Bazı insanları ilk görüşte seversiniz ve o sevgi öylece devam eder. Hal ehli derler ki; Elest Bezmi’nde tanışıp bilişenler, bu dünyada da tanışıp bilişirler. 2013 yılında ilk defa Okuder’de dinleme imkânı bulduğum Dr. Ahmet Alabalık Hoca bende tam da böyle bir tesir bıraktı. Ne güzel bir Müslümandı böyle. Sözünden, sohbetinden, yüzünden, sesinden samimiyet damlıyordu adeta. Onun konuşması bana tanıdığım mübarek seydaları anımsatıyordu. İman neşvesi, şivesi, güler yüzü ve mahcubiyeti de bir araya gelince hoş bir Müslüman şahsiyeti teşekkül etmişti.
Daha sohbetin başında ondan çok güzel bir şey öğrendim. Hoca, fakültedeki derslerinde uyguladığı bir prensibini burada da uyguladı. Sohbete başlamadan önce hepimizden gözlerimizi kapatmamızı, sanki Allah’ı görüyormuş gibi bir hal ile üç ile on arası eüzü besmele çekmemizi, üç ile on arası elhamdülillah dememizi, üç ile on arası salâvat getirmemizi ve üç ile on arası estağfirullah dememizi istedi. Allah’ın huzurunda olduğumuzun bilinciyle ve sanki Efendimiz aleyhis sâlatü vesselâm yanımızdaymış gibi bu zikirlerimizi gözlerimiz kapalı sessiz sessiz söyledik. Gözlerimizi açtığımızda, hakikaten hoş bir huzur hali yaşadık.
Besmele, hamdele ve salvele ile başlamayan işlerin bereketi olmayacağını bildiren hadis-i şeriflerden dolayı derslerinde bunu yaptırmayı prensip haline getirdiğini söyleyen Hocamız besmelenin yanı sıra ilim meclislerinde özellikle hamdın da olması gerektiği vurguladı. Bu konuda şöyle dedi: “İlim meclislerinden daha önemli bir meclis yoktur. Her nimet bir hamdı gerektirir. Sohbet ortamları da bir nimettir, bunun için hamdı gerektirir” dedi. Küçük, büyük günah ve kusurlarımızın bağışlanması için de ayrıca bir de “estağfirullah” diyerek temizlenmemiz gerektiğini söyledi.
Ben de bir öğretmen olarak bu güzel yöntemi öğrendikten sonra okulda uygulamaya başladım. Her dersin başında hep beraber gözlerimizi kapatıp, bu zikirleri sessizce söyledik. Bu uygulama hem öğrencilerimin hoşuna gitti, hem de bunun dersin başlangıcındaki motivasyon ve ciddiyetin sağlanmasında çok önemli bir katkısı olduğunu gördüm. İleriki zamanlarda bunun yerine bazen de toplu ve sesli bir şekilde Fatiha Suresi’ni okuyarak derslere başladık. Çeşitli sınıf düzeylerinde hâlâ Fatiha’yı ezberlememiş olan öğrencilerimiz varsa, onların ezberlemesi için bu yöntemi tercih ettim. Gerek Hocamızın tavsiye ettiği zikirlerin gerekse Fatiha Suresi’ni okumanın sınıf ortamını değiştirdiğini bizzat müşahede ettim. Hatta öğrencilerin yaramazlığından şikâyet eden bazı arkadaşlara; “Hocam kuzu gibi oluyorlar, deneyin” diyerek tavsiye etmişimdir. Bu tecrübemi de bir parantez ile sizlerle paylaşmak istedim.
Ahmet Alabalık Hoca’nın baştan sona feyiz ve mâneviyat dolu olan bu sohbeti, benim dinlediğim en faydalı sohbetlerden birisiydi. Bir hafta boyunca tesirinden çıkamadım desem abartmış sayılmam. Çünkü yürekten gelen ses, ancak yüreğe tesir edebilirdi. Hoca’nın dersin başındaki bir diğer hatırlatması da dinleyicilerin defter ve kalem kullanmasına yönelikti. Hoca, bir dahakine deftersiz kalemsiz gelinmemesini rica etti. Allah’ın, surelerden birisinin ismini “Kalem” koyduğunu söyleyen Hoca; “Kalemi olmayanın kıyameti kopmuştur” dedi ve sözlerine şöyle devam etti: “Bu surede Efendimiz aleyhis sâlatü vesselâm’ı savunmak vardır. O zaman sen davetçisin, dinini kalemle savunacaksın. Kalemi çok iyi kullanacaksın. Büyük zatların çoğu günlük tutarmış. Sen davetçisin, günlük tutmak sana yakışır.”
Hocamız bu sohbetinde her sene üniversitedeki öğrencilerine anlattığı bir konuyu anlattı. Konu ciddiyetin fert ve toplum üzerindeki etkisi idi. Bu sohbeti dinledikten sonra inanın bana ben ciddiyetin anlamını yeni kavradım. Ciddiyeti, bu zamana kadar duvar gibi soğuk bir şekilde durmak zannederdim. Meğerse ciddiyet bu demek değilmiş. Ciddiyet bambaşka bir şeymiş. Peygamberlerin, sadık kulların, salihlerin ve salihaların kulluktaki istikrarlı duruşunun adıymış. Hocamız bu zatların kulluktaki ciddiyetlerini çeşitli misallerle açıkladı. Konuya bütün hayat tecrübesinden damıttığı çok önemli bir cümleyi paylaşarak giriş yaptı. Şöyle dedi: “Otuz beş kırk yıldır ilmî çalışma yapıyorum. Gözümüzü açar açmaz bizi sokağa bırakmadılar, aldılar bizi yetiştirdiler. Şimdiye kadar üç sefer hac yaptım, birkaç sefer umre yaptım, çok Müslümanlar tanıdım, çok Müslümanlarla içli dışlı oldum. Avrupa’dan Asya’dan birçok arkadaşım oldu. Bütün bu süreç içerisinde hayat bana şunu öğretti: Allah ciddîdir, tarih boyunca hep ciddîleri ciddîye almıştır. Biz Müslümanlar ciddî olduğumuz gün ciddîye alındık, ciddiyetimizi kaybettiğimiz zaman kaybolduk.”
Bu girişten sonra Hocamız, ciddiyet kavramını öyle bir anlattı ki sohbetin sonunda ciddiyetin Kur’an kıssalarının vermeye çalıştığı temel öğütlerden birisi olduğunu kavradım. Birçok peygamberlerden ve salih kişilerden peş peşe misaller getirdi. İlk olarak Hazreti Meryem’i misal verdi. Ona Allah katından yiyecekler indiğini, “Bunlar sana nereden geldi?” diye soran Zekeriya aleyhis selam’a çok uzatmadan; “Bunlar bana Allah’tandır” dediğini söyledi. Bunu anlattıktan sonra Hocamız; “Şu ciddiyete bakın! Hazreti Meryem o kadar ciddîydi ki onun kahvaltısı bile Allah’tan geldi” dedi. Allah’ın ona gökten sofra indirmesini onun kulluğundaki ciddiyetine bağlıyordu. Hazreti Meryem’den sonra Firavun’un sarayında olduğu halde, kulluk ciddiyetini yitirmeyen Hazreti Asiye’deki ciddiyete dikkat çekti. Bu mübarek kadınların ne kadar zor imtihanları geçtiğini ve bütün bu imtihanlar boyunca ciddiyetlerini kaybetmediklerini söyledi. Çağımızın ciddiyet örneklerinden iki tanesine de şöyle atıf yaptı: “Zeynep Gazali çağımızdan ciddiyet örneğidir. Emine Kutup da bunlardan biridir. Onların kitaplarını mutlaka okuyun.”
Bir sonraki örnek Hazreti Zekeriya aleyhis selam’dı. O da yaşlı ve çocuğu olmayacak durumda olmasına rağmen Allah ona çocuk vermiş ve ismini de koymuştu. Hazreti Nuh aleyhis selam ise 950 yıl davet yapmış, sonunda Allah ona gemi ile sahip çıkmıştı. Bu iki peygamberden sonra Kur’an’ın hakkında, “İbrahim tek başına bir ümmettir” (Nahl Suresi, 120) buyurduğu Hazreti İbrahim’i misal olarak verdi. Arapların İbrahim aleyhis selam’a “tevhidin büyük atası” dediklerini söyleyen Hocamız, onu ateşe attıklarını ancak Allah’ın; ‘Ey ateş, serin ol’ (Enbiya, 6) buyurarak bizzat olaya müdahale ettiğini, neticede Hazreti İbrahim’in tabiri caizse ateşin içinde elini kolunu sallaya sallaya dolaştığını söyledi. Bu kıssanın sonunu da diğer misallerde yaptığı gibi şu cümleyle bitirdi: “Ciddî olursanız Allah da sizi ciddîye alır, ciddî olmazsanız kimse sizi ciddîye almaz. Allah da sizi ciddîye almaz. Allah ciddîdir, ciddîleri ciddîye alır.”
Burada bize verilmek istenen mesaj şuydu: Ne oluyordu ki Hazreti Meryem’e gökten sofralar iniyordu? Ne oluyordu ki Zekeriya aleyhis selam’ın kendisi ve hanımı yaşlı iken çocuğu olmuştu? Ne oluyordu ki İbrahim aleyhis selam’ı ateş yakmıyordu? Çünkü onlar istikametlerini tam yol kulluğa çevirmişler, başka bir yere milim sapmıyorlardı. Başlarına ne gelirse gelsin, asıl gayelerinden uzaklaşmıyorlardı. Hocamız bunu; “Eğer biz de ciddî olursak ateş bizi de yakmayacaktır” diyerek açıkladı ve şöyle çarpıcı bir tespit yaptı: “O aynı Allah’tır ama biz İbrahimleşemedik.” Hocamız, Müslümanların yaşadıkları coğrafyalardaki hezimeti ise Müslümanların ciddiyetini kaybetmelerine bağlıyordu. “Filistin’de yalnızız, Irak’ta yalnızız, Suriye’de yalnızız, Afganistan’da yalnızız” diyen Hocamız, bizim neden bu hale geldiğimizi düşünmemizi istedi. Bunun için şu çağrıyı yaptı: “Ey gençler ciddiyetinizi aramaya var mısınız?”
Ciddiyetten bahsedilir de Ulü’l Azm peygamberlerden Hazreti Musa aleyhis selam anılmadan geçilir miydi? Benî İsrail’in gündüz Musa ile gece Firavun ile çalışan bir millet olduğunu söyleyen Hocamız, Hazreti Musa’nın kavminin Firavun’un ordusu tarafından köşeye kıstırılınca “yakalandık” dediklerini, Hazreti Musa’nın ise onlara; “Rabbim benimle beraberdir” dediğini söyledi. “Şu ciddiyete bakın” diyerek bu söze dikkat çeken Hocamız, denizin ikiye bölünmesini ve Musa aleyhis selam ve ümmetinin kurtulmasını, Musa aleyhis selam’ın ciddiyetiyle açıkladı. Mesele basitti aslında; kullukta o derece ciddî olacaksınız ki önünüzde denizler bile yarılacak. İşte Hocamız bunu vurguluyordu. Her şeylerini bırakan ve mağaraya sığınan Eshab-ı Kehf’i de örneklerden biri olarak zikretti.
Nebiler silsilesinin son halkası Efendimiz aleyhis selam’ın ciddiyetine de örnekler veren Hocamız, ilk olarak onun şu hadis-i şerifini hatırlattı: “Güneşi sağ elime verseler, ayı da sol elime verseler vallahi davamdan vazgeçmem.” (Sîretu İbn Hişam, 1/266) Sonra Hicret yolcuğunu hatırlatan Hocamız, Efendimiz’in Yasin Suresi’ni okuyarak müşriklerin arasından geçip gittiğini söyledi. En yakın dostu ile mağaraya sığındığını, mağaraya kadar müşriklerin geldiğini ama onu bulamadıklarını söyledi. Ve Efendimiz’in mağaradaki ciddiyet timsali şu sözünü hatırlattı: “Üzülme, Allah bizimle beraberdir.” Sohbette anlatılan ciddiyetin bir örneği de Bedir eshabının ciddiyetiydi. Efendimiz o gün; “Ya Rabbi, bugün bunları yok edersen yeryüzünde sana ibadet eden hiçbir kimse kalmayacak” diye dua etmişti. Allah onları az sayıda olmalarına rağmen galip getirdi. Çünkü Allah tarih boyunca ciddîleri hep ciddîye almıştır. Hocamız peygamberlerin ve salih kulların isminin çokça anıldığı bu sohbette ciddiyetin üç gereği olduğunu söyledi ve bunları şöyle sıraladı: “Bir; İşitip itaat edeceksin. İki; Allah’ın ne emri varsa ona sarılacaksın. Üç; Allah’ın nerede bir yasağı varsa ondan kaçınacaksın.”
Sohbetin sonundaki soru cevap kısmında Ahmet Alabalık Hoca’dan kendisini yetiştiren babasından biraz bahsetmesini rica ettim. Şöyle anlattı babasını: “Diyarbakır’ın Kurdika Köyü’nde dünyaya gelen rahmetli babam Molla Muhammed Alabalık, ömrünü ilim, irşad ve mücadeleye vakfeden gayretli bir âlimdi. Yüzlerce talebe okutmuştu. Ziyaretine gelenlere Allah’ın emir ve yasaklarını anlatır, onlara Allah’ın davasına gayret göstermeleri konusunda telkinlerde bulunurdu. Tahkiki iman konusuna ehemmiyet verirdi. Hak davada şuurlu olmanın önemine vurgu yapardı. ‘Sakın ha hak yolda yürüdüğünüzde hiçbir şeyden korkmayın’ diyerek etrafındakileri yüreklendirirdi.”
“Ben babamı tanımamıştım, öldükten sonra tanıdım” diyen Hocamız, babasının kendisine daha önce yazdırdığı şu vasiyeti nakletti: “Öldüğüm zaman, beni yıkayacaksınız, kefenleyeceksiniz ve benim yüzümü açacaksınız, ailemi getireceksiniz, bana bakacaksınız, ağlama sızlama olmayacak, biraz bakacaksınız ve şunu anlayacaksınız: Dünyanın hiçbir değeri yoktur.”
Hocamız babasının vefatını ise şöyle anlattı: “Babam 2009’da Mart’ın birinde Pazar günü vefat etti. Vefat edeceği gecenin gündüzünde, ikindi namazını kıldım. Babam beni her gün uyarıyordu. ‘Yarın dersin var mı, hangi konuyu işleyeceksin, şuna şuna dikkat et’ derdi. Beni öyle takip ederdi. O gün ikindiden sonra bana öyle şeyler anlattı ki bir oradan giriyor, bir şuradan giriyor, darmadağınık bir şeyler anlatıyor. Ben; ‘Seyda ne yapıyor böyle’ diye düşündüm. Meğer o konuşma son konuşmamızmış. ‘Oğlum’ diyordu; ‘Sen yurt dışı mezunusun, müezzin bile olamıyorsun, denkliğin de kabul edilmiyor, hiç mühim değil bunlar. Sen bu ilmi sakın bırakma. Ben seni bir tek şey için yetiştiriyorum, İlmi insanlara öğreteceksin.’ Ve bana hep derdi ki: ‘Dünyayı ehline bırak.’ Öldüğü gün odasına baktım, ne gördüm biliyor musunuz? Seyda, o gün üç kitaba bakmış, bir Kur’an okumuş, bir tefsir okumuş, bir de tasavvuf kitabına bakmış.”
Babasının bazı manevi hallerine de değinen Ahmet Alabalık Hoca, bu konuda şunları söyledi: “Rahmetli babamın mâneviyatı çok kuvvetliydi. İlim ile tasavvufu bir arada götürürdü. Kendisinde çok kuvvetli bir feyz akımı vardı. Ben, on beş dakikadan fazla onun odasında dayanamıyordum. Çok güçlü bir şarj cihazı gibiydi. Bir sefer girince odasına, o mâneviyat altı ay beni idare ediyordu.” Hocamız rahmetli babasını anlatırken çok feyizli bir hal aldı. Aralarında geçen şöyle bir diyalogu nakletti:
– Bana söz verir misin?
– İstediğin sözü veririm.
– O zaman ben öldükten sonra, aç da kalsan, karnına taş da bağlasan tedrisatı bırakmayacaksın? Söz mü?
– Söz babacığım.
– Maaşını vermeseler, kovsalar da sen tedrisatı bırakmayacaksın.
– Söz, tedrisatı bırakmayacağım.
– Ben öldükten sonra hiç boş vaktin olmayacak oğlum.”
Hakikaten de babasının dediği gibi o vefat ettikten sonra hiç boş vakti kalmadığını söyleyen Ahmet Alabalık Hoca, son olarak babasından duyduğu şu sözü nakletti: “Kim Allah için kendini gizlerse, Allah onu öldükten sonra ortaya çıkartır.”
Aydın Başar/ İrfanDunyamiz.com
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.