Vakfıkebir’deki Kur’an kursunda okurken bir gün kursun kapısına yukarı köyden bir adam geldi. “Ben su arkı kazdırmak istiyorum, kazabilecek birisi var mı içinizde?” diye sorunca ben hemen atladım; “Bu işi ben yaparım amca” dedim. “Tamam, sen gel “ dedi, beni aldı yürüyerek beraberce köyüne gittik. Aldım elime kazmayı, kazmaya başladım… Tek başımayım, yardım eden kimse de yok.
Adam; “Şu derinlikte olacak, şu genişlikte olacak, şuradan başlayacaksın, şuraya kadar” diyerek bana talimat veriyordu. Ora senin bura benim derken sabahtan akşama kadar kazdım. Adamın istediği gibi yayayım derken iyice yoruldum, tabir yerindeyse canım çıktı. Kursa geldikten sonra bir baktım ellerim su toplamış. Birkaç gün sonra patladı, öyle acı duydum ki bir haftada belki zor iyileşti.
Yani adamın verdiği para çok bir para değildi ama yine de çok sevindirmişti beni. O parayla da sanıyorum dört tane çorap aldım, bir kısmı ile de bakkaldan içecek, gazoz ve yiyecek bir şeyler aldım. Hem karnımı doyurdum hem de mutlu oldum çocuk aklımla. Şimdiki nesiller böyle zorlukları pek yaşamadığı için paranın nasıl kazanıldığını bilmiyor ve parasını çarçur edebiliyor. Kazma, tutmamış, kürek tutmamış insanlar zaten bunun ne kadar zor olduğunu bile anlamazlar.
Yine bir macera
Yine Vakfıkebir’deki bir hatıramı anlatayım. Bir Pazar günüydü. Bir kamyon şoförü vardı; kamyonu bizim kursun önünde dururdu. Bize; “Giresun’un Eynesil ilçesinden kum, çakıl yükleyip getirmek istiyorum. Bana yardım ederseniz harçlığınızı veririm. 5- 6 kişi gelin beraber gidelim” dedi. Bir akşamüstüydü, biz de 5- 6 kişi olduk sanıyorum, birkaç tanesi benim kendi köyden arkadaşlarımdı, beraberce arabaya bindik.
Ben şoför mahalline oturdum. Adamın ayakkabısı bile yok, böyle umursamaz, pejmürde bir adamdı. Kamyonu da dökülüyordu. Sadece lambaları yanıyor, farları falan da bir garipti. Beraberce dediği yere gittik, paletleri serdik. Deniz kenarına kadar kamyonuyla yaklaştı. Derken biz arkadaşlarla denizin hemen kenarında kum ve çakıl yığınları oluşturduk.
Onları tam arabaya yükleyelim derken birden bir rüzgâr çıktı… Deniz de dalgalanmaya başladı. Dalgalar kabardıkça kabardı ve bizim yaptığımız kum ve çakılları bir anda aldı götürdü. Sonra rüzgâr devam ettiği için biz arabanın kabininde beklemek zorunda kaldık.
Adama; “Yahu amca saat bayağı geç oldu, yarın dersimiz var, gidelim, geç kaldık para da istemiyoruz” dedik. Adam; “Hayır dönemeyiz, buraya kadar geldik, bir sürü mazot yaktık. Belki rüzgâr durur tekrar yeni baştan arabayı yükler öyle gideriz, boş gidemeyiz” demesin mi?
Sonra iyice ortam kızıştı, birbirimize bağırmaya başladık… Arkadaş; “Artık sabaha yakın oldu, gidelim, daha bekleyemeyiz. Rüzgâr durmayacak belli. Hadi artık bizi götür. Yoksa biz iniyoruz yoldan geçen arabaların üstüne binip, gideceğiz” dedi. Sonra neyse ki adam insafa geldi de bizi Vakfıkebir’e geri götürdü.
Döndüğümüzde açlıktan ölüyorduk neredeyse… Baktık fırınlar ekmekleri çıkarmışlar, ekmeğin kokusu geliyor. Biliyorsunuz Vakfıkebir büyük ekmeklerin başkentidir. Beş kiloluk ekmekler pişer, çok da güzel çıtır çıtır olur. Herkes oradan geçerken durur, mutlaka Vakfıkebir ekmeğinden alır şehirlerarası yoluna öyle devam eder… Buradan gidenler hediye olarak bu ekmeklerden götürür.
Cebimizde doğru dürüst paramız da yoktu. Neyse kamyoncudan 2,50 lira koparmıştık. 2.30 liraya bir ekmek aldık ve ekmeği paylaşarak karnımızı doyurduk. Ekmek çok tatlı gelmişti bize. İnsan yorgunken ve açken yavan ekmek bile dünyanın en güzel gıdası gibi oluyor. Böyle zamanlarda yenilen ekmeğin tadı bir daha unutulamıyor.
Aman abi!
Sonra kursa gizlice girip yatağımıza yattık. Tabi sabahleyin rahmetli Mehmet Abi başkanımız -bizden çok yaşlı, evli, barklı adam- isimlerimizi okudu. Namazdan sonra; “Falanca falanca falanca talebeler yanıma gelsin” dedi. “Eyvah! Demek ki bizi fark etti. Bakalım nasıl cezalandıracak” diye endişelendik.
Mehmet Abi’nin yanına vardık. “Siz bu gece yatağınızda yoktunuz nerede olduğunuzu söyleyeceksiniz ama yine de Ziya Hoca’ya İsimlerinizi vereceğim onun karşısına çıkacaksınız” dedi. Biz; Aman Abi ne yapıyorsun? Biz Hocanın karşısına çıkarsak yanarız, kurs hayatımız biter, yapma etme!” dedik. O da bize; “Bir yolu var, bana iki paket Samsun sigarası alırsanız bu işten kurtulursunuz” dedi. Bir arkadaştan borç para aldık; sonra beraber ödemek üzere, sigarayı aldık ve Mehmet Abi’ye vererek bu sıkıntıyı da böylece bertaraf etmiş olduk.
Mehmet Abi çok zengin bir ailenin çocuğuydu. Vakfıkebir Çarşıbaşı Nahiyesi’nin bir köyündendi ve bir gün köyüne bizi de götürmüştü. Bir kamyon odun kesilmişti, o odunu yüklenip kursun kapısına getirip yıktığımızı hatırlıyorum. Kendisi çok şişman bir abimizdi. Trabzon İmam Hatipte okurken bir gün çarşıda denk geldik, görüştük. Sonra da rahmetli olduğunu duydum, mekânı cennet olsun. Allah taksiratlarını affetsin.
Kurstan mezun olduk
Bir gün geldi, baktık dört sene bitmiş. Derslerimizde bitirmişiz, Hocamız bize dedi ki: “Artık icazet alacaksınız. İcazet Töreni için bir sarık, bir cübbe hazırlamanız gerekir. Size bir kolaylık şöyleyim mi? Malzemesini kendiniz alıp yapabilirseniz, çok daha ucuza gelir. Gerçi cübbeyi dikemezsiniz ama sarığınızı yapabilirsiniz.” Biz sarık malzemelerimizi aldık, bilen bir arkadaşımızın yardımıyla kartonları yapıştırıp üzerine kumaşlarını geçirerek her birimiz kendi sarığımızı elde etmiş olduk. Gayet de ucuza mal oldu.
Hocamız bize Kur’an-ı Kerim’den ilgili ayetleri ve hadis-i şerifleri vererek mevzu üzerine çalışıp, bir Cuma günü kürsüye çıkıp camide gelen cemaate vaaz etmemizi istedi. Biz de heyecanla iki hafta o mevzuyu çalışıp kendimize göre hazır olduktan sonra, günümüz geldiğinde kürsüye çıkıp cemaatin karşısında çok büyük bir heyecan duyarak vaaz ettik.
Vakfıkebir’de 1970’te başlayıp 1974’te biten beş senelik eğitimimizden sonra tabi çok kalabalık olduğumuzdan dolayı hocamız merhum Hacı Ziya Efendi bize kendi el yazısıyla icazet yazamadı. Biz de Vakfıkebir Müftülüğüne gittik. “Falanca oğlu falan isimli öğrencimiz Vakfıkebir Cami altı Kur’an Kursu’nda Kur’anı Kerim’i yüzünden okumayı öğrendiğinden ve bazı namaz surelerini ezberlediğinden dolayı bu belgeyi almaya hak kazanmıştır” diye elimize bir belge tutuşturdular.
Daha sonraları o günlerden kalan fotoğraflarla anıları tazelemek düştü bize. Bana ilginç gelen bir şey söyleyeyim. Benim şu anki boyum 1.85. Fakat köyde o hız çalışmadan dolayı boyum bir türlü uzamadı. Hatta Vakfıkebir’e gittiğimde orada Sabri Karakoç diye bir arkadaşım vardı, aynı yıl doğumluyuz… Onunla beraber takım elbiseli, kravatlı bir fotoğrafımız var, bakar bakar hayret ederim. O benden aşağı yukarı 20- 25 santim daha uzun görünüyor fotoğrafta. Ben 17 yaşından sonra çabucak boyattım ve Sabri ile aynı boya ulaştım. Daha sonra onu da geçtim.
Vakfıkebir’deki kursta üzerimde hakkı olan bazı hocalarımı da rahmetle anmak istiyorum. Bunlardan birisi benim de hemşerim olan Ketençukur Köyü’nden Şükrü Kahveci Hoca. Nam-ı diğer Şekeroğlundan Emsile, Bina okudum. Bulancak’ın bir köyünden Nafi Yılmaz Hoca’dan Maksut, Avamil, İzhar gibi dersleri okudum. Yine Yusuf Hoca, -Allah razı olsun- yaşlı birisiydi ama çok bilgili biriydi. Ziya Hocayı kıramayarak gelip bize yardımcı hocalık yapmıştı. Beni çağırırken; “Hafızım, Diyanet Reisi gel bakayım” derdi. Bir şey danışmak istediğim zaman hemen ona sorardım. Beni çok severdi. Yine Ahmet Olgun Hocaefendi’den Kur’an-ı Kerim kıraat dersleri aldık. Allah ondan razı olsun bütün yanlışlarımızı onun sayesinde düzelttik.
Rüstem Kılıç/ İrfanDunyamiz.com
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.