Çoban Abdulkadir’in daveti…

Günümüz âlimlerinden Seyda Muhammed el-Konyevi‘nin, dayısı Seyda İbrahim Faruki el-Belli, Mardin-Kızıltepe’de yaşamış ve 26 Şubat 2007 tarihinde ahirete irtihal etmiştir. Kendileri, yöre halkının çok sevdiği, bölgenin kanaat önderlerinden, ilmi ve güzel ahlakı ile insanlara rehber olmuş, fazilet sahibi bir âlim idi. Bir talebesi anlatıyor…

Seyda İbrahim Farukî Hazretleri yaşantısı ve ahlakı ile örnek bir insandı. Tepeden tırnağa, her şeyi ile Allah Resulüne benzemeye çalışan kâmil bir mümin, Peygamber varisi Rabbani bir âlimdi. Çok sade giyinir, yaşantısında sadeliğe önem verirdi. Cömertlik, hilim, yardımseverlik ve hassaten de tevazu gibi ahlaklardan bahsedilince bölge halkının aklına, ilk o gelirdi denilse mübalağa yapılmış olmaz.

Kimseyi ayıplamazdı. Bir baba gibi sevgi dolu ve yardımsever duruşundan mıdır yoksa insanı rahat ettiren o samimi ve sade halinden, içten bakışından mıdır bilinmez; herkesin hemen hemen her konuda danıştığı, başvurduğu, bir arada bulunmaya çalıştığı bir gönül insanıydı.

Bunlar, öylesine söylenmiş sözler değil, gerçekten de bir numune oluşundandır. Evet, tevazu sahibiydi ve dünyaya, dünyalığa, makam ve mevkiye de hiç mi hiç önem vermezdi. Onun bu özelliklerini bir nebze yansıtan meşhur bir hadise, herhalde onu tanımak isteyenlere bir fikir verecektir.

Seyda İbrahim Farukî’nin yaşadığı köyün, hemen bitişiğinde Ulaşlı adında bir köy vardı. Bu köyün halkı da Seyda İbrahim el-Farukî Hazretlerini çok sever ve her meselesini onunla istişare eder ve ona danıştıklarında da sözünden çıkmazlardı.

Bu köyün ileri gelenlerinden Hacı Eyüp, fırsat buldukça Seyda ile bir arada olmaya çalışan, sıkıntılı bir konu ile karşılaştığında ya da sorulması gereken bir konu olduğunda istişare ederek, danışarak hareket eden, Seyda’nın muhiblerinden bir kimseydi. Seyda Hazretleri de gerçekten onu çok severdi.

Çoban Abdulkadir’in daveti

Bir gün, Seyda’nın oğlu askerden henüz gelmişti ve çok sevinçliydi. Bunu duyan uzak yakın yerlerden, komşu köylerden insanlar, akın akın Seyda’yı ziyarete geliyor, sevincini paylaşıyor, mutluluğuna ortak oluyorlardı.

Kentleşmenin değiştirip dönüştüremediği Anadolu topraklarında halen böyledir. İnsanlar, iyi ve kötü günlerinde birbirlerinin yanında olur; birbirlerinin üzüntülerini kederlerini, mutluluk ve sevinçlerini paylaşırlar.

Bu sırada, komşu köyün, yani Hacı Eyüp efendinin köyünün sığır çobanı (bölge dilinde ‘gavan’) olan Abdulkadir de Seyda’yı ziyarete geldi. Kendisi çok fakirdi ve köyün kenarında, harabe sayılacak bir evde yaşardı. Maddi durumu hiç iyi olmayan bu kardeşimizin elbiseleri, eski ve yırtıktı. O da Seyda’yı sevenlerdendi. Seven sevdiğini misafir etmek, ona ikramda bulunarak fedakârlık yapmak isterdi.

Abdulkadir Efendi büyük bir heyecanla Seyda İbrahim Hazretlerini evine yemeğe davet etti: “Seyda, siz ve asker oğlunuz bize gelin, benim sadece bir koyunum var. Onu da kesecem yemek yapacam size. Lütfen gelin. Bizi geri çevirmeyin…” diye ısrar etti.

Seyda meşrep olarak kimseyi kırmayan, incitmeyen, sünneti Rasulullah gereği, kendisine yapılan davetleri geri çevirmeyen bir insandı. Kimin bir sevinci ya da üzüntüsü varsa ilk koşan da hep o olurdu. Âlim olmanın sosyal bir gereği idi bu… İnsanların arasına karışmasalar, onlar da sormazsa kim onları hak ve hakikate irşad edebilir, doğruyu anlatabilirdi ki?

Seyda geleceğini söyledi. Fakat koyunu kesmemesini de ısrarla belirtti. Abdulkadir’in durumu zaten iyi değildi ve ekonomik hayatın hayvancılığa dayalı olduğu bu topraklarda tek sahip olduğu da o koyuncağızdı. Onu da baskın muhabbeti sebebiyle olsa gerek, çok sevdiği bu kıymetli insana ikram etmek istiyordu. Seyda buna razı gelmezdi ve ısrarla kesmemesini istedi. Abdulkadir hazırlık yapmak için yola çıkıp köyüne gitti.

Seyda Çoban Abdulkadir’i tercih ediyor

Vakit bir hayli ilerlemiş, akşam yaklaşmıştı. Seyda ile askerden gelen oğlu, çoban Abdulkadir’in davetine gitmeye hazırlanırken, aniden kapıya bir araba yaklaştı ve arabadan yakışıklı, gayet şık giyinmiş bir delikanlı inerek Seyda ile görüşmek istediğini söyledi.
Meğer bu genç, çoban Abdulkadir’in de yaşadığı komşu köy Ulaşlı’dan, Hacı Eyüp Efendi’nin oğluymuş. Babasının, köyodasında yörenin ileri gelenlerinin de bulunduğu bir topluluğa ziyafet verdiğini ve Seyda’nın da bu ziyafete katılarak kendilerini onurlandırmasını istediği, mesajını iletti Seyda’ya…

Seyda bir süre durdu ve delikanlıya dedi ki: “Evladım, git babana söyle. Eğer bu ülkenin başkanının daveti ile senin babanın daveti çakışsaydı, senin babanı tercih ederdim. Ama senin babanın ve köyün çobanının daveti çakıştı. Bu halde, bizim Çoban Abdulkadir’in davetine icabet etmemiz lazımdır. Yoksa kendisinin fakir olduğundan, ona değer vermediğimizi düşünür. Allah korusun, bu, hem bizim için hem de onun için büyük bir tehlikedir.”

Delikanlı, gidecekleri yere kadar arabasıyla götürmek istediğini söylemesine rağmen, Seyda kabul etmeyerek, yanına evladını da alarak, iki köy arasında bulunan dereden yayan geçip Abdulkadir’in evine misafir oldu.

O gerçekten gönlü zengin ama maddi manada yoksul bir kimseydi. Evi kerpiçten, toprak bir evdi. Fazla bir eşyası da yoktu. Sadece yere serilmiş, muhtelif yerlerinden yamanmış, eski bir Antep kilimi ve bu kilimin kenarlarına konulmuş bir kaç tane yastık… Sadece bu kadar…

Çoban Abdulkadir’in evindeki ziyafet

Seyda, kendisi için serilmiş bir seccadenin üzerine yere bağdaş kurarak oturdu ve ay gibi çehresinin içinden dışarı süzülen ışıl ışıl parlayan gözleri ile Abdulkadir’in yüzüne doğru bakarak, “Maşaallah, senin evin ne kadar güzeldir, tıpkı sahabe efendilerimizin evi gibi. Ne güzeldir!” Dedi.

Abdulkadir, sevincinden ne yapacağını şaşırmış, sofrayı hazır etmek için sağa sola koşturuyordu. Aile efradı, dışarıda ateş yakmışlar ve büyük bir kazanda yemek pişiriyorlardı.

Orada bunlar olurken, Hacı Eyüp Efendi’nin oğlu da eve varır varmaz, olanları babasına ve orada bulunanlara aktarıyordu. Seyda, hayatının her sahasında örnek almaya çalıştığı Fahr-i Kâinat Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme bu hususta da mutabaat etmiş, fakiri, zengine tercih ederek, Çoban Abdulkadir’in evine gitmişti.

Oysa Hacı Eyüp’ün evine gelenler de Seyda için gelmişlerdi. Seyda’nın icabet edememesini ve sebebini öğrenince aynı anda karar aldılar ve toplu halde Abdulkadir’in evine doğru yollara döküldüler.

Tüm köy odasında bulunan ve o bölgenin ağaları sayılan bu kimseler, Çoban Abdulkadir’in evine, Seyda’nın yanına geldiler. Belki de bu insanların çoğu Abdulkadir’in evini de bilmez, hayatta gelmezlerdi de. “Nede olsa fakirdir” ve belki “Yiyecek ekmeği de yoktur” diye düşünürlerdi.

Ama bu insanların hepsi Seyda için oraya gelerek, ziyaret ettikten sonra, o yamalı kilimin üzerine diz kırıp oturdular. Çok sıcak ve anlamlı bir sohbet ortamı oluştu.

Derken, yemekler geldi. Yemekler denildiyse ortada sadece bir çeşit yemek vardı. O da Abdulkadir’in kesmiş olduğu koyundan; güzel bir et haşlaması yapılmış, üzerine azıcık sos dökülmüştü. Yanına da tandır ekmeği konmuş, büyükçe tepsi gibi iki kapta servis edilmişti.

turbesi

Fakiri tercih, İkram-ı İlahi’yi davet ediyor

Sofrayı hazırladıktan sonra, usulca Seyda’ya dönüp “Seyda’m buyurun” diyerek yemeğe başlamalarını istedi Abdulkadir. Seyda’nın yemekten ilk lokmasıyla beraber, tüm davetsiz misafirler de yemeye başladılar…

Abdulkadir, hem sevinçli hem mahcup hem de endişeliydi. İki endişesi vardı. Birincisi “Acaba bu sofra Seyda’ya layık oldu muydu? Yemeğin tadını beğenirler miydi?” İkincisi de “Hesapta olmayan bu kadar misafire, acaba bu kadar yemek yeterli olur muydu?”

O böyle endişe ederken, herkes doyasıya yedi. Ama gerçekten gözle görülür iki harika vardı ortada. Birincisi, herkes ağız birliği etmişçesine, daha önce böyle lezzetli bir yemek yemediklerini söylüyorlardı. İkincisi ise yenilen onca yemekten sonra, sofradan hiç bir şeyin eksilmemiş olmasıydı.

Herkesin hayretler içinde şahitlik ettiği bu manzaranın sonrasında, Seyda, “Yemeğimizin bu kadar güzel ve bereketli olması, Allah’ın bir fazl u keremidir” diyerek şükretti. Daha sonra, akşam ezanıyla birlikte Seyda ile beraber herkes, camiye doğru yola çıktılar ve o geceki davet de böylece bitmiş oldu.

Daha sonra, Abdulkadir’in şöyle söylediğini işittik: “Vallahi, o yemekten tüm köye dağıttık da ancak bitirebildik.”

Kaynak: Gülistan Dergisi

İrfanDunyamiz.com

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Firavun’un ilahlık iddiası…

Kibirlenmek, büyüklük taslamak, ayetlere karşı aldırışsız davranmak, hakikate kulak tıkamak da fısktır. Kibirlenmek (istikbar); büyüklük gösterisinde …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.