cahit Zarifoğlu’nun ölüm döşeğindeyken kendisine söylediği; ”Şimdi bir tay olmak istiyorum, dağlarda koşmak istiyorum” cümlesini irdelerken sorduğu sorularda görüyoruz. “Tay acaba koşarken koştuğunun bilincinde midir? Tay kendi içinde koşarkenki hali ile uyurkenki hali arasındaki farkın ne kadar bilincindedir?” gibi sorular soran yazar, aslında bu sorularla bir hakikatin kuyruğundan yakalamaya çalışıyor. Bu sorular tek başına düşünüldüğünde anlamsız gibi gelse de ulaşılan sonuçlar itibari ile bizi bir takım hikmetlere ulaştırdığını görüyoruz.

Özdenören’in dünya klasiklerini okuyormuşsunuz hissi veren bu eserindeki üslubu bana öyle geliyor ki kelimenin tam anlamıyla kadim filozofların üslubudur. Fakat filozoflara göre onun bazı artıları söz konusudur. Çünkü filozoflar meseleleri ele alırken bazen sonunda onu daha da karmaşık hale getirebiliyorlar. Özdenören’in düşünce sisteminde ise karmaşıklık değil, bir uyum söz konusudur. Tek tek parçaları, bütünün içerisine hakikati yormadan monte edebilmektedir.

Özdenören bu eserinde; “Kendiliğinde basit olan bir şeyi insanın entelektüel hevesi karmaşıklaştırıyor. Üstelik de hayatı zehir ederek” diyerek böyle bir entelektüel hastalığı hoş karşılamadığını ifade ediyor. Bana kalırsa entelektüellik dedikleri şey pek de makbul bir şey değil. İslam hamuru ile yoğrulmuş, ileri seviyede, çok boyutlu düşünmeye bizim lisanımızda “irfan” deniyor.

Alaaddin-Ozdenoren

Yazar ile ilgili ipuçları veriyor

Bu kitabın içeriğinde hatıra tarzı denemelerin de yer alması hasebiyle, diğer bazı kitaplarında da rastladığımız gibi, yazarı daha iyi tanımamız adına bize bazı ipuçları veriyor. Hani psikologlar insanın çocukluğuna inerek bazı duyguların temellerini araştırırlar ya. Belki böyle bir yöntemle Özdenören’deki dünyaya bir şeyler anlatma duygusunun yani yazarlık ateşinin ne zaman tutuştuğunu tahmin edebiliriz.

Tahminime göre; çocukken bir arkadaşının suçu yüzünden okul müdüründen tokat yiyen yazarımızın yazı hayatına başlamasında bu olayın bir etkisi olmuş olabilir. Kitapta anlatıldığına göre haksız yere tokat yemekle kalmamış ikiz kardeşi Alaaddin Özdenören de bu olaydan zarar görmüş. Belki de en çok bu yüzen kendisi bu olaydan çok müteessir olmuş. Özdenören’in adalet ve dürüstlük kavramları etrafında dolaşan yazarlık serüvenini hesaba katacak olursak, yaşadığı bu haksızlığın, hakka ve hakikate dair söz söyleme isteğini kamçılamış olabileceğini söyleyebiliriz.

Adalet duygusu yoğun bir yazar

Nitekim bu kitabı okuduğumda Özdenören’in hayatında en fazla ağır basan duygunun “adalet” duygusu olduğu izlenimine ulaştım. “Adalet” kavramının yazarın en önemli şifrelerinden birisi olduğunu düşünüyorum. Belki de müellifi bir Üstad olarak sevmemde, hayatın en asil duygusu olan adaleti içselleştirmiş bir şahsiyet olmasının payı büyüktür. Şunu da ilave etmek isterim ki adaletin hayatın en asil duygusu olduğunu söylerken, adalet duygusu olmayan bir insanın, sevgisinin de, dostluğunun da anlamlı olmayacağını düşünüyoruz.

“Tek ayak üzerinde durma cezası” başlıklı denemesinde; “Ben cezamı ciddiyetle çekerken o arkadaşım öğretmen arkasını döndüğü zaman ayağını yere basıyordu” diyen yazarın kişiliğindeki adalet vurgusunu biz buradan çıkarttık. Özdenören’in kişiliğindeki ikinci vurgu ise “dürüstlük” duygusudur. Bunu da “Ka’ab bin Malik’i” anlattığı denemesinden çıkarttık. Kitaptaki diğer denemeler de bu olguların etrafında döndüğü için diyebiliriz ki bu kitap adalet ve dürüstlük olguları üzerinde bir derinleşme denemesidir.

Hayata karşı biraz ürkek

Bu eserden anlaşılmaktadır ki Özdenören, her naif yazar gibi hayata karşı biraz ürkektir. Yazarın, diğer bir özelliği de içindeki çocuğu hiçbir zaman öldürmemesidir. Hayatı boyunca duvar gibi duran, hiçbir çocukluk yapmayan renksiz tiplerden değildir. Yazarın hayran olduğum yönü ise hem edebi muhafaza edip hem de sıfır kasıntı ile yazmasıdır. Bunu biraz açmak istiyorum.

Kitaptaki son denemelerden birinde yazar hiçbir kasıntıya mahal vermeden bir gün kendisinin serseri olmaya özendiğini, bunun planını yaptığını anlatıyor. “Büyük serserilikler için büyük kentler seçilmeli” diyerek dünyanın büyük kentlerinden birinde serseri olmayı hayal ediyor. Bu hayal içerisindeyken hakikatin hatırını da incitmiyor ve eğitim ile serseri olunamayacağını, ona fıtraten yatkın olmak gerektiğini itiraf ediyor.

Kasıntısız bir yazar

“Serseri” başlıklı denemesinde yazar, Allah dostları olarak bilinen kişilerin bir anlamda serserilerin şahı olduğunu söylüyor. Onları bu dünyaya, bu dünya hayatına, bu dünya adresine bağlayacak hiçbir bağ, hiçbir menfaat ilişkisinin var olduğunu tasavvur etmek mümkün olmadığı için bu benzetmeyi yaptığını ifade ediyor.

Allah dostlarının serserilerin şahı olduğunu söylemek kolay hazmedilebilecek bir cümle gibi görünmüyor. Yazarı yazar yapan şey de işte tam burada karşımıza çıkıyor. Buradan kendi adıma şöyle bir yazarlık prensibi çıkartıyorum: Yazar eğer söylediği şeyde samimi ise, anlatımını güçlendirmek için bazı uç söylemleri kullanabilir. Niyeti halis olmak koşulu ile söylediği söze ilgi çekmek için en çarpıcı ifadeyi seçebilir. Birileri bu ifadeyi yanlış anlar diye düşünmek ise insanı çoğu zaman kasar ve kısıtlar. Ben kendi adıma Özdenören’de bunu görüyorum.

Bu arada “serseri”nin sözlük anlamı “belli bir işi ve yeri olmayan” demekmiş. Eğer ben burada objektif olarak yazarı ve eserini tanıtacaksam bunları da söylemek zorundayım. Demek ki onun böyle bir yönü de var. Kendisinin Erzincanlı Abdurrahim Reyhan Efendi’ye bağlı bir derviş olduğu dolayısıyla tasavvufa sıcak bakan birisi olduğu biliniyor. Dolayısıyla kendi edep anlayışı ve özgür tavrı ile böyle bir benzetmeyi uygun görüyor.

Üstad Özdenören’deki kasıntısız hale aynı denemede kullandığı şu cümleyi de misal verebiliriz: “Güvencelerden arınmış olmak, normal bir insan için bir yeis kaynağı olabilecekken serseri ruhu için böyle bir güvensizlik hali ona vız gelir tırıs gider.” Bu cümleden yine kendi adıma çıkardığım bir yazarlık dersi var, o da şu: Yazar, kendi rahatlığı ölçüsünde yazardır. Özdenören’in, “Vız gelir tırıs gider” gibi halk ağzında kullanılan bir ifadeyi edebi bir metnin ortasına yerleştirmesi, ondaki bu kasıntısız olma ve rahatlık halini en güzel şekilde örneklendiriyor. Onun büyük yazar olmasındaki sırlardan birisi de zannedersem bu rahatlık olmalıdır.

Ben-hayat-ve-olum- rasim-ozdonoren

Hakikate karşı teslimiyet içinde

“Adalet” ve “dürüstlük” kavramlarından sonra yazarın diğer bir hususiyeti de hakikate karşı çok derin bir teslimiyet içerisinde olmasıdır. Faraza hakikate ters olarak gördüğü bir şeyi en çok sevdiği Yunus Emre’de bile görse o yine de hakikat olarak bildiğinin tarafın yanında yer alır. Yazar bu kitabında “Sövene dilsiz, dövene elsiz gerek” diyen Yunus Emre’yi tartışmamakta fakat; “Bana tokat atana öbür yüzümü çevirmeli miyim?” sorusu üzerinde düşünmektedir. Falan tasavvuf büyüğü şöyle demiştir, falan mübarek zat böyle demiştir diyerek bu görüşü savunabilecekken, böyle yapmayıp bu durumun zalimin cüretini ziyadeleştireceğini ve zulmün artmasına teşvik olacağını tespit etmiş ve bu konuda şöyle demiştir: “Bizim dinimizde kısas var. Kısas zalimin zulmetme cesaretini doğrudan kırmasa bile en azından zulmün şiddetlenmesini teşvik de etmez.” İşte hakikate kayıtsız şartsız teslimiyetten kastımız budur.

Bir hukuk felsefesi kuruyor

Rasim Özdenören’in bu eserinde aynı zamanda meselelere bir hukuk nosyonu ile baktığını görüyoruz. Gündelik hayattan veya okuduklarından hukuka dair bazı prensipler çıkartmaya çalıştığını müşahede ediyoruz. Bir bakıma hukuk usulü yargılarına ulaştığını söyleyebiliriz. Örneğin Özdenören, cihada gitmeyen Ka’ab bin Malik’in ceza alacağını bile bile Efendimiz aleyhis selatü ve selam’a doğruyu söylediğini, oysa birçoklarının bir mazeret öne sürerek cezadan kurtulduğunu anlattıktan sonra bu meseleyi şöyle bağlıyor: “Mazeret beyan ederek affedilenler arasında münafıklar da bulunduğu bilinmesine rağmen hüküm hukuken zahire göre verilmiş ve onların iç yüzleri Allah’a havale edilmekle yetinilmiştir.” Görüldüğü gibi yazar burada hükmün zahire göre verilmesi gerektiğine dair bir usul kaidesine ulaşmıştır.

Bunun bir diğer örneğini de “Tek ayak üzerinde durma cezası” başlıklı denemede görüyoruz. Tek ayak üzerinde beklerken başöğretmen gelmiş ve yazarımızı affetmiştir. Fakat o zaman bir çocuk olan yazarımız bunu kabul etmemiştir. Başöğretmene; “Beni öğretmenimin affetmesi gerekir” demiştir. Yazar bu bölümün sonunda; “Suçun mağduru başkasıyken devlet mağdurun yerine kendini koyarak af çıkartabilmektedir” diyerek devletin prensip olarak kimseyi affetme yetkisine sahip olmaması gerektiğine dair bir usul kaidesine ulaşmıştır. Fıkıh usulünün zevkine varmış olan kimselerin bu anlattıklarımıza bayılacağını tahmin ediyoruz.

Sezgisel akıl kalbî bir melekedir

Bu kitapta benim son zamanlarda üzerinde yoğunlaştığım bir fikrin de bazı delillerini buldum. Yüce Allah’ın varlığının ancak kalbin de devrede olduğu sezgisel akıl ile akledilebileceğini ya da sezilebileceğini, bunun dışında aklî olarak Allah’ın varlığının ispat edilemeyeceğini düşünüyorum. Kelamcıların ve felsefecilerin bu anlamdaki delilleri hiçbir zaman bizi bu konuda tam bir kesinliğe ulaştırmaz. İnsan, tahkiki ve teslimiyeti ile onu sezebilir.

Bu söylediklerimizin sağlamasını gerçek hayatta yapmak mümkündür. Bir ateistle tartıştığımızda aklî delil getirerek onu ikna edemediğimizi çok iyi bir şekilde görürüz. Ancak o hakikate yönelirse ve hidayet ona verilirse o bunu sezebilir. İşte Rasim Özdenören bu konuda çok önemli tespitler yapıyor. Şöyle söylüyor:

“İnsan, imanı herkes için kabul edilebilir bir matematik aksiyomu haline getirebilseydi, başkasını imanlı kılmak da onun eline verilmiş olurdu. Dünyanın döndüğüne dair bilgi kendini zorunlu olarak kabul ettirir. Bu dünyaya ilişkin bir nitelik taşır, herkes için nesnel bir özellik gösterir. İmanın içeriğini teşkil eden bilgi ise doğa bilimlerinde geçerli olan argümanlarla aynı düzlemde yer almaz. Eğer öyle olsaydı herkes imanlı olurdu. Bu sonuç da insanlarla hayvanlar arasındaki mevcut özelliğin silinip yok olmasına yol açardı.”

Büyük bir edebiyatçı olmanın yanı sıra büyük bir beyin olan üstad Rasim Özdenören’in Ben ve Hayat ve Ölüm’ünü, başta da ifade ettiğimiz gibi fıtraten hayatı ezbere yaşamaya müsait olmayan herkese tavsiye ederiz. Okyanus kadar geniş tahayyül ve tefekkür dünyası ile Üstad Rasim Özdenören gerçekten de yeri doldurulamayacak kadar önemli bir şahsiyetti. Onu ne kadar yeni nesillere anlatsak azdır. Allah Teâlâ kendisine rahmet eylesin.

Aydın Başar/ İrfanDunyamiz.com

Tavsiye Kitaplar ↗

Tavsiye kitap listemize ulaşmak için tıklayın.

Seçme Şiirler ↗

Seçkin şairlerin en güzel şiirlerini okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Beyefendi bir şair Bahattin Karakoç…

2008 yılınca Mehmet Nuri Yardım Bey ve arkadaşları tarafında Eskader kurulmuş ve derneğe bağlı sanatalemi …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.