Prof. Dr. Mehmet Zeki Aydın Hocamız ile çocuklara namaz alışkanlığı kazandırma konusundan eğitimde dayak ve azarlamaya kadar birçok hassas konuda konuştuk.
İlk sorum şöyle olacak: Eğitimde dayak ve azarlama konusu güncel bir mesele olarak karşımızda durmakta. Modern eğitimde azarlama ve dayak söz konusu değil. Diğer taraftan azarlamanın eğitimde faydalı olabileceğini söyleyenler de var. Bu konuda bir uzman olarak siz ne söylemek istersiniz?
Bazı Batı’dan tercüme kitaplarda azarlama yok, öğüt verme yok. Peki, öyleyse insanı nasıl eğiteceğiz? Onlara göre çocuğu doğal hâlinde bırakacağız, onun kendisini gerçekleştirmesine yardımcı olacağız. Örneğin bazı kitaplarda öğüt vermek iletişim hataları içinde verilmektedir. Elbette hepimizin özellikle de çocukların öğüde ihtiyacı vardır.
Belki üslup ve yöntemini konuşmak gerekir. Yine bazı psikolog ve eğitimciler, çocuğa müdahale edilmemesini, kendi isteğimiz doğrultusunda yönlendirilmemesini, çocuğun içinden, gönlünden geçtiği gibi yaşaması gerektiğini söylüyorlar.
Bunu şöyle ifade ediyorlar: “Ben hiç kendi istediğim gibi yaşamadım, hep annemin babamın dediği gibi, öğretmenimin dediği gibi yaşadım.” Elbette çocuğun, her şeyiyle annenin babanın elinde oyuncak gibi oynamasını istemiyoruz ama ona doğrunun yanlışın öğretilmesini istemeliyiz.
Bireyin kişiliğini hedef almadan, azarlamayı bir eğitim yöntemi olarak kullanabiliriz. Örneğin, “Sen yalancının tekisin, tembelsin.” diye azarlamak özellikle çocuklar için yanlıştır. Çünkü bir kişiye nasıl hitap edersek, yaftalarsak öyle olur. Ama “Bu yaptığın sana yakıştı mı?”, “Bu yaptığın hem sana hem de başkalarına zarar veriyor. Ayıp değil mi?” diyebiliriz. Bunun bir mahsurunun olduğunu sanmıyorum.
Bir hadiste yedi yaşına gelen çocuğa namazın öğretilmesi tavsiye ediliyor. On yaşına geldiği halde namaz kılmadığı takdirde hafifçe dövülebileceği zikrediliyor.
Yedi yaşındaki çocuklar başkalarına göre yaşarlar, çevresindeki kimselerin dediğini yapmak ve onları memnun etmek isterler. Bu nedenle yedi yaşında çocuğu namaza alıştırmak gerekir.
Kur’an-ı Krim’e ve Peygamber Efendimiz’in örnek yaşantısına bütüncül olarak baktığımızda, ibadetlerin sevdirilerek öğretilmesinin söz konusu olduğunu görüyoruz. Bu nedenle ibadetleri yapmaları konusunda baskı yapmayalım; sabırla teşvik edip, namazı sevdirmeye çalışalım diyorum.
Çocuklarımızı namaza alıştırmak konusunda ne yapmalıyız? Bu konuda ne tavsiye edersiniz? Çocuk televizyonu kapatıp nasıl namaz kılacak? Bu biraz zor değil mi?
Zamanımız anne babalarının zorlandıkları bir konu. Bu konuda öncelikle ebeveynlere şunu hatırlatmak istiyorum. Siz evinizde beş vakit namaz kılıyorsanız ve çocuğunuzun kılması için gayret sarf ediyorsanız, fazla endişe ve panik yapmayın.
Kısaca iyilikleri, ödül ve teşvikle öğretmeye gayret edin, iyilik yapmadı diye ceza vermeyin. Başkalarına zarar veren bir haram işliyorlarsa o zaman ceza verilebilir. Çocuklarınızın televizyon başlarından kalkmasını istiyorsanız siz kendiniz televizyonun başında çakılı kalmayın. Çocuğa televizyon ve bilgisayarı yasaklamak yerine, ona yapabileceği alternatifler sunmak gerekir.
Bu konuda önemli bir konu da çocukların iyi bir arkadaş çevresinin oluşturulmasıdır. Ama maalesef ülkemizde bence çocuk eğitiminin en önemli sorunlarından biri; çocukların çocukluklarını yaşamaması ve arkadaşlarının olmamasıdır.
Efendimiz’in, ailesiyle olan örnek iletişiminden bahsederseniz memnun olurum.
“Peygamber Efendimiz’in Ailesinde İletişim” konulu konuşmalarımda anlatıyorum ve “Peygamber Efendimiz’in bildiğiniz özellikleri nelerdir” diye dinleyicilere soruyorum. En çok emin, yani doğruluk, güvenilirlik özelliği öne çıkıyor. Hiç Peygamberimiz’in, bağıran çağıran asık suratlı birisi olduğunu aklımıza getiriyor muyuz?
O hâlde Efendimizi örnek alan bir Müslüman; ev hayatında halim (yumuşak), mütebessim (güler yüzlü), kerim (cömert), adil, halil (dost), habib (seven ve sevilen), isar sahibi (dostunu kendisine tercih eden), vefalı, yaptığı işi salih (yerli yerinde, kaliteli, güzel bir şekilde,) yapan, dünya malına aşırı hırs göstermeyen birisi olmalı diye düşünüyorum.
Bir unuttuğumuz emir daha var o da; istişare. Efendimiz, her konuda olduğu gibi, istişareye ihtiyaç duymamasına rağmen bize örnek olmak için, ev halkıyla da istişare içinde hareket ederdi.
Din eğitiminde tasavvuftan faydalanılabilir mi?
Tasavvuf, ahlak eğitiminin yollarından biridir. Çok çeşitli uygulamaları olsa bile Müslümanları inceltmiş, kendi kişisel gelişimlerine dikkat çekmiş ve bunu kurumlaştırmıştır. Tarih boyunca tasavvuf, yemekten sonra tatlı yemek gibi, farzların üzerine güzel ahlakı koymak için çalışmıştır. Günümüzde ise tasavvuf hem yemek vermek hem de tatlı vermek durumunda kaldığı için tam işlevini yerine getiremiyor diyebiliriz.
Bu durum tasavvufun kendisinden kaynaklanan bir durum değil, zamanın şartlarından kaynaklanan bir durum. Neticede her zaman tasavvuf ve din eğitiminin ilgisinden söz edebiliriz.
Öğrencilerinizi İmam-ı Gazzali’nin İhya’sına yönlendirdiğinizi biliyoruz. Neden İmam-ı Gazzali?
Evet, ben Gazzali’yi seviyorum ve tavsiye ediyorum. Gazzali her yönden güçlü bir âlimdir. Fıkıhta, tasavvufta, ahlakta, felsefede, psikolojide en yetkin İslam âlimidir.
Hakkında çok da haklı olmayan eleştiriler olmasına rağmen, o büyük insanı okumak, anlamak lazım. O, en geniş eseri İhya’da bir Müslüman’ın doğumundan ölümüne kadar nasıl yaşayacağını ayrıntıları ve delilleriyle açıklamıştır.
İhya dört cilttir, her ciltte on bölüm vardır. İhya’nın özeti diyebileceğimiz “Kimya-yı Saadet”te kırk bölüm vardır. Halk için yazdığı “Dinde 42 Esas” kitabında da adeta bunları özetlemiştir.
Gazzali’yi ve diğer tüm âlimlerimizin eserlerini okurken yaşadıkları dönemleri dikkate almamız gerekiyor. Gazzali’nin ölüm tarihi 1111 yılıdır. Dolayısıyla onun her yazdığını kendi döneminin şartlarını dikkate almadan kelime kelime günümüzde de uygulamaya kalkarsak hata yaparız.
Seminerlerde dinleyicilere memnuniyet garantisi veriyorsunuz. Zannedersem bu, sunuş tarzınızla da ilgili bir durum. Bu vasfıyla seminerleriniz, aynı zamanda bir örnek ders işlenişi mahiyetinde… Sunuş tarzınızı nasıl tanımlayabiliriz? İmam-ı Azam modeli diyebilir miyiz?
Bir derse, seminere, konferansa, hutbeye, vaaza başlarken iyi bir şekilde dikkat çekerek başlamak gerekiyor. Ben bir derse, konuşmaya hazırlanırken en çok giriş kısmına önem veririm. Çünkü öğrenciyi, dinleyiciyi girişte yakalar, güdülerseniz daha verimli bir faaliyet yaparsınız.
Bir de şöyle bir durum vardır: Bu tür resmî seminerlerde bir çekinme ve uzak durma söz konusudur. Ben de bunu gidermek ve dikkati toplamak için etkili bir giriş yapmaya çalışıyorum. Ama elbette bu, kuru bir iddia olursa biraz sonra dinleyiciler hayal kırıklığına uğrayacaktır.
Her seminerin sonunda katılımcılara anket düzenliyoruz ve bu verilere göre kendimizi geliştiriyoruz. Sunuş tarzımız veya öğretim metodumuz konusunu şöyle açalım: Öğretim yöntemleri kaynaklarda, klasik ve çağdaş diye sınıflandırıldığı gibi “öğretmen merkezli” ve “öğrenci merkezli” diye de sınıflandırılıyor.
Ben burada ikincisini tercih ediyorum. Bizim İslam dünyasındaki eğitim tarihine baktığımızda, son yüzyıllar hariç aktif, öğrenici merkezli öğretim yöntemlerinin kullanıldığını görüyoruz. Bunun canlı örneği ve kaynaklarda açıkça anlatıldığı için sembol olarak İmam-ı Azam Ebu Hanife’yi örnek veriyorum. Bu yöntem, Ebu Zehra’nın “Ebu Hanife” adlı kitabında ayrıntılı şekilde açıklanmıştır.
Son seminerinizde anlattığınız Ferhat hikâyesi çok hoşuma gitti doğrusu. Bunu bir de okuyucularımızla paylaşır mısınız?
Ben kısaca, “Dini değil ama tebliğ yöntemlerimizi değiştirelim.” diyorum. Artık çoğumuz ciddi saatlerce sessiz bir şekilde dinleme sabrını gösteremiyoruz. O hâlde insanları memnun ederek, eğlendirerek öğretmenin yollarını bulmalıyız. Örneğin, ahiret gününü işleyeceğimiz bir derse, Ferhat fıkrasıyla başlayarak dersin girişinde ilgiyi çekebiliriz.
“Ferhat, kıyamet günü, tüm aşamalardan geçmiş; cennetin kapısına ulaşmış ve kapıyı çalmış; görevli melek kapıda Ferhat’ı görünce, bir dakika bekle diyerek kapıyı kapatmış; biraz sonra kapı açılmış, görevli melek Ferhat’a bir saç teli uzatmış ve kapıyı kapatmış. Sizce neden? Cevabı, çünkü Ferhat, dünyada “Cenneti değişmem, saçının teline” diyormuş.
Seminerlerinizden bir anekdotu bizimle paylaşır mısınız?
Hemen aklıma gelen bir tanesi şöyle: Ben aile içi iletişim ve çocuk eğitimi konferanslarımda, “Sizce en zalim anne kim?” diye soruyorum. Dinleyiciler birçok cevap veriyorlar ama çoğunlukla daha doğrusu daha önce benden duymadılarsa şu cevabı bilemiyorlar: “En zalim anne, sabah kahvaltı hazırlamayıp çocuğunu aç aç okula gönderen annedir.” Burada çok ağır bir söz söylediğimi biliyorum ama dikkat çeksin ve akılda kalsın diye böyle bir yöntem uyguluyorum.
Bu yöntem çoğunlukla başarılı da oluyor. Birçok anne “Ben zalim anne olmak istemiyorum” diyerek bu konuyu önemsemeye başlıyor. Böyle bir konferans sonunda bir annenin bu söz ağrına gitmiş yaklaşık on beş yaşlarındaki kızını getirip; ”Hocam ben zalim anne değilim bu kız zalim çünkü ben hazırlıyorum ama o kahvaltıyı yapmadan gidiyor” dedi.
Ben bu tür anneleri haklı görmüyorum ve diyorum ki; “Siz ailece erken yatıp erken kalkmazsanız, evden çıkmaya yarım saat kala kalkan çocuk elbette kahvaltı yapmak istemez. Erken yatsa erken kalksa biraz hareket etse o zaman acıkır, kahvaltı etmek ister.” Aile bireylerinin mümkün olduğunca birlikte olmalarını teşvik etmek için, “en azından kahvaltı ve yemeklerde birlikte olun” diyorum.
Din Eğitimi Uzmanı Prof. Dr. Mehmet Emin Ay‘ın anne babalara altın kıymetindeki tavsiyelerini okumak için lütfen tıklayınız.
Aydın Başar, Burhan Dergisi
Çocuk Eğitimi ↗
Çocuk eğitimini batılı pedagojiyi esas almadan işleyen yazılar okumak için tıklayın.
Aile Okulu ↗
Mutlu evlilik ve huzurlu aile konusunu ele alan seçme yazılar okumak için tıklayın.