1985 yılında bir Umre yolculuğu…

1985 yılı okulda artık son yılımızdı. Arkadaşlar arasında öğrenci olarak sömestr tatilinde umreye gitmek fikri doğdu. Ben de oraları çok merak ettiğim için, biraz da harçlığım vardı, dedim; “Ben de gidebilirim.” Umreye gitmek için karar veren arkadaşlar talep edilen ücreti yatırıp kayıtlarını yaptırdılar.

Tabi sömestr tatili kısaydı, 15 gün süremiz vardı. Toplam bir ay içinde otobüsle kara yoluyla, mübarek beldelere gidip tekrar dönmemiz gerekiyordu. Çünkü dönüşte final sınavlarımız vardı. Bundan dolayı arkadaşlarla çabucak pasaportlarımızı çıkartıp hazırlığımızı yaptık. 

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı rustem-kilic-kimdir-kac-yasindadir-nerrlidir-biyografisi.jpg

Yollar uzun

Yolculuğumuz uzundu yaklaşık bir hafta gidiş bir hafta gelişti. Hac ya da umre yolculuğu, şayet kara yoluyla yapılacaksa gerçekten zor ve meşakkatli bir yolculuktur. İstanbul’dan Mekke’ye yaklaşık 3500 km yol gitmek gerekir. Hava yoluyla gitmek bizim dönemimizde, bir öğrencinin karşılayamayacağı kadar pahalı bir yolculuktu. Belki de o dönemde ülkemizde yeterli uçak sayısı yoktu.

Kara yolculuğu ziyaret yerlerini ve tarihi yerleri de görmek kaydıyla, yaklaşık beş ya da altı gün hatta bir hafta sürebilecek bir yolculuktu. Yolculukta takdir edilir ki namaz kılmak, yemek yemek ve diğer ihtiyaçları karşılamak için yolda durmak gerekir. 1985 yılında gittiğimiz düşünülürse tam 37 yıl önceden bahsediyorum.

O dönemde, gerek ülkemizin gerekse diğer geçtiğimiz ülkelerin yolları bugün ki gibi otoban değildi. Sadece gidiş-geliş bölünmüş yollar idi. Şayet önünde yüklü bir kamyon denk gelirse, onu geçmek dakikalarca ve de kilometrelerce mümkün olmayabilirdi.

Umreye gideceğimiz otobüs kiralandı ve hazırlıklar tamamlandı. Umre yolculuğumuzda bize önderlik ve rehberlik yapacak tecrübelerini paylaşacak hocalarımızın olması istiyorduk. Dört hocamızı bu konuda ikna ettik. Musiki hocamız; bize ilahiler öğreten ve aynı zamanda hüsn-ü hat hocamız olan Hüsrev Subaşı Hoca ve Arapça hocamız Halit Zevalsiz Hoca bizimle gelen hocalardandı.

Konya ziyareti

Bir akşamüstü besmeleyle otobüsümüze bindik ve umre yolculuğumuz başlamış oldu. İlk ziyaret yerimize ulaşmak için, Türkiye’nin Van Gölü’nden sonra ikinci büyük gölü olan Tuz Gölü kenarınca yolumuza devam edip  Konya şehrine ulaştık. Hocalarımızın daha önceden randevu ile ayarladıkları Konya İmam Hatip Okulu’nda misafir olduk.

Konya dünyanın en eski şehirlerinden birisidir. Çatalhöyük kazılarında, elde edilen eserlere bakıldığında tarihi Milat’tan önce 3000 yıllarına dayanır. Konya bir çok medeniyete ev sahipliği yaptıktan sonra, 11. yüzyılda Türkler tarafından fethedilip Selçuklular döneminde Selçukluların başkenti olmuştur. Ayrıca Karamanoğullarının başkenti olduğunu da biliyoruz.

Konya Türkiye’nin toprak bakımından en büyük, nüfus bakımından ise yedinci büyük şehridir. Sanayi ve teknolojisi gelişmiş bir kenttir. Ayrıca geniş toprakları tahıl ambarı kabul edilir. 1076 yılında Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat Konya’yı fethedip, şehri yukarıdan gören Alaaddin Tepesi’ne kendi adıyla anılan bir cami yaptırarak adeta şehre mührünü vurmuştur.

Konya Mevlana demek

Hamdolsun, üzerinde yaşadığımız bu topraklar, manevi bekçiler yönünden çok zengin topraklardır. İşte bunlardan birisi de Mevlana’dır. Mevlana kendi ölümünü Şeb-i Aruz olarak niteler. Yani bu “düğün gecesi” demektir. Sevgililerin birbirine kavuşmasını simgeler ve her yıl Konya’da Mevlana Kültür Merkezi’nde uluslararası bir sempozyum tertip edilerek kutlanır.

Hazreti Mevlana Afganistan’da doğmuş, sonra ailesi İran’ın Horasan kentine yerleşmişler. Bir süre kaldıktan sonra babası Bahaeddin Veled’in ilim adamı oluşu hasebiyle birkaç ülke dolaşıp en son Konya’yı çok beğenmişler ve vatan edinmişler. Mevlana’nın kabri de bu güzel şehirdedir. Konya’da ziyaret edilecek yer neresi denildiğinde, ilk akla gelen Mevlana Türbesi ve Mevlana Müzesi’dir.  Mesnevi-yi Şerif’i yeryüzünde okuyan insanların çok etkilenip İslamiyet’e girdikleri görülmektedir. Konya’da Mevlana’nın kabrini ve müzesini her yıl on binlerce yabancı ziyaret etmektedir

Mevlana şair, ilim ve bilim adamı aynı zamanda mutasavvıftır. Bir çok lisan bilen, bir çok eser vermiş olan Mevlana, miladi 1207 yılında Afganistan’da doğup, yine miladi 1273 yılında 66 yaşındayken, Konya’da rahmeti Rahmana kavuşmuştur. Ülkemizde ve dünyada en çok tanınan ve bilinen eseri, Farsça yazılmış olan fakat daha sonra dünyanın bir çok diline çevrilen Mesnevi-yi Şerif’tir. Hazreti Mevlana’nın yedi öğüdü olarak bilinen şeyleri burada hatırlatmak isterim. Bu öğütlere bir Müslüman uyup, uygulayabilse gerçekten İslamiyet’i hakkıyla yaşamış olur.

 Mevlana’nın yedi öğüdü

 1) Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.

 2) Şefkat ve merhamet de güneş gibi ol.

  3) Başkalarının kusurunu örtmek de gece gibi ol.

  4) Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.

  5) Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.  

  6) Hoşgörülülükte deniz gibi ol. 

  7) Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.

Bazı rivayetler

Artık Konya’daki ziyaretimizi tamamlandıktan sonra, Toros dağlarına indik ve Mersin Tarsus’taki Ashâb-ı Kehf mağarasını ziyaret ettik. Ülkemizin birkaç yerinde, Orta Doğu ülkelerinin bazı yerlerinde ve başka ülkelerde de Ashâb-ı Kehf mağarası diye ziyaret edilen yerler mevcuttur. Bunlardan bir tanesi de Tarsus’u çıktıktan sonra bir dağın eteğinde, güzel bir cami-i şerif ve hemen karşısında bulunan Ashâb-ı Kehf mağarasıdır. Kur’an-ı Kerim’de “Ashâb-ı Kehf” kıssası Kehf Suresi’nde anlatılır. O sürede başlı başına olaydan bahseder, ona bakılırsa olay daha iyi anlaşılacaktır.

Rivayete göre Tarsus’un kralı putperest imiş ve altı tane de genç veziri Hristiyan’mış. Kral Irak- Musul yakınlarında, başka bir kralı ziyarete giderken, vezirlerine; “Döndüğümde sizi ya benim dinime girmiş olarak bulurum ya da idam eder öldürürüm” diye tehdit etmiş. Kral dönmeden önce genç vezirler düşünüp taşınmışlar ve kendi dinlerinden dönmeyecekleri için, yanlarına bir miktar su ve yiyecek alarak, dağa çıkıp, mağaraya sığınmaya karar vermişler.

Yolda bir tane çobana denk gelmişler ve ona güvenerek dertlerini açmışlar. “Biz kralın şerrinden Allah’a sığınmak için bir mağara arıyoruz” demişler. Çobanın kendisi de Hıristiyan’mış. Onların iyi niyetini görünce, kralın işlerinden kurtulmak için, koyunlarını bırakıp, onlarla beraber mağaraya sığınmak istemiş. Fakat yanındaki çoban köpeği Kıtmir de onları bırakmak istememiş. Ashâb-ı Kehf’in mağara arkadaşlarının isimleri, Yemliha, Mekselina, Mesina, Mernuş, Debernuş, Sezanuş, Kafetatayyuş imiş.

Kral döndükten sonra vezirlerini bulamayınca dağ, taş adamlarıyla onları aramaya başlamış.  Sonra saklandıkları mağarada onları uyurken bulmuş ve adamlarına; “Uyandırmayın, mağaranın ağzına taşta kapatın, havasızlıktan orada ölüp gitsinler” diye emir vermiş. Allah Teâlâ’nın ın kudreti her şeye kadirdir; O Kadir’i mutlaktır. Mağaranın üstünden melekler vasıtası ile bir delik açılmış, uyuyan yedi kişi orada melekler tarafından sağ ve sol taraflarına çevirtilerek tam 309 sene uyumuşlar. Uyandıktan sonra saç, sakal ve tırnaklarının uzadığını görmüşler, ama o kadar uyuduklarının farkına varamamışlar.

Bakmışlar karınları aç hemen ekmek alıp, haber toplamak üzere en büyüklerini şehre göndermişler. Gönderdikleri kişi şehre varıp, fırından ekmek almak isteyince, fırıncı paranın 309 sene önceki para olduğunu fark etmiş, adamın duruşundan tipinden de şüphelenmiş ve onu bekleterek görevlilere haber vermiş. Aradan geçen 3 asırdan sonra kendi kralları zaten ölüp gitmiş, yeni gelen kral ise kendi dinlerinden bir kralmış. Saklandıkları mağaradan Ashâb-ı Kehf’i çıkarmış ve onlardan olayı anlatmalarını istemiş.  

Urfa şehri

Ashâb-ı Kehf yani yedi uyuyan arkadaş mağarasını da ziyaret ettikten sonra Şanlıurfa’ya doğru devam ettik. Şanlıurfa, ülkemizin güneydoğusunda, verimli ve bereketli toprakları yanında, nüfus bakımından sekizinci büyük ildir ve ziyaret edilmesi gereken çok tarihi mekanları vardır. Son yapılan Göbeklitepe kazılarında elde edilen eserlerden, Urfa’nın tarihi Milat’tan önce 10.000 yılını gösterir.

Şanlıurfa deyince Hazreti İbrahim aleyhis selam’dan bahsetmemek olmaz. İbrahim Peygamber Milat’tan önce 2000 ya da 2500 yıllarında Urfa’da yaşamış ve bir süre sonra eşi ve çocuklarını da alarak Mısır’a göç etmiştir. Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’ de Hazreti İbrahim’den birçok sure ve ayette bahsedilmektedir. Hazreti İbrahim, bahsedilecek olsa herhalde ciltler boyu kitap yazılacak kadar olay yaşamış “ulu’l azim” yani büyük peygamberlerden birisidir.

Çok zeki ve meraklı olan Hazreti İbrahim, bir gece yıldızları seyreder ve “Acaba bu kâinatı kim yarattı?” derken, yıldızlar içinde en parlak olan yıldızı seçer ve “Herhalde dünyayı bu yarattı ve benim Rabbim de budur” der. Gece yarısından sonra sabaha yakın yıldızlar kaybolmaya başlayınca, dağın arkasından ay doğar. “Bu ay onlardan daha büyüktür, demek ki benim Rabbim budur “ der. Ayıncda kaybolup, sabahleyin çok daha parlak ışıtan ve ısıtan güneşin doğduğunu görünce; “İşte benim Rabbim bu olsa gerek” der. Akşam olup güneşin battığını gören İbrahim aleyhis selam “Ben kaybolup gidenelri sevmem” diyerek şöyle bir mantık yürütür. Bu yıldızları da doğdurup batırtan bir kudret olmalı ki; işte o kudret sahibidir benim Rabbim” diyerek Allah’ın varlığını kendi akıl yürütmesi ile bulmuştur. 

Hazreti İbrahim’in yaşadığı Urfa’da Nemrut isminde putperest bir kral hâkimdir ve halkına putperestliği methedip, onlara tapınmalarını emretmektedir. Babası Azer de put yapıp satmaktadır ve bu putları imal ettiği bir iş yeri vardır. Kendilerine bile fayda ve zararları olmadığını gören Hazreti İbrahim, bir gün puthaneye girer eline aldığı baltayla, bütün putları parçalar ve en büyük putu kırmaz. Baltayı da onun boynuna takarak oradan çıkar.

Ertesi sabah halk putların kırıldığını dehşet içinde görür ve Hazreti İbrahim’den şüphelenerek onu yakalarlar. “Bu putları kim kırdı” diye sormaları üzerine Hazreti İbrahim boynunda balta asılı olan en büyük putu göstererek; “Herhalde bu kırmış olmalıdır, ona sorun” der. “Putlar konuşmaz ki sen bize onlara sor diyorsun” derler. Hazreti İbrahim de; “Kendisine dahi fayda ve zararı olmadığını bildiğin bu taşı bir ilah olarak kabul edip, nasıl önünde secde ediyorsunuz?” der.

Hazreti İbrahim’le baş edemeyeceğini anlayan kral Nemrut vezirlerini ve ülkenin ileri gelen kişileri toplayarak, istişare edip onu nasıl ortadan kaldıracaklarını görüşür. Kral, önce Hazreti İbrahim’i hapse atarak, kararlaştırılan planı uygulamaya başlar. Sonra da Kral, şehrin yukarısında ki tepeye, yan yana iki tane mancınık diye tabir edilen 30 metre yüksekliğinde kuleler inşa ettirir. Şehrin merkezindeki boş alana da halkına ilan ederek günlerce insan ve hayvan yardımı ile odun taşıtarak, adeta bir odun kulesi inşa ettirir. Kral, devasa bu odun yığınını ateşe verdirir. Yukarıdaki mancınıkların ortasına kurduğu düzenekle, İbrahim Peygamber’i ateşin içine atıp yakarak ondan kurtulmak ister.  İbrahim aleyhis selam kendisi için bu olayın bir imtihan olduğunu bilir, Allah‘ın adaletine sığınarak tam bir teslimiyet gösterir.

İbrahim Peygamber yanan ateşin içine mancınıklar arasından fırlatılır. Cenab-ı Hak; “Ey ateş! kulum İbrahim’i yakma, onun için serinletici ve soğutucu ol” diye emreder. Allah’ın emrini duyan ateş, hemen oracıkta sönerek bir göle dönüşür. Hazreti İbrahim’den ne yaptıysa kurtulamayacağını anlayan putperest kral Nemrut, ona ülkeyi terk etmesini emreder.

 Günümüzde Urfa’nın tam ortasında Balıklıgöl isminde bir göl mevcuttur ve bu gölün Nemrut’un yaktırdığı, daha sonra göle dönüşen ateş olduğuna inanılır ve en çok ziyaretçi alan mekânlardan birisidir. Kral Nemrut ise mancınıkların arkasındaki ihtişamlı sarayında yaşarken yüce Allah’ın göndermiş olduğu sivrisinek ordusu içinde bulunan küçücük bir sivrisinekten kurtulamamıştır. Yüce Allah zulme rıza göstermez, her zaman doğrudan ve güzelliklerden yanadır. Bugün günümüzde ne Mısır’da Firavun ne de Urfa’da kral Nemrut vardır ama minareler ezan sesi ile Müslümanları ibadete davet etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah: “Hak geldi, batıl yok oldu. Zaten yok olmaya mahkûmdur” buyurur. Bu emri de bu şekilde yerine gelmiştir.

Şanlıurfa’nın acılı Urfa kebabı, patlıcan  kebabı ve sabahları erkenden her köşe başında pişirilip satılan ciğer kebabı çok meşhurdur. Yolcu yolunda gerek diyerek sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra toparlanıp, Habur Sınır kapısına doğru yola çıktık. 

Cizre ve Mardin

Mardin istikametine giderken, yol üzeri olan Cizre’de medfun dünyaca ünlü İslam alimi fizikçi, matematikçi El Cezeri’inin kabrini ziyaret etmeden geçmek olmazdı. El Cezeri’nin su ile çalışan dünyaca ünlü ilk robotunun bir tanesini hemen mezarı başında adına kurulu olan müzede, diğerini ise dünyaca ünlü İstanbul Topkapı’daki İslam Medeniyetler Müzesi’nde bulmak mümkündür. Ünlü âlim El Cezeri’nin kabri başındaki ziyaretten duamızı tamamlayıp, Mardin ili altından yolumuza devam ettik.

Mardin, ülkemizin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yer alan kadim bir şehrimizdir.  Suriye sınırına sıfır, bir dağın yamacına kurulmuş, mutlaka ziyaret edilmesi gereken çok şirin bir yerdir. Şehirdeki evler, camiler, hanlar, hamamlar, medreseler, kiliseler adeta taşları oya gibi işleyerek inşa edilmiştir. Gastronomisi çok gelişmiştir. Sokakları daracıktır ama insanları sımsıcaktır. Şehrin tarihi bölüm kısmına arabayla girme imkanı olmadığından, çöpler eşekler sırtındaki sepetlerle toplanıp, sokak sokak dolaşılır ve şehir dışına çıkartılır. Dicle Havzası’nda kalan verimli toprakların üzerinde çok çeşitli tahıl ürünleri ve diğer ürünler yetiştirilmektedir. Mazıdağı ilçesinde, gübre yapımında kullanılan çok geniş sahada fosfat yatakları keşfedilmiştir. Mardin’i ne kadar anlatsak bitirilemeyecek kadar kadim ve tarihi bir şehir. Biz Mardin’i geride bırakarak yolumuza devam edip, akşama yakın Habur Sınır Kapısı’na ulaştık.

Habur, Türkiye’nin orta doğuya açılan Sınır kapısıdır. Gümrükten çıkış işlemlerimizi yaptırmak için pasaportlarımızı memura takdim ettik. Bir arkadaşımızın pasaportunda soyadı Mısırcı olması gerekirken, Mısır olarak yazılmış, gümrük memuru bu arkadaş için; “Çıkış izni veremeyiz” dedi. Arkadaşımızı üzülerek geride bırakmak zorunda kaldık. Çünkü Ankara’ya gidip, pasaportunda soy ismini düzeltip, tekrar geri gelmesi gerekiyordu. Biz yolumuza devam ettik. Yol boyu soğuk su ihtiyacımız çok olacaktı. Gümrük çıkışında bu iş için satılan bir sanduka satın alıp, içine su doldurduk ve yarım kalıpta buz koyarak yolumuza devam ettik.

Artık gümrük çıkışında, Arapça tercümanlığına da ihtiyaç vardı. Tabi yol boyu gidiş ve gelişlerde tercümanlık işini âcizane ben üstlendim. Habur gümrük kapısı kalabalıktı. Hem bizim gibi umreye gitmek için işlem yaptıranlar, hem de ticaret maksadıyla gümrükte işlem yaptıran tır şoförleri vardı. Habur Gümrük Kapısı’nda epey bekledikten sonra, pasaport çıkış işlemlerimizi yaptırdık, akşam namazını kılıp yola koyulduk.

Irak topraklarına girmiştik. Saddam Hüseyin’in hükümdar olduğu bir ülkede kurallara çok dikkat etmemiz gerektiğini bilerek yolculuğumuza devam edip, gece geç saatlerde Musul’a ulaştık. Musul’da biraz dinlenip, yatsı namazını kıldıktan sonra karnımızı doyurup, Yunus Peygamberin kabrini de ziyaret ettikten sonra, Orta Doğu’nun en sıcak bölgesi olduğu söylenen Basra Körfezi’nde, gündüz sıcağına yakalanmadan gece serininde oradan geçip Bağdat’a doğru yolumuza devam ettik.

Basra Körfezi’ni geçtikten sonra, sabaha yakın Bağdat’a ulaştık. Sabah namazı için hazırlığımızı yapıp, İmam-ı Azam Cami’nde cemaatle namazımızı kılıp, İmam-ı Azam’ın kabrini de ziyaret ettikten sonra, uykusuzluğumuzu gidermek üzere güneş yükselmeden biraz uyuduk.

Bağdat gibi diyar olmaz

Bağdat, Dicle nehrinin kenarında kurulmuş çok güzel bir şehir. Aynı zamanda çeşitli zamanlarda medeniyetler tarafından sahip olunmak istenmiş ve çok zaman el değiştirmiş. Fırat ve Dicle nehirleri ülkemizin doğusundan çıkıp yollarını ayırdıktan sonra, Irak topraklarında birleşip, Şattülarap denilen yerden Basra Körfezi’ne dökülen iki ünlü ve önemli nehirdir.

Fırat nehri Murat suyu ile birleştikten sonra, Elazığ üzerinden devam edip Şanlıurfa-Birecik yakınlarından, Suriye sınırına geçer ve bir karış çizdikten sonra Suriye’den çıkıp, Irak topraklarına girer. Dicle nehri ise ülkemizin daha doğusundan doğar, Diyarbakır yakınlarından yoluna devam edip, Irak topraklarına girer ve Muş’un yakınlarından akar, sonra da Bağdat’ın tam ortasından geçip Şattülarap yakınlarında Fırat ile birleşip Basra Körfezi’ne dökülürler. Bu iki nehir arasında kalan topraklara Mezopotamya adı verilir ve insanlığın neşet ettiği topraklar olarak bilinir. Yazının bulunduğu, ilk tarımın yapıldığı, ilk medeniyetlerin kurulduğu topraklardır.

Bağdat, Irak’ın başkenti olmasının yanında çok kadim ve güzel bir şehirdir. İslamiyet’in dört büyük mezhebinden biri olan Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri Bağdat’ta İmam-ı Azam Caminin hemen yanı başındaki türbesinde medfundur. Kadiri tarikatının kurucusu olan Abdulkadir-i Geylani Hazretlerinin türbesi de yine Bağdat’tadır.

Dört büyük halifeden biri olan ve peygamberimizin damadı, aynı zamanda amcaoğlu olan Hazreti Ali yine Irak topraklarındadır. Oğlu Hazreti Hüseyin ise Kerbela’da şehit edilmiş yine Kerbela şehrine defnedilmiştir; türbesi de Irak topraklarındadır. Bağdat’ta ziyaret etmemiz gereken türbeleri yad etmeden sonra, İmam-ı Azam Caminin imamlarıyla tanışma imkanı bulduk. Hüsrev Subaşı hocamız hattat olduğu için hediye etmek üzere yanında tablo da getirmişti, onları da hediye etti çok mutlu oldular. Hac konusunda fikir alışverişinde bulunduk.

Gümrükte bekledik

Bağdat’tan akşam çıktık, gece boyu yolumuza devam ettik. Çünkü çölde gündüz sıcağı çok yakıcı oluyor, onun için gece geçmeyi tercih ettik. Sabah oldu hala çölde devam ediyorduk ve karşımıza küçücük tepecikler geliyordu. Tepecikler arasında katmanlar gözüküyordu ve o katmanlarının kimisinde denizkulakları açık ve seçik fark ediliyordu. Bir anda ben Nuh Tufan’ını hatırladım; “Acaba Nuh Tufan’ı zamanında deniz buraları uzun süre istila edip bu katmanlar öyle mi oluştu” diye düşündüm. Doğrusunu Allah Teâlâ bilir, tarihçiler araştırırsa belki onlar da bir kanıya varır ya da varmışlardır da benim haberim yoktur.

Nihayet Irak topraklarından çıkıp, Suudi Arabistan topraklarına girmek için Arar denilen gümrük kapısına vardık. Konteynırlarda görev yapan memurların pasaportlarımıza damgayı vurmasından sonra, 12 kilometrelik tampon bölgeyi geçip Suudi Arabistan topraklarına girdik. Suudi gümrük memurlarının çalışmak için çok istekli olmadıklarını gördüm. Bizi saatlerce oyaladılar, herkesin yanında getirmiş olduğu yiyeceklerle sabah kahvaltısı yaptık, fakat bir türlü vize işlemlerimiz tamamlanmadı.

Güneşten kaçıp serinleyebileceğimiz bir ortam yoktu. Hatta su temin edeceğimiz bir kaynak da yoktu. Hocalarımız araya girdi ve pasaportlarımıza uzun uzun yazdıkları metinleri konusunda bizim öğrenci arkadaşlardan bir grup kurup onlara yardım edebileceğimizi söylediler. Böylece yardımlaşarak pasaport işlemlerini tamamlayıp yolumuza devam ettik. Yolumuza devam ederken öğle üzeri hem biraz dinlenip hem de namazımızı eda edebileceğimiz bir yere otobüsümü çektik ve mola verdik.

Pakistanlının fazileti

Yanımızda taşıdığımız küçük bidonlarda sularımız azalmıştı. Bu esnada bizim gidiş istikametimizden geliş istikametimize doğru hareket eden içinde sadece tek şoför olan bir tanker bizim park yerine döndü ve arkamıza park etti. Şoför indi, eliyle bize doğru işarette bulundu. Şoför beyin yanına birkaç arkadaş gitti. Şoför; “Ben Pakistanlıyım, burada bir firmada çalışan işçilere tankerimle su taşıyorum. Biz Pakistanlılar Türkleri kardeş olarak biliriz ve çok severiz, Otobüsünüzün önünde Türk bayrağı asılı olduğunu görünce sizin Türk olduğunuzu ve umreye gittiğinizi düşünerek bu bölgede su bulmanın da zor olduğunu bildiğimden tankerimden size su vermek istedim” dedi.

Şoförün bu düşüncesi bizleri hayli mutlu etmişti, gerçekten de suyumuz azdı. Bidonlarımızı götürdük, Şoför Bey musluğunu açtı bidonlarımızı ağzına kadar suyla doldurduk. Sonra çay yapmıştık bir bardak çay ile yanımızda getirdiğimiz birkaç elmayı ona ikram etmek istediğimizde Şoför Bey: “Hayır kabul edemem, kabul edersen bu verdiğim suyun karşılığı olur, ben size karşılıksız iyilik yapmak istiyorum” dedi.

Şoför Bey bu düşüncesini de bizlere bildirdikten sonra onun ne kadar halisane bir iş yaptığını anlamış olduk. Biz de; “Hayır bunları suya karşılık olsun diye değil biz de ikramda bulunmak istiyoruz, sen kabul etmezsen biz de suyu kabul etmeyiz” deyince gözleri yaşardı ve istemeye istemeye de olsa ikramımızı kabul etmiş oldu. Buda bizi çok duygulandırmıştı.

Pakistan halkının ne kadar bizi sevdiğini ve bayraklarımızın da ay yıldızlı olmasından dolayı anlamak mümkündür. Bu sevginin ne kadar derin olduğunu anlamak için, Kurtuluş Savaşı’nda Pakistan halkının bizlere para ve ziynet eşyalarını yardım amaçlı göndermelerinden de anlamak mümkündür.

Bugün de ülkelerimiz arasında sıcak ilişkiler devam etmektedir. Fakat üst akıl bize senelerce uyguladığı gibi Pakistan’a da her on senede bir ihtilal yaptırıp, hükümet değiştirtip, hükümet kurdurarak bir türlü ilerleyememesine vesile olmaktadır. Aslında Pakistan halkı çok zeki ve akıllı insanlardır. İslam dünyasında atom bombasını yapıp, atoma sahip olan tek ülke Pakistan’dır. Fakat inşallah bir gün istenilen seviyeye ulaşır ve ülkelerimiz arasındaki işbirliğinin daha da ileriye gitmesi ile güzel şeyler yapıldığını görürüz.

Medine’ye doğru

Irak’tan çıkıp gece boyu çöller geçtikten sonra, sabah erkenden Hayber’e ulaştık. Hayber Kalesi’ni ziyaret ettikten sonra, yavaş yavaş Medine’ye yaklaştığımızı hissettik. Sanki Ravza-i Mutahhara’nın kokusunu almaya başlamıştık. Hepimizin içi kıpır kıpır idi.

Sabah namazını Mescid-i Nebevi’de cemaatle kılalım diye şoför beye rica ettik. Ne kadar acele ettiysek de yetişmemiz mümkün olmadı. Müsait bir yerde durduk, namaz kılabileceğimiz bir mescit bulup, sabah namazını eda ettikten sonra yolumuza devam ettik ve tam güneşin doğduğu saatlerde, bir tepeden Medine-i Münevvere’yi gördük.

Peygamber Efendimiz’in Mekke’den Medine’ye hicret yolculuğu esnasında, Medine halkı Efendimiz’in geleceğini haber alınca, Sena Tepesi’ne koşup günlerce yolunu beklemişler. Onun geldiğini gördüklerinde ise hep bir ağızdan; “Taleal Bedru Aleyna min seniyyati-il veda vecebeş şükrü aleyna ma de-a lillahi da” diye ilahiler okumuşlar.

Biz de bir tepeden Mescidi Nebevi’nin tam ortasındaki yeşil kubbeyi, yani Peygamber Efendimizin de medfun olduğu makamı görünce, Medinelilerin Peygamber Efendimize karşılamalarını hatırlayıp, duygulandık.  Daha önce ancak fotoğraflarda gördüğümüz, Efendimizin makamını ve kabrini bizzat ziyaret etmek insana tarif edilemeyecek mutluluk ve duygular veriyordu.   

Medine-i Münevvere, Uhud Dağları ile çevrili ticaret yollarının kesiştiği, rakımı yüksek, suyu bol, hurma bahçeleri ile yemyeşil şirin bir şehirdir. Efendimiz Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem miladi 622 yılında, Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra, Medine “münevver” olmuştur, yani nurlanmıştır. Onun için de adına Medine-i Münevvere denilmiş. Medine medeniyetten gelir, Efendimiz Medine’de ilk İslam Devletini kurmuştur. O dönem Hristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar ortak haklara sahip olarak, beraberce yaşamaya devam etmişlerdir.

Efendimiz son döneminde ateşli bir hastalığa yakalanmış, birkaç gün ateşler içinde çekmiş, sonra da çok sevdiği Rabbine kavuşmuş, ruhunu teslim etmiştir. Eşi Hazreti Ayşe annemizle birlikte yaşadıkları hücrenin hemen yanı başına defnedilmesini vasiyet etmiş ve oraya gömülmüştür. Kendisinden sonra ilk İslam halifesi olan Hazreti Ebu Bekir radıyellahu anh ve ikinci halife Hazreti Ömer radıyellahu anh öldüklerinde efendimizin sağına ve soluna defin edilmişlerdir. Bugün de üçü aynı yerde yatmaktadır.

Medine’den bazı tablolar

Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem sağlığında hemen kendi evinin yanı başında “Suffe” isminde, gençlerin İslam’ı öğrenebilecekleri, bugünkü okul diyebileceğimiz bir öğretim yeri kurmuştur. Kurulan bu eğitim merkezinde gençler, İslamiyet’in bütün kurallarını, ayet-i kerime ve hadis-i şerifler başta olmak üzere öğrenerek dünyanın dört tarafına elçi olarak gönderilmişler ve İslamiyet bu şekilde yeryüzüne yayılmıştır.

Mescidin biraz ilerisinde Cennetü’l Baki ismi ile bilinen bir mezarlık bulunmaktadır. Bu mezarlıkta genellikle Peygamberimizin sahabeleri yatmaktadır. Orayı ziyaret etmeden geçilmez. Uhud Dağı eteklerinde Uhud Savaşı yapılmış ve o savaşta Efendimiz’in amcası Hazreti Hamza ve birçok sahâbi şehit olmuşlar, kabirleri de Uhud’da bulunmaktadır.

Yine Uhud yakınlarında Cuma Mescidi ve Mescid-i Kıble adıyla bir mescit bulunmaktadır. Efendimiz Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem hicretini bir cuma günü tamamlamış ve cuma namazını orada kılmıştır. Cuma namazının kılındığı mescide de Cuma Mescidi adı verilmiştir. Orada ayrıca Mescid-i Kıble ismi ile bilinen, iki kıbleli başka bir mescit bulunmaktadır. 

Efendimiz’in bu mescidde kıldırdığı öğle ya da ikindi namazı esnasında o güne kadar Müslümanların kıble olarak yöneldiği Kudüs’teki Mescidi Aksa’dan, bir anda kıble Mekke’deki Kabe’ye döndüğü için, bu mescide iki kıbleli mescit adı verilmiştir.

Efendimiz, Mekke’den Medine’ye hicret edip geldiğinde, Medine’de kendisine ait bir evi olmadığından bir süre Uhud’ta ikamet edip sonra da Eyyub el Ensari’nin evinde misafir olmuştur. Medineli Müslümanlarla istişare edip tam Medine’nin ortasına bir mescit yaptırmış, yanına da kendine ait iki odalı bir ev inşa ettirmiştir. Ev yapımı deyince lütfen bugünkü şehirler, evler aklınıza gelmesin, 1400 yıl öncesinden bahsettiğimize göre hurma kütüklerinden ve hurma dallarından inşa edilmiş basit evlerden bahsediyoruz.

Mekke’ye doğru

Medine’deki ziyaretlerimizi bitirip, dönüşte bir kez daha uğramak üzere Mekke’ye doğru yola çıktık. Mekke ve Medine arasındaki yaklaşık 500 kilometrelik yol, Efendimiz’in Mekke’den Medine’ye hicret ettiği yol düşünülerek yapılmıştır. Yol boyu birçok reklam tabelası gördük, ancak en büyük ve en çok reklam Güney Kore’nin bugün elektronik devi olan Samsung’un reklamlarıydı. O günkü şartlarda tabi biz Samsung’u tanımıyorduk ama bugün dünyaya kendisini tanıttı. O bölgede reklam yapmasının amacı da tüm dünyadan Mekke ve Medine’ye gelen hac yolcuları, elektronik eşyaları genellikle Mekke ile Medine’den satın alırlardı.

Mikat mahallinde boy abdesti alıp, ihram giyindikten sonra iki rekat namaz kılınır ve eller açılarak; “Yapacak olduğum bu umre ya da hac ibadetini bana kolaylaştırır, zorlaştırma” şeklinde dua edilir. Sonra Mikat yerinden içeri girildiğinde, harem mahalli başlar. Tekrar ihramdan çıkıncaya kadar yapılmaması gereken bir takım kurallar vardır, onlara uyulması gerekir. İhramın altında iç giysiler olmaz, başka bir şey konmaz, ayağa çorap giyilmez, ayaktaki terliğin dikişsiz olmasına özen gösterilir. İhramda dikiş olmamalıdır. Kadınların mahremiyetleri farklı olduğundan, onlar normal elbiselerini giyerler, başlarını ve ayaklarını açmazlar, ancak harem mahallinde ihramdan çıkıncaya kadar ihram yasaklarına uymak zorundadırlar.

Mescid-i Haram denilmesinin sebebi; o bölgede insanların birbirini öldürmesi, savaşması, birbirini üzmesi, kırması, hatta bir hayvanı dahi öldürülmesi yasaklandığı içindir. Kâbe ya da diğer ismiyle Mescid-i Haram, Hazreti İbrahim ve oğlu İsmail tarafından inşa edilmiş, yeryüzünde Allah’ın Kuran-ı Kerim’ de bildirdiğine göre ilk mescididir.  

 İbrahim aleyhis selam Filistin- Kudüs yakınlarından bir vahiy üzerine eşi Hacer validemiz ve daha bebek olan oğlu İsmail’i de yanına alarak, günlerce yol gittikten sonra, kuş uçmaz kervan geçmez, dağlarla çevrili Mekke’ye ulaşmıştır. Mekke’de bir süre kaldıktan sonra, eşi ve çocuğuna barınabilecekleri bir yer inşa edip, yanlarına biraz hurma, biraz su ve yiyecek bırakıp, tekrar geri dönmek üzere bir vahiy ile geldiği yere dönmüştür.

Zem zem

Bir gün Hacer annemiz, oğlu İsmail’in bir anda yanından kaybolduğunu fark etmiş ve telaşla İsmail’i aramaya koyulmuştur. Safa ve Merve tepeleri arasında, yedi kez gidip gelerek; “İsmail İsmail” diye bağırarak çocuğu aramış ondan bir haber alamamıştır. Meğer Hazreti İsmail, Cebrail aleyhis selam’ın kanadını vurarak yerden çıktığı rivayet edilen, zemzem suyu ile oynamaktadır.

Hazreti İsmail’i su oynarken bulan annesi Hacer validemiz, suyun yerden çok gür fışkırdığını görünce korkmuş ve İbranice “dur dur” anlamına gelen “zemzem” diyerek ayağını iki kez yere vurmuştur. İşte bu zemzem diye isimlendirilen suyu, hacılar dönüşte mutlaka yanlarında götürüp, misafirlerine ikram etmektedirler. Gerçekten de bu sudan insan ne kadar çerse içsin, dokunmadığını fark eder ve sanki insanı tok tutan bir sudur. Tadı da diğer sulardan daha farklıdır.

İbrahim peygamber bir süre sonra tekrar Mekke’ye dönünce oğlu İsmail ile birlikte yeryüzünün ilk mescidi olan Kâbe’yi inşa etmişlerdir. Bugün ziyaret edilen Kâbe, o günkü yapılan Kâbe değildir. Çeşitli zamanlarda sel baskınlarında yıkılmış, tekrar yapılmıştır; bugünkü son halidir. Dünyanın neresinde olursa olsun, Müslümanlar namaz kılarken mutlaka Kabe’ye yönelip kıble olarak oraya dönerler. Rivayete göre Hazreti Havva ile Adem peygamber cennetten indikten sonra, Adem aleyhis selam Hindistan’ın güneyinde Seylan Adası’na, Havva annemiz ise Mekke yakınlarındaki Cidde’ye inmiştir.

İslamiyete göre 80 gram altını ya da onun karşılığı parası olan ve üzerinden bir yıl geçen kişi zengin sayılır ve kendisine hac ibadeti farz olur. Farz olan hac ibadetini yapacak olan hacı, Kabe’ye vardığında önce ziyaret tavafını yapar, sonra da Safa ve Merve tepecikleri arasında say yapar, ondan sonra da Arefe gününü bekler. Arefe günü Arafat Dağı’na çıkıp Arafat Vakfesini yaptıktan sonra, hacı adayı şeytan taşlama yeri Mina’ya hareket eder, oradaki şeytan taşlama vazifesini tamamlar. Küçük, orta ve büyük sembolik şeytanlara yedişer taş atar. Sonra kurban kesip, tıraş olup ihramdan çıkar. Hacı ibadetini de tamamlamış olur.

Hacı, Kâbe’yi ilk defa gördüğü an, içinden geçen bir dua yapar. Rivayete göre o dua reddedilmez, Allah tarafından kabul edilir. Farz olan hac ibadeti, dünyanın her tarafından gelen hacı adayları dolayısıyla çok kalabalık olacağından, zor ve meşakkatli olur. Ancak umre ziyaretinde bu zorluklar yaşanmaz, çünkü daha az insan bulunur.

Kabe, sembolik bir binadır. İçinde bir şey yoktur. Namaz kılınmaz, sadece bayramın ilk günü üst düzey yetkililer kapıyı açıp, içeri girip, zemzem suyu ve gül suyu ile yıkayıp temizlerler. Sonra da örümcek ağları oluşmuşsa, onlar görevliler tarafından alınır ve tekrar kapı kapatılıp, çıkılır. Bir dahaki bayrama kadar da açılmaz. Kâbe bilindiği üzere küp şeklinde inşa edilmiş, dört köseli bir yapıdır. Dışındaki siyah örtü ise saf ipekten örülmüştür. Üzerine altın ipliklerle hac ve Kâbe ile ilgili ayetler dört tarafına yazılarak nakşedilmiştir. Her sene hac mevsiminde bayramın birinci günü o örtüler yenisi ile değiştirilir. Eski örtüler dünya üzerindeki çok ünlü devlet adamlarına parçalanarak teberrüken gönderildiği söylenir.

Osmanlı devleti zamanında Kebe’ye özel önem verilmiştir. Altın kapı ve yağmur yağdığı zaman üzerindeki suları tahliye etmek için altınoluk yapılmış, iç tarafına da revaklar örülerek güzelleştirmiştir. Kâbe’de zemzem suyundan başka su bulunmadığından Kâbe’deki hacılar orada yaşayanlar mahrum olmasınlar diye çok uzaklardan su getirtilmiştir. Yine Osmanlı zamanında her türlü tehlikeden korumak için, yukarıda bir tepeye kale yaptırılmış, kale içine de yedi gün 24 saat özel askeri birlikler bulundurulmuş, Kabe böylece korumaya alınmıştır. Bugün o kaleden eser kalmamıştır. Kale yıkılıp yerine Zemzem Tower adıyla devasa bir otel yapılmış ve zengin hacı adaylarına çok pahalı şekilde tahsis edilmiştir.

 Hac ibadetini yerine getirirken, haccın farzları, vacipleri ve sünnetlerine uymak gerekir. İhram giyip, ihram yasaklarına uymak, Kebe’yi tavaf etmek ve Arafat’ta vakfeye durmak haccın farzlarındandır. Say yapmak, Kurban kesmek, şeytan taşlamak, tıraş olup, ihramdan çıkmak ise haccın vaciplerindendır. 

Hacda yapılan vazifelerin her birisinin ayrı ayrı anlamları vardır. Kâbe’ye ilk varıldığında tavaf etmek, Allah’ın emridir.  Sonra say yapmak, Hazreti Hacer annemizin oğlu İsmail’i kaybedip ararken, Safa ve Merve tepeleri arasında koşmasını, gidip gelmesini yâd edip hatırlamak içindir. Arafat’ta Vakfe ye durmak da ayrı bir mana ifade eder. Hazreti Adem ve Havva anamız cennetten yeryüzüne indiklerinde ayrı ayrı mekanlara inmişler, sonra birbirlerini ararken Arafat’ta buluşmuşlardır. Kurban bayramından bir gün önceki güne Arefe günü denir. Arapçada tanışma günü, buluşma günü, kavuşma günü olarak tercüme edilebilir. İşte o gün hacılar Arafat dağına çıkarak, Vakfe ibadetini yaparlar. Aslında Hazreti Adem ile Hazreti Havva’nın Arafat Dağ’ında kavuşmasını hacı adayları bir kez daha yâd edip hatırlamış olurlar. 

Zor imtihan

Peygamberlerin, ilim adamlarının ve Allah dostlarının imtihanları kolay değildir. İbrahim peygamber bir gece rüyasından şöyle görür; Allah Teâla kendisine “İbrahim en sevdiğin şey neyse onu kurban et” der. Gördüğü rüyayı oğlu İsmail’e açmak zorunda kalır. İsmail dokuz ya da on yaşlarındadır. Babası rüyasını açınca babasına; “Babacığım rüyanda sana Allah ne emretmişse o emri yerine getirmen için ben hazırım, lütfen yerine getir” der. Şeytan da bu arada boş durmaz. Fitne peşinde koşmaktadır. Hacer annemize; “Ey Hacer eşin İbrahim çok sevdiğin, ciğerparen, oğlun İsmail’i kesip kurban edecek biliyor musun?” der. Hacer validemiz yerden aldığı taşları şeytana doğru fırlatıp; “Sen bana ne demek istiyorsun, yalan söylüyorsun, benim eşim öyle bir şey yapmaz” der.

İbrahim peygamber oğlu İsmail’i yanına alarak Mina’ya çıkar ve hulusi kalp ile oğlunu bir taşın üzerine yatırır. İsmail tam bir teslimiyetle Allah’ın emrine teslim olur. Aslında Allah, İbrahim Peygamber’i imtihan etmektedir. “Emri yerine getirecek mi yoksa getirmeyecek mi” diye. İbrahim aleyhis selam oğlu İsmail’i tam kurban edeceği esnada, gökten Allah tarafından melekleri aracılığıyla kınalı bir koç indirilir ve melekler “İbrahim, İsmail’i bırak, bu koçu kurban etmen sana emrolundu” derler.

Hacılar Arafat’ta ki görevlerinden sonra Mina’ya gelip, oradan küçücük taşları toplayarak, şeytan bölgesine geçerler ve şeytanları taşlarlar. İşte bu yapılan taşlama, Hazreti Hacer annemizin aslında şeytanı taşlamasının bir hatırasıdır. İbrahim peygamberin oğlu İsmail’i kurban etmek istediği yerde, bugün hacı adayları vacip Kurbanlarını keserek, bu olayı hatırlamış olurlar.

Hacerü’l esved

Kabe denilince Hacerü’l Esved’i zikretmeden olmaz. Hazreti İbrahim peygamber oğlu Hazreti İsmail ile birlikte Kâbe’yi inşa edeceği taşları dağdan toplarken, taşlar arasında çok değişik, çok güzel bir taş bulmuştur. Kâbe İnşaatı temelden insan göğsü hizasına gelecek seviyeye çıktığında İbrahim peygamber bu güzel taşı, Kabe’nin kapısının olduğu tam köşeye yerleştirmiştir. Bu taşın Arapça ismi hacer-ül esvedtir. Türkçede “siyah taş” anlamına gelir.  Kâbe’yi tavaf edecek olan hacı adayları, bu noktaya gelir, ellerini üç defa kaldırarak “Bismillahi Allahu ekber” diyerek taşı selamlar, sonra Kâbe’yi sol taraflarına alarak, yedi defa tavaf edip bu işlemi tamamlamış olurlar.

Ayrıca Kâbe’de kılınan bir vakit namaz, diğer bütün mescidlerde, camilerde, kılınan namaza göre 1000 kat daha sevap olduğunu Peygamber Efendimiz bizlere müjdelemiştir. Kâbe’de bol bol Kur’an-ı Kerim okunmalı, günahlarına tövbe edilmeli ve Kabe’nin karşısına geçip bol bol Kabe seyredilmelidir. Bu dahi ibadet kabul edilmiştir. Ayrıca Kâbe yeryüzündeki ilk mescit olarak Allah Teâlâ tarafından kutsal olduğu bildirildiğinden dolayı orada bol bol kaza namazı ve nafile namaz da kılınmalıdır. Kâbe etrafında ayrıca birçok peygamberin kabrinin olduğu da bilinmektedir.

Mekke’nin diğer bir ismi de mekke-i mükerremedir. Yani azametli mükerrem Mekke demektir. Kabe’nin bulunduğu alan dağlarla çevrili olduğundan, Kabe’ye ulaşmak zorlaşmıştır. Ancak yönetim dağların altına 70 tane tünel açarak bu işi kolaylaştırmıştır. Bundan dolayı Mekke’nin diğer bir ismi de tüneller şehridir. Tünellerin açılması ile tünellerin içine konulan, çok büyük hava sirkülasyonu sağlayacak motorlar vasıtasıyla Kâbe’nin havası da değişmiştir.

Bir akşam Mekke’deki öğrenci arkadaşların da yardımcı olması ile Suudluların çok meşhur alimi olan Muhammed Ali Sabuni otelimize geldi. Muhammed Ali Sabuni’nin yazmış olduğu 12 ciltlik Kuran-ı Kerim tefsiri bulunmaktaydı ve o akşam bize çok güzel bir konferans verdi. Biz de çok memnun kalmıştık. Artık umre ziyaretimizi tamamlamıştık. Veda tavafını yapıp, Mekke’den ayrıldık ve geldiğimiz yolu takip ederek tekrar İstanbul’a ulaşıp, sınavlarımıza da yetiştik.

Rüstem Kılıç/ İrfanDunyamiz.com

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Selât-ü selam hassasiyeti…

Yüce Allah, Hazreti Muhammed sallellahü aleyhi ve sellem’in kendi katındaki değerinden dolayı ona salat-ü selam …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.