Giresun’umuz yeşilin başkenti olduğu gibi, aslında fındığın da başkentidir. Yağlı tombul Giresun fındığı dünyada bir numaradır. Tombul fındık çok hoştur, yağlıdır başka yerde bulunmaz. Ayrıca Giresun’da çok güzel çay olur; o da çok meşhurdur. Tirebolu’daki çay fabrikasında 42 No’lu çayı almak için insanlar sıraya girerlerdi. Beklemeye değecek bir çaydır. Giresun’un çeşitli ilçelerinde de çay fabrikaları vardır. Kivi de olur bizim oralarda.
En çok da kestane balımız meşhurdur. Kestane balı birçok hastalığa iyi gelir. Yüksek yerlerde daha iyi olur. Yaylalarımızda çok güzel çiçek balı da olur. Giresun’un eski adı Latince de Ceressos (Keresus) demektir. Keresus ise kiraz anlamına geliyor. Demek ki eskiden Giresun’da kiraz da iyi oluyormuş. Efendime söyleyeyim, birçok bitki, birçok yiyecek bulunur bizim oralarda. Çünkü sürekli yağmur aldığı için yeşildir, toprak bereketlidir.
Zor bir coğrafya
Toprağımız bereketlidir ama çok dardır. Malumdur ki Karadeniz coğrafyası çok engebeli ve yokuşludur yani dağlıktır. Biz çocukken mısır ekilirdi, mısır ekmek zor bir tarımdır. Karadeniz’de yağmur çok yağar, yabani otlar çok biter, onları temizlemek epeyce zahmetlidir. Mısırı seyrekleştirdikten sonra, dibi kazma ile teker teker kazılır, bu arada otları alınır. 1 – 2 ay geçtikten sonra tekrar yabani otlar biter, kazma ile tekrar kazılır, onlar da alınır. Yani bir çocuğa bakar gibi bakarak bu işler oluyor. Bir iki dönüm bilemedin üç beş dönüm tarlası olan onu bu şekilde kazarak meydana çıkartıyor.
Eskiden el yordamı ile imece usulü yapılırdı. Tabii şimdi modern tarım aletleri çıktı, geniş tarlalara giriyor, ekiyor, dikiyor, tek başına kazıyor, çıkarıyor, bir anda hasat yapıyor. Hasat kolaylaştı ama ben kendi çocukluğum zamanından bahsediyorum. Gerçi şimdi mısır tarlaları da kalmadı onların yerine fındık dikildi. Şimdi mısırı parayla satın alıp ekmek yapımında, hamsi pişirirken kullanıyorlar.
Karadeniz bölgesi deyince fındık tarımından birazcık bahsetmek isterim. Ancak ben ziraat mühendisi değilim ilahiyatçıyım, bildiğim kadarı ile bu yaşıma kadarki tecrübelerimle bir şeyler söylemek istiyorum. Yanlış bir şey söylersem bu işi bilenlerin affına sığınıyorum. Fındık tarımı dünyada en çok Türkiye’de yapılmaktadır. Türkiye’de ise Karadeniz havzasında. Dünyanın diğer ülkelerinde de fındık üretimi azda olsa vardır. Bildiğim kadarıyla güney Amerika, Kafkasya, Azerbaycan, Gürcistan başta olmak üzere ülkemizin güneydoğusundan bir bölgesinde de olsa üretildiğini hatırlıyorum.
Geniş bir yelpaze
Fındık Artvin’den başlayarak İstanbul’u da geçip Trakya’nın Karadeniz kıyısına kadar üretilebilen bir üründür. Dünyada en çok çikolata üretiminde kullanılır ancak başka mamullere de katılıyor. Bildiğim kadarıyla ilaç sanayi dâhil çok geniş bir yelpazede fındık aranan bir üründür. Tarımı çok zordur, üretimi de çok zordur. Bir sene “var yılı”, bir sene de “yok yılı” olur genellikle. Hava şartları uygun olursa bol olur, yağmur az yağar ya da soğuk ve don olayları olursa fındık üretimi otomatikman düşmüş olur.
Dünyada ve ülkemizde fındık çeşitleri çoktur. Ülkemizde genellikle Giresun tombul yağlı fındığı en meşhur olanıdır. Giresun’un tamamında bir de Trabzon’un Giresun’a yakın olan bölgelerinde yetişir. Giresun’da yaklaşık olarak 150.000 ton tombul yağlı fındık üretilir ve dünya piyasalarında en çok aranan rağbet edilen fındık da budur. Tombul fındıktan başka sivri, palas, badem, kuş fındığı vs. diye başka çeşitleri de mevcuttur. Bir de aşılanmamış ham fındık vardır. Kendi başına bir yerde biter, büyür onun kabukları çok kalındır, dişle ya da elle kırmak mümkün değildir.
Tarımı zor bir üründür dememizin sebebinden birazcık bahsetmek istiyorum. Fındıklar toplanıp ürünler kaldırıldıktan sonra, bahçeler yaprakları kurur güz döneminde ocakların diplerinden o işi bilen ziraatçılar küçük körpe fidanları kökünden çekerek topluca toprağa kökünden tekrar gömerler, buna kökleme deniliyor. Fidancıklar uçlarından makasla kesilir ve baharın gelmesi beklenir.
Fındık böcekleri
Baharda fidancıklar filizlenmeye başlayınca, acaba aralarında kuruyup işe yaramayanlar var mı diye bakılır ve onlar ayıklanır. Dikilecek arazi hazırlanır, çukurlar açılır, gübrelenir ve her çukura altı ya da sekiz fidancık olacak şekilde yerleştirilir. Sonra yüzeyleri toprakla kapatılır, büyüdüklerinde dallar birbirine sürtmemesi gerektiği hesap edilerek böylece bahçe oluşturulur. Bakımları çok özen ister, ancak beşinci yıldan sonra ürün vermeye başlar.
Baharda dallar filizlenip yeşermeye, yaprakları açıp büyümeye başlar. Aynı zamanda fındık doğumu da o aylarda yani nisan- mayıs aylarında başlamış olur. Karadeniz bölgesi çok yağış aldığından, bahçeler hem yabani otlarla, hem de diken vs. ile doludur. Fındık büyümeye başlarken, kabukları sertleşmeden daha yumuşakken fındık böcekleri gelir, fındığı deler ve yumurtalarını içine bırakarak o fındığı çürütmüş olurlar. Bu durum hem fındığın kalitesini hem de randımanını düşürmüş olur, dolayısıyla bunu önlemek için bahçeler önce ilaçlanır, sonra gübrelenir, altındaki yabani otlar da temizlendikten sonra olgunlaşması beklenir.
Ağustosun ilk haftasında sahillerden başlamak üzere, ağustos sonuna kadar bahçelerin rakımına göre olgunlaşma tamamlanır ve fındık hasadı başlamış olur. Zamanla toplanmayan fındığı, hayvanlar çok sevdiğinden domuz, sincap, porsuk, karga vs. birçok hayvan ya fındığın alta dökülenini yer ya da yuvalarına taşıyıp kışın yemek üzere stok yaparlar.
Fındığın toplanması
Sabah erkenden güneş doğmadan bahçeye girilir, fındık olgunlaşmışsa dallar teker teker gençler tarafından sallanarak uygun fındıklar alta dökülür. Sonra da kalan fındıklar dallar eğilerek dalın dibinden ucuna doğru önce alttan sonra dalın üstüne de bakılarak toplanıp yerine bırakılır. Hava güneşli ya da serinken fındık toplamak çok rahat olur, ancak yağmurlu havada gerçekten bir eziyete dönüşebilir.
Bahçeden toplanan fındıklar çuvallara doldurulup, ağzı bağlanır, sırtla ya da araçlarla taşınarak harman yerlerine boşaltılır. Toplama işi tamamen bittikten sonra harmana serilen talaşlı fındıklar, tırmıkla ara ara karıştırılır. Birkaç gün bekletildikten sonra patoz diye tabir edilen makinalara konulup dış kabuğundan ve tozlarından ayıklanır.
O çuvallar taşınıp, beton zemin ya da temiz bir zemine tekrar serilerek yine tırmıklarla karıştırılıp, güneşli havada en az üç gün kurutulur. Sonra karıştırılarak kontrol edilir. Kuruduğundan emin olunca tekrar çuvallara konup satılmaya hazır hale getirilir. Toplanıp, kurutulup, çuvallanıp, satılacak hale gelişi yaklaşık 40 gün civarı zaman alır.
Herkesin umudu
Evlenecek gençler, borcu olan kişiler bütün ümitlerini o yılki fındığa bağlamışlardır. Eğer fındık olursa işler iyi olur. Devlet taban fiyat uygulamasını açıklandıktan sonra, vatandaş iyi bir fiyata satmak için uygun zamanı gözetler. Fındık kırma fabrikalarında ya da atölyelerinde dış sert kabuğundan ayıklanan kısım fırınlarda kurutularak temizlenir ve genellikle paketlenip ihraç edilmek üzere satılır.
Kurutmak için serilen fındıkların üzerine tekrar oturulup elle karıştırılarak, makinede kırılmış ya da içi kararmış olan fındıkların ayıklanmasından hiç bahsetmedim bile. Bütün bunlar dikkate alındığında fındığın ne kadar zor bir tarım olduğu kısaca anlaşılmıştır sanırım.
Güzün yapraklar kuruyup döküldükten sonra, fındık ocakları bahçeler teker teker gezilerek kurumuş ve yaşlı dallar kesilerek ayıklanır, genç dallar bırakılır, tekrar o güneş fındık versin diye ocağın aralarında ve dışlarındaki kısım, tamir edilen çubuklar kesilerek seneye fındık vermek üzere hazır hale getirilir. Bahçeler mümkünse hayvan gübresi ile ya da zirai gübre ile gübrelenir. Ocakların etrafı çapalanır, gübre, güzün ve baharda olmak üzere iki kez atılır. Bahçelerin yerinde olması fındık vermeye hazır olması sağlanır.
Karadenizli çilekeştir
Benim babam rahmetlinin ortalama 20 dönüm yeri vardı. Biz beş kardeşiz her birimize dörder dönüm yer düşüyor, dört dönüm karın doyurur mu? Duyurmaz. İşte bunun için insanlar köyleri terk ediyorlar. Türkiye’de İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa’da en çok Karadenizliler vardır. Avrupa’da da dünyanın her tarafında da Karadenizliler çoktur. Tabii Karadeniz’de toprak darlığından dolayı en çok göç veren illerin başında Trabzon gelir. Trabzon’un insanları girişkendir, çalışkandır fakat karnı doymayınca mecburen büyükşehirlere yani İstanbul, Ankara gibi şehirlere göç etmek zorunda kalmışlardır.
Karadeniz insanı çok çilekeştir. Özellikle kadınların çektikleri çileyi anlatamam. Mesela Giresun’un Eynesil ilçesi var, oradan köyüme gidip gelirken yollarda bazı kadınlar görürdüm. Denizin kenarında kumu alırlar, kürekle kendi sırtlarındaki sepetlere yükleyip yolun kenarına dökerler, ihtiyacı olanlara bu kumları satarlar. Ne yapsınlar? O para çocuklarına ekmek parası oluyor yahut okul harçlığı oluyor. Yani Karadeniz kadınlarının çok çalışkan olduğunun çarpıcı bir örneğidir bu.
Karadeniz kadının çilesini anlatabilmek için size bir de şunu anlatayım. Annemle beraber değirmene mısır öğütmeye giderdik. Akşamdan sopaların başına çaput sarar onu gaz yağına batırıp hazırlardık. Gün doğmadan evden çıktığımız için onları yakarak meşale yapardık. Birer torba mısırı sırtımıza yüklenir yollara düşerdik.
Mısırımızı un haline getirdikten sonra tekrar yüklenip 3 km yokuş yukarı geri dönerdik. Üç beş tane meşale kullanmış olurduk ama yavaş yavaş gün de ağarmaya başlardı. Yorgun argın köyümüze geri dönerdik. Annemin çocukları vardı, hayvanları vardı, işleri vardı, hangi biriyle ilgilensin. Velhasıl gündüz çok işi vardı. Onlara zaman ayırmak için gece de bu işleri yapması gerekiyordu. Köy yerinde bütün kadınların durumu hemen hemen böyleydi.
Çam dalları
İlkokuldan önce çok zor bir hayat yaşadım. Beş kardeşin en büyüğüydüm. Köyde fındığımız vardı, çok fazla olmasa da. Mısır ekerdik, biraz başka şeyler de ekerdik tabi… Efendime söyleyeyim çobanlık yapardım; birkaç tane hayvanımız vardı. Yani iş çoktu, hiç işsiz kalmazdık, sürekli çalışırdık kazanmak için, karnımızı doyurmak için zor şartlarda.
Karadeniz’de genellikle yaylacılık vardır. Yaylaya çıkılır, yazın altı ay yaklaşık olarak yaylada kalınır, sonra tekrar aşağıya köye inilir. Bizim yaylamızın adı Ağaçbaşı Yaylası idi. Yaklaşık 1800 rakımlı, köyümüze 25-30 km uzaklıktadır. Fındıklar olgunlaşıp mısırlar da büyüyene kadar yaylaya çıkardık. Orada basit evlerimiz vardı; iki gözlü… Bir tarafında yatar kalkar, diğer tarafına da ineklerimizi bağlardık. O şekilde günlerimiz geçerdi. Tabi şimdi ekonomik durum geliştikçe insanlar yaylaya çok katlı gayet mükemmel evler yapmışlar.
Annem bizi kardeşler olarak babaanneme teslim eder, sonra da kendisi köye iner, köydeki işleri düzenlerdi. Bense kardeşlerimin başında kalırdım. Babaannemle evlerimiz çok yakındı. O ineklerimizi sağar, sütünü bana teslim ederdi. Ben de onu pişirip yoğurt yapar sonra da süzme yoğurda çevirip anneme götürürdüm. Bazen de tereyağı yapardık. O şekilde yaylada çocukluğumuz geçerdi.
Mayıs sonu Haziran başında yaylaya çıkardık, Ekime kadar yaylada kalırdık. Yaylada havalar ısındığında Perşembe günleri kurulan Agaçbaşı Pazarına kardeşlerimle beraber giderdik. Aylarca erimemiş karların temiz taraflarını alıp, onunla bir kazanda güzel bir limonata yapardım. Toz halinde portakal ve limon aromalarım yanımda olurdu tabi.
Pazardaki müşterilere bağırırdık; “Buz gibi limonata! 32 dişi titretiyor! Bakın bir deneyin ne kadar güzel! Buz gibi limonata” diye… Kazanı birkaç defa doldurup boşaltırdık. Hatta bayağı bir para kazanırdık. O parayla kardeşlerimizle pazardan ihtiyacımız olan şeyleri alır, eve de birkaç parça öteberi alırdık.
Yaylanın hatırımda kalan en sevdiğim diğer yönleri; ormana odun toplamaya gitmek, mantar toplamak ve çam ağaçlarından çamsakızı elde etmekti. Fırsat buldukça işi bilenlerle alabalık tutmaya giderdik. Bir de evimizin altına sermek için çam dalları kırar, onlarla yatağımızın altını kaplardık. Biz ona tür derdik, çok güzel kokardı. Onun üzerine akşam yataklarımızı serer, sabah olunca tekrar toparlardık.
Pamuk doğunca
En küçük kız kardeşim Pamuk’un dünyaya geldiği zamanı hatırlıyorum. Ben o yaz yaylada kardeşlerimin yanında yaylacılık yapıyordum. Annemin kız kardeşimi dünyaya getirdiğini duydum. Biraz süzme yoğurt yapmıştım, bahçeden biraz da taze lahana topladım; biz ona pancar da deriz, karalahanadır aslında… Bunları yüklendim anneme sürpriz yapmak için, kardeşlerimi babaanneme emanet ederek Emine Polat Ablamla beraber sabah erkenden yola koyuldum. Akşam geç saatlerde aşağı köyümüze vardık.
Emine Ablanın bir keçisi vardı, o keçiyi bağlayarak tuttu, ben de arkadan sürdüm. O arada elimdeki yoğurt döküldü. Elbiselerim ayakkabımın içine kadar süzme yoğurt oldu. Biraz canım sıkılmıştı ama doğan kardeşimi görünce sevinçten unuttum. Çok sevimli bir bebekti. Kız kardeşimin kulağına ezanı ben okudum ve ismini koydum. Pamuk ismi babaannesinin ismiydi. Annemi de öptüm. “Allah hayırlı uğurlu eylesin, güzel bir kız oldu inşallah sana da faydası olur” dedim. Annem de mutlu oldu.
Geçmiş olsun dileklerimi ilettim ve ben tekrar geri yaylaya döndüm. Çünkü görevim oradaydı; yaz sonuna kadar en erken kış başlayana kadar yaylada kardeşlerimle kalmam gerekiyordu. Orada hiç boş zamanımız yoktu. Zaten köy hayatı Karadeniz’de böyle bir şeydir.
Not: Rüstem Kılıç Hocamızı anlatan Diyanet Tv programını izlemek için buyurunuz.
Rüstem Kılıç/ İrfanDunyamiz.com
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.