Pilavcı Orhan’ın hikayesi…

Sene 2002, tarihi Mihrimah Sultan Camii‘nin yanındaki sokakta tezgâhını besmele ile açtı Orhan. Yeni yuva kurmuştu ve hayli yüklü bir borcun altına girmişti ama olsun, Allah bir kolaylık verirdi elbet. Akşamüstü tezgâhına pilav ve ciğerleri koyarken -seyyar çaycılıkla başlayıp işi büyüterek seyyar pilav ve ciğer satmaya başlamıştı- ileride caminin karaltısında bir adam dikkatini çekti.

İnanılmaz derecede iri bir adam tuhaf hareketlerle eğilip kalkıyor ve garip bir şekilde sarsılıyordu. Cesaretini toplayarak fazlasıyla iri ve ürkütücü olan adama yaklaştı. İnsan azmanı adam elinde bir somun ekmek, hem ekmekten bir ısırık alıyor hem de sarsıla sarsıla ağlıyordu. Allah Allah, dedi içinden, bu koca adamı böyle aciz duruma düşüren şey ne ola ki?

Derdi ne ola ki

Adama yavaşça yaklaştı; “Abi Allah’ını seversen ne oldu yahu, derdin ne?” dedi. Adam ağlamaktan kızarmış gözleriyle öyle acı acı baktı ki Orhan bir an şaşaladı. Boğazında lokması, gözünde yaşı öylece kaskatı kalakalmıştı. Orhan; “Abi versene sen şunu” dedi ve adamın elindeki ekmeği aldı, içine bolca ciğer koydu. Bir de demli çay getirip adama geri verdi.

Adam boynu bükük hıçkıra hıçkıra karnını doyurdu, çayını içti. Sonra biraz sakinleşip anlatabildi durumu. Cezaevinden yeni çıkmıştı, hiç parası yoktu. Son parasını cezaevinden bir arkadaşını bulmak ve onun çalıştığı taş ocağında çalışabilmek için harcamıştı. Ancak arkadaşını bulamamış, işe de girememişti. Şimdiyse İstanbul’un ortasında Üsküdar’da tarihi Mihrimah Sultan Camii‘inin avlusunda çaresizce bekliyordu.

Biraz sohbet ettiler. İstanbul’da iş bulamamıştı, kalacak yeri de yoktu. Ah bir memleketine gidebilse başının çaresine bakabilirdi aslında. Üstelik evliydi ve eşi de dört gözle, özlemle onu bekliyordu. Orhan cebine baktı, iki bozuk paradan başka bir kuruşu yoktu. İşin aslı o da borç içinde yüzüyordu. Adama; “Dur biraz Allah kerim” dedi.

Gerçekten bir iki derken müşteriler yavaş yavaş gelmeye başlamıştı. 3-4 saat içinde adamın yol parasını çıkaracak kadar satış yaptılar. Bizzat Orhan adamı Harem Otogar‘a götürdü, biletini aldı ve cebine bir miktar harçlık koydu. İki metrelik adam yere göğe sığamıyor, nasıl teşekkür edeceğini bilemiyordu. Sadece; “Arkadaş, Allah razı olsun” diyebilmişti. Bir de kemiklerini acıtacak kadar kuvvetli sarılmıştı pilavcı Orhan’a.

Derin bir sessizlik

O zamanlar cep telefonu herkeste yoktu. Bu yüzden Orhan adamın ev telefonunu almayı ihmal etmiyor. Ertesi gün adamın evini arıyor, sağ salim ulaştı mı yuvasına diye. Adamın eşi çıkıyor telefona. Kadın; “Kocam sizden bahsetti, Allah razı olsun” diyor. Orhan; “Yenge, abimiz yeni çıktı hapisten, bir sıkıntınız var mı? Yapabileceğim bir şey var mı” diye soruyor.

Önce derin bir sessizlik oluyor, kadın bir iki yutkunuyor. Orhan kadının nasıl kıvrandığını yüzünü görür gibi hissediyor:-Yenge hepimiz insanız, dünya bu, her şey bizim için… Var mı yapabileceğim bir şey? Kadının sesi titreye titreye çıkıyor; “Kardeş, dolabımızda bir kara zeytin bile yok…”

“Tamam yengem ben anladım”, diyor Orhan, anladım. Telefonu kapatıyor ama ne yapacağını da bilemiyor. Bütün gün kafasında aynı ses yankılanıyor, “Bir kara zeytin bile yok!” İçi karışıyor, göğsü sıkışıyor ama onun da cebinde on parası yok ki! Bir yığın borcun altında, seyyar camekânda satacağı pilav ve ciğerle o borçları ödeme peşinde…

Eşiyle konuşuyor

Eve gidiyor, durumu eşine açıyor: “Benim bir şey yapmam, içimi rahatlatmam lazım ama elimden bir şey gelmiyor.” Onun bu hâlini gören, anlattıklarını dinleyen eşi biraz sonra elinde tiril tiril incecik bir bilezikle geliyor: “Canımın içi bende sadece bu var” diyor. Genç kadın kötü günler için sakladığı ve genç kızlığı sırasında biriktirdiği paralarla aldığı o incecik bileziği kocasına veriyor.

Orhan hiç düşünmeden bileziği bozdurup parasını adama gönderiyor. O iri adam, o kader kurbanı hayat yolunun iniş çıkışlarında daha sonra ne yaptı bilmiyoruz. Ama İstanbul’a ilk geldiğim 1998’de, asistanlık yıllarımda Orhan’ı seyyar bir arabada gece yarısı çay satarken tanımıştım. O nedenle benim telefonumda Orhan hâlâ “Çaycı Orhan” olarak kayıtlıdır. İlerleyen yıllarda da seyyar bir arabada onu ciğer-pilav satarken gördüm.

Bugün ise Orhan, Üsküdar Mihrimah Sultan Camii‘nin yanında hayat yolculuğuna alt katta muazzam bir restoran ve üst katta boğaz manzaralı müthiş bir kafeterya sahibi olarak devam ediyor. O yılları anarken ikimizin de gözü yaşarıyor. O koskoca 20 yıl nasıl da su gibi akıp geçmiş!

Bir kez daha anlıyorum ki hayat dostlarla güzel… Önce, Üsküdar‘a yolunuz düşerse Aziz Mahmud Hüdayi’yi ziyaret ettikten sonra “ORHAN PİLAV“a da bir uğrayıp muhabbetle pişen yemeklerinden tadın diyeyim. İkinci olarak ise; hayat zaten şaka gibi geçiyor be kardeşim… İyilik yapmalı, bolca hayır dua almalı… Son söz Ahmet Celaleddin Dede’den: “Cümle halk ehl-i sefer, âlem misafirhanedir.” Bu misafirliğin hakkını verenlere selam olsun.

Dr. Faruk Öndağ/ İrfanDunyamiz.com

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair çok güzel yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Selât-ü selam hassasiyeti…

Yüce Allah, Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem’in kendi katındaki değerinden dolayı ona salat-ü selam …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.