Müslüman ölümle barışıktır…

Ölüm hakikatinin elbette insanı ürperten bir yanı vardır. Fakat insanların ölüme bakışları farklı farklıdır. Dünyaya haddinden fazla bağlanmış olanlar için ölüm, sevdiklerinden ve sahip olduklarını sandıkları şeylerden ayrılmak anlamına geldiği için ürkütücü bir durumdur. Hayatı ve ölümü takdirin işleri olarak görenler için ise ölüm, Mevla’nın bir kaderidir. Onlar; “Öldüren de yaşatan da O’dur.” (Necm, 44) hakikatini benliklerinde hissederek ölüm düşüncesi ile barışık yaşarlar.

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya, 35) ayet-i kerimesinde ifade edildiği üzere ölüm hakikatinden kaçış yoktur. Madem ölümü öldürmek mümkün değildir öyleyse en mantıklı yol ölümü hesaba katarak yaşamaktır. Ölüm korkusu ile hayatı mahvetmek yerine ölüm tefekkürü ile hayatı daha anlamlı kılmak elimizdedir.

Ölümü unutma

Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem’e; “İnsanların en akıllısı kimdir?” diye sorulduğunda; “Ölümü en çok hatırlayanlar ve ölümden sonrası için en güzel şekilde hazırlananlardır” buyurmuştur. (İbn-i Mâce, Zühd, 31) Çünkü ölümü düşünen insan yaptıklarından dolayı bir gün hesap vereceğini bildiği için akıllı hareket eden insandır. Ölümü düşünmeyenler ise “gel keyfim gel, vur patlasın çal oynasın” tarzında bir hayatı benimseyebilirler. Hayatı oyun eğlenceden ibaret zannedebilirler.  

Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem her fırsatta insanlara ölümü hatırlatmış ve ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı bir kalp zayıflığı olarak değerlendirmiştir. Kalplerdeki “vehn” adı verilen bir zaaftan bahsetmiş ve onu şöyle tanımlamıştır: “Hayata/ dünyalığa olan aşırı tutkunuz ve ölümden (Allah’a kavuşmaktan) hoşlanmamanızdır.” (Ahmed, Müsned, c.V, s.278)

Ebû Zer radıyellahu anh’tan rivayet edilen bir diğer hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz ölümü unutmamamız için şu tavsiyelerde bulunmuştur: “Kabirleri ziyaret et ki, bu sayede ahireti hatırlayasın. Ölü yıka! Çünkü cansız bir bedene dokunmak çok tesirli bir öğüttür. Cenaze namazlarına iştirak et, belki sana bir hüzün çöker. Hüzünlü kimseler de kıyamet gününde Allah Teâlâ’nın gölgesinde bulunacaklardır.” (El Hâkim, El Müstedrek, IV, 330)

İslam medeniyeti

Medeniyet perspektifinden bakıldığında şunu söyleyebiliriz ki İslam şehirleri ölümle barışık insanların yurdudur. Onun için medeniyetimizde bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi kabirlerle aramıza mesafe koymak ve araya kocaman duvarlar örmek yoktur. İslam şehirlerinde insanlar bir yerden bir yere giderken mutlaka mezarlıklardan geçer ve geçerken de Fatiha okurlar. Şehrin tam merkezinde camiler yer alır ve onların hazirelerinde genellikle âlimlerin, mutasavvıfların ve o şehre hizmet etmiş olan yöneticilerin kabirleri bulunur.

İslam medeniyetinde heykel sanatına sıcak bakılmamakla birlikte mezar taşı işleme sanatı gelişmiştir. Bunda mezar taşlarının birer öğütçü olarak görülmesinin etkisi büyüktür. Nitekim “Ölüm sessizliğine bürünmüş her mezar taşı, lisân-ı hâl ile konuşan ateşli bir nasihatçidir. Kabristanların şehir içlerinde, yol kenarlarında ve câmî avlularında tesis edilmiş olması, bir nevî fiilî tefekkür-i mevt yâni ölümü düşünüp dünyâyı ona göre tanzim etmek içindir.” (Osman Nuri Topbaş, Son Nefes, s. 11)

Mutasavvıfların ölüme bakışlarında ise bir nahiflik dikkat çeker. Ölümsüz Olan ile dostluk kurmayı başaran bir insan için ölüm artık bambaşka bir anlama bürünür. Ebubekir Şibli kuddise sirruhu ile ilgili olarak anlatılan şu hadise sufilerin ölüme bakışını yansıtmaktadır. Naklederler ki bir gün zar-ü zar ağlayan birini görmüş ve “Niçin ağlıyorsun böyle” diye sormuş. Adam; “Bir dostum vardı öldü” deyince Şiblî demiş ki: “Be hey cahil adam! Niçin ölen birini dost ediniyorsun. (Ölümsüz birini dost edinsene.)” (Feridüddin Attar, Tezkireü’l – Evliya II, Ter: Süleyman Uludağ, İstanbul, 2002, s. 210)

Farz et ki öldün

Ölüm ve sonrasına dair süreçler Kur’an- ı Kerim ve hadis-i şeriflerle bildirilmiştir. Bu süreçlerden birincisi kabir hayatıdır. Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem;  “Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur.” (Tirmizî, Kıyamet, 26) buyurarak adeta kabir hayatını özetlemiştir. Ehl-i Sünnet itikadına göre; Münker ve Nekir’in kabirde ölüyü sorguya çekmesi haktır. Kabirde ruhun kulun cesedine iade edilmesi haktır. Kabrin sıkması ve azabı, haktır. Bu, bütün kâfirler ve âsi bazı mü’minler için olan şeydir. (Ebu Hanife, Fıkhu’l Ekber, 24; İbrahim Cücük, Delilleriyle Ehl-i Sünnet İtikadı, s. 610)

İlk dönemsufilerinden Muhasibi Türkçeye “Farz et ki öldün” başlığı ile çevrilen eserinde insanın kabre konulduktan sonra başına gelecek olan süreçlerden bahsetmektedir. Eser, bilgi vermek veya bir konuyu tartışmaktan ziyade nasihat etmeyi hedeflemektedir. Kitabın ilk bölümlerinde kabirdeki acı tablolardan, cehennemdeki korkunç manzaralardan bahseden Muhasibi, oldukça samimi ve içten bir üslupla adeta okuyucuyu gafletten kurtulmaya davet etmektedir. Mesela Kıyamet’i anlatırken; “O korku, titreme, dehşet, yalnızlık ve şaşkınlıktan evlat, baba, kardeş, eşi ve akrabalarının senden kaçtıkları, senin de hepsinden kaçtığın o anı düşün” şeklinde bir ifade kullanır. Sırat’ı anlatırken; “Şiddetli korku ve zayıf bedeninle sırat köprüsünün üzerinden geçişini düşün” diyerek okuyucuyu adeta ürpertir.

Her ne kadar insanoğlu ölüm hakikatiyle yüzleşmek istemese de Muhasibi bu eserinde ayetler ve hadisler çerçevesinde insanları ölüm gerçeği ile buluşturmaya gayret etmiştir. Eserde cehennem tasvirleri de oldukça ürpertici ve dikkat çekici bir şekilde yer almaktadır. Muhasibi cehennemliklerin dünyadayken içtikleri içeceklerin soğukluk ve lezzetini hatırlayacaklarını, yıkanmak ve serinlemek isteyeceklerini söyler. Bu acı sahneyi şöyle tasvir eder: “Serinlemek maksadıyla kızgın su havuzlarına koşarsın. Kızgın suya dalınca tepeden tırnağa bütün bedeninin derisi soyulur. Daha hafif olur ümidiyle bir daha ateşe koşarsın. Sonra yine ateşin yangını sana şiddetli gelince kaynar suya geri dönersin. Böylece ateşle kaynar su arasında mekik dokursun.” (Farzet ki Öldün, s.65)

Bu sözlerinden anlaşılmaktadır ki hiç kimsenin gitmek istemediği cehennemdeki gündelik hayat, kızgın havuz ve ateş arasında geçmektedir. Ne korkunç bir tablo, öyle değil mi? Bilhassa kul hakkı yiyenlerin, yeryüzünde kibirle gezenlerin, namazı terk edenlerin, faizle muamele edenlerin, şirke ve büyük günahlara dalanların bu tabloyu ibretle düşünmelerinde yarar vardır.

Yerli yerince

Burada; “Cehennem tasvirleri ile insanları korkutmak ne kadar doğrudur?” diye bir soru akla gelebilir. Hasan-ı Basrî Hazretleri kendisine gelip;Cehennem ve cehennem azabıyla bizi korkutup adeta kalplerimizi yerinden fırlayacak hale getiren kişilere karşı tavrımız nasıl olmalı?” diyen birisine şu cevabı vermiştir: “Seni böyle korkutarak selamete ve güvenliğe çıkaran kişilerle beraber olup dostluk kurman, sana selamette olduğunu söyleyerek korkulacak yerlere getiren kişilerle dostluk kurmandan daha iyidir.”(Ebû Nuaym, Hilyetü’l Evliyâ, II, 150; Hakikati Arayanlar İçin Kılavuz, s.132)

Muhasibi eserin ilerleyen bölümlerinde cennetteki güzellikleri tasvir etmekte ve oradaki nimetleri, köşkleri, sarayları adeta ballandırarak anlatmaktadır. Cennet ırmaklarından, zaferan bahçelerinden, Tûba gölgesindeki tatlı sohbetlerden, misk tepeciklerinden yayılan güzel kokulardan ve daha birçok cennet güzelliğinden bahsetmektedir.

Burada şu iki hususa dikkat çekmekte fayda vardır. Birinci olarak, bazılarının iddia ettiği gibi sufilerin cenneti küçümsemeleri söz konusu değildir. Nitekim Muhâsibî de Cennet nimetlerini küçümsememiş ve sayfalarca uzun uzun bu nimetleri anlatmıştır. Hem de ceylan gözlü hurilerin giydikleri elbiselere kadar detaylı bir anlatım vardır. Allah Teâlâ’nın kitabında ve Resulullah’ın hadislerinde ne vaat edilmişse Muhâsibî de bunları teşvik edici bir üslupla anlatmıştır.

İkinci olarak, sufiler daha çok cennet ile müjdeleme yöntemini tercih etmekle birlikte yerli yerince cehennem ile de korkutmanın faydalı olabileceğini düşünmüşlerdir. Muhâsibî’nin bu konudaki tavrına baktığımızda her ikisini de hakkını vererek anlattığını görüyoruz. Nitekim Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde cennet ve cehennem tasvirleri bir arada yapılmıştır. Sadece tozpembe bir cennet tasviri yapılmamıştır.

Aydın Başar/ Altınoluk Dergisi

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Abdullah bin Mes’ud gerçek bir kahramandı…

Elimizdeki kaynakların bildirdiğine göre Hazreti Dâvûd aleyhis selam, babasının en küçük oğludur ve çobanlık yapmaktadır. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.