Ömerler her devirde vardır….

Gönülden sevilen dostlar unutulmuyor. 1991 yılında Ankara’dan Rize’ye göç etmek zorunda kalmıştım. Rize’de kimseyi tanımıyordum. Başkent gibi büyük bir şehirden Rize gibi küçük bir şehre gitmiş, doğrusu başlangıçta orada çok sıkılmıştım.

Rize’ye varışımın ilk günlerinde uzun boylu bir gençle tanıştım. İsmi Süleyman’dı. Süleyman: “Biz ara sıra arkadaşlarla bir çay ocağında toplanıp sohbet ediyoruz, siz de katılır mısınız?” dedi. Bir gün sohbetlerine gittim. Hepsi de kültürlü insanlardı, dünyaya bakış açıları çok güzeldi. Kimseyi eleştirmeden kendilerini yetiştirmeye çalışıyorlardı.

Geylani Akan

Ham demir

Bu arada çok değerli bir insan olan Ömer Faruk Altıkaya ile tanıştım. Bir kıraathanesi vardı. Bu kardeşimiz daha önce Avrupa’ya gitmiş, oralarda çalışmış. 35 yaşındaydı, oldukça celalli bir insandı. Dinini çok seviyordu.

Bir gün yine İslâmî meseleleri konuştuktan sonra bana şöyle dedi: “Gel, Kuyumcular Çarşısı’nda gezelim.” Koluma girdi, beraberce yürüdük. “İçimden sana bir hediye almak geldi” dedi. “Hediyeye gerek yok; zaten çayını, kahveni içiyoruz” dedim. “Hayır, alacağım,” diye ısrar etti. “Sen bilirsin.”

“Sana bir kravat alacağım,” dedi ve ekledi: “Nasıl, benim konuşmalarımı beğeniyor musun?” Ben güldüm. “Niye gülüyorsun?” diye çıkıştı. Ona beklemediği bir cevap verdim: “Kusura bakma ama demirin ham.” Kaşlarını çattı: “Ne demek istiyorsun?”

Tavsiye istedi

“Ömer kardeşim; varile tokmakla vurduğun zaman çok büyük bir ses çıkarır, ama çıkan bu ses insanların hoşuna gitmez. Önemli olan çok büyük değil, usulüne uygun ses çıkarmaktır. Sazın teli madendir; birçok elden geçmiş, ateşe girmiş ve şekil almıştır da kulağa hoş gelen sesler çıkarır. Bir ustura da madendir ve aynen o da ateşe girmiş, yanmış, çekiç yemiş, çeşitli ellerden geçmiştir; bu yüzden insanın yüzündeki tüyleri hiç incitmeden keser. Biz insanlara İslâm’ı anlatırken onları incitmemeye çalışmalıyız. Sen ise işe tersinden başlıyor ve insanların önce kusurlarını, noksanlarını anlatıyor, onların sevdikleri insanlara hoş olmayan sözler söylüyorsun. Onlar da senin sevdiklerine kötü sözler söylüyorlar ve sonuçta ortaya bir münakaşa çıkıyor. Hâlbuki İslâm’da müzakere vardır, münakaşa yoktur.”

Ömer biraz düşündü ve bu söylediklerimden dolayı çok memnun oldu. Onunla çok güzel bir dostluk kurmuştuk. Bir gün: “Neler yapmam gerekiyor, ne tavsiye edersin bana?” diye sordu. Ona şöyle dedim: “Ömerciğim, başkalarıyla çok uğraşıyorsun, fakat kendinle uğraşmıyorsun. Bence kendinle, gönlünle uğraşmalı; kusurları kendinde, güzellikleri diğer insanlarda görmelisin. Hep nefsinin avukatlığını yapmamalı, nefsinin savcısı da olmalısın.”

Köprü kuralım

Ömer kardeşimizle çok güzel günlerimiz geçti. Rize’de arkadaşlık yaptığım güzel insanlardan biriydi. Bir gün arkadaşlara dedim ki: “Sadece sohbet yaparak hayatımızı geçirmeyelim.”

“Peki, ne yapalım o zaman?” dediler. “Fakir öğrenciler tespit edelim. Kömür, odun, ilaç alamayan insanları tespit edip zenginlerle fakirler arasında köprü olalım.” Elhamdulillah, bu işlerin hepsinde epey yol aldık. Arkadaşlarla çok başarılı çalışmalarımız oldu.

Bir gün Ömer yanıma geldi: “Benim evimin üstüne birisi taşındı. Bu taşınan kişinin sakat bir kızı var, kendisi de işsiz. Evinde hiçbir eşya yok. Bu arkadaşa yardımcı olalım.” Neler tespit ettiğini sordum. Ömer listeyi çıkardı. Adamın mutfağında tuzundan şekerine kadar hiçbir şey yoktu.

Ömer üzüldü

Recep adlı kardeşimizin dükkânında oturuyorduk. Ona dedim ki: “Recep kardeş, bu listeden sana ne düşer?” “Bunların hepsi bana düşer ağabey” dedi. Ömer: “Bunları alacağız ama koyacakları buzdolapları yok. Bir zenginde çıkma bir buzdolabı varmış, ona gidip isteyelim” dedi.

O zengin kardeşimize gittik, fakat buzdolabını alamadık. Bu, Ömer’i çok üzmüştü. “Ömer, sen üzülme! Ben esnafa söylerim, onlar alırlar,” dedim. Ertesi gün Ömer tekrar yanıma geldi: “Ağabey ben bir buzdolabı alıp götürdüm.” “Nereden aldın?”

“Ağabey aldım ve götürdüm, gerisini sorma.” Ömer’i sıkıştırdım, nereden ve nasıl aldığını öğrendim: “Yeni bir buzdolabı satın aldım, parasını taksitle ödeyeceğim” dedi. Düşünebiliyor musunuz Ömer’i? “Her devrin bir Ömer’i vardır” derler ya, işte Ömer Faruk da bu devrin Ömer’iydi. Ömer kardeşimiz kendisi başkasının yanında işçi olarak çalışmasına rağmen taksitle buzdolabı alıp fakir bir insana verebiliyor. Allah bu Ömer’lerden razı olsun.

Giresun’a göçtü

Zaman içerisinde Ömer’in sayılamayacak kadar çok güzelliklerini gördüm. Elbette kusurları da vardı, ama güzel işleri çok fazlaydı. Ömer, Rize’de ne iş yaptıysa başarılı olamadı. Bir gün: “Ağabey ben Giresun’a göçeceğim” dedi. Ondan ayrılmak çok zor olacaktı.

Ömer Giresun’a göçtü. Ara sıra onu ziyarete gidiyordum. Orada da çok güzel bir çevre edinmişti, etrafındaki herkes onu seviyordu. Çünkü diğergam bir insandı, gittiği her yerde diğer insanların dertleriyle ilgileniyordu.

Bir gün ağabeyi Alaattin bana geldi ve: “Ömer çok hasta, ne yapalım?” dedi. Ömer’in yanına vardım, doktora gidip gitmediğini sordum: “Fazla bir şeyim yok,” cevabını verdi. “Olmaz Ömer, doktora gitmelisin” dedim ve onu Doktor Arif Bey’e gönderdim. Ömer doktordan sonra bana gelerek: “Ya Ankara, ya da İstanbul’da tedavi olmalıymışım” dedi.

Kanser oldu

Doğrusu korkmuştum. Arif Bey’in yanına giderek Ömer’in durumunu sordum ve bağırsak kanseri olduğunu öğrendim. O an içimden “Eyvah!” dedim. Ömer’i Ankara’ya İbni Sina hastanesine gönderdim, orada bağırsak ameliyatı oldu. İşinden zarar etmişti, çok sıkıntısı vardı; ameliyat olmak da çok masraflıydı. Hâsılı o günler sıkıntılı günlerdi; ama Allah celle celaluh her zorluğun bir çözümünü veriyordu. Allah razı olsun, arkadaşlar yardım ettiler ve Ömer’i bunalımdan kurtardılar.

Ameliyattan sonra o hasta haliyle Almanya’ya gitti, orada İslâm’ı tebliğ etmeye çalıştı. Almanya’dan döndükten sonra artık hasta yatağına düşmüştü. Günden güne eriyor, evine ziyaretçiler akın ediyordu. Benden kendisini günde en az iki defa ziyaret etmemi istiyordu.

Ben ve Ömer bir gün evde otururken bir hafız kardeşimiz ziyarete geldi. Çorapları ıslanmıştı. Ömer ona: “Senin ayakkabıların su mu çekiyor?” diye sordu. Hafız boynunu büktü. “Getir ayakkabılarını bakayım” dedi.

Hasta yatağındaki Ömer’in haline bakın. Hafızın getirdiği ayakkabıları inceledi, hemen ayağa kalkarak cüzdanını çıkardı: “Şimdi şu vereceğim paralarla iyi kalitede bir ayakkabı alacak ve getirip bana göstereceksin. Senin ayakkabıların su çekerken ben huzurlu olamam” dedi. Ben infakın güzelliğini o kardeşte gördüm. Şu an size anlatmakta zorluk çekiyorum. O gönül sultanıydı, ne güzel insandı!

Acı haber

Ömer’i her gün ziyarete gidiyordum, ama bir gün onu ziyarete gidememiştim. Telefon açtım, hanımı bugün kimseyle görüşmek istemediğini söylemeye çalışırken Ömer telefonu aldı: “Bana gelirken şunları şunları getirir misin?” dedi. “Ömerciğim, bu gece işten dolayı gelemeyeceğim, yarın görüşürüz inşallah” diyerek izin istedim.

Saat 04.00’te telefonum çaldı. Arayan Ömer’in ağabeyi Alaaddin idi: “Başımız sağ olsun, Ömer bu dünyadan göç etti.” Bu haber beni yıkmıştı, çok üzülmüştüm. Kendi kendime, “Makamın cennet olsun Ömer!” dedim.

Ömer çok güzel bir insandı. Onu ta Almanya’dan insanlar gelip ziyaret ediyordu. Gittiği yeri köy değil, şehir yapıyordu. O artık insanların suçlarını arayan biri değil, gönüller yapan bir sultan olmuştu.

Üç tane yavrusu kalmıştı geriye; en büyüğü beş yaşında olan üç kız çocuğu… O yüceler yücesi Allah, onun davasına hizmet edeni hiç mahrum eder mi? Allah o yavruları da mahzun etmedi; onlara çeşitli kapılar açtı, mekân verdi.

Yıllar sonra Rize’den ayrıldım. Alaaddin ara sıra Bursa’ya gelip beni ziyaret ediyordu. Rizelilerle bitmeyen bir dostluk kurmuştuk. Çünkü Rize’de cemaat ayrımı yapmamış, 3,5 yıl gibi kısa bir süre içinde 35 yılda tanınacak kadar çok insan tanımıştım. Herkesle dost olmaya çalışıyordum. İnsanların acılarını paylaşmak hoşuma gidiyordu. Çok bilgili bir insan değildim, fakat bütün insanların dertlerini kendi derdim sayıyordum.

Kalabalık cemaat

Bir gün telefonum çaldı ve acı haberi öğrendim; Alaaddin de vefat etmişti. Alaaddin’in cenazesine yetiştim, Rize’de yer yerinden oynamıştı. Bu kadar kalabalık cemaati Rize’de hiç görmemiştim.

Oradaki kardeşlere: “Biz sadece kardeşlerimizin cenazelerine gelip namazlarını kılıyor, ondan sonra da dağılıp gidiyoruz. Bu bizim inandığımız davamıza yakışmaz. Bu kardeşlerimizin hesap defterlerini inceleyelim, aileleriyle konuşup problemleri varsa çözelim” dedim.

Allah’ın Resulü, musalla taşındaki insanlar borçluysa, “Bunun borcunu ödeyecek insan var mı?” diye sorar, onun borçlarını birisi üstlendikten sonra namazını kılarmış.

Bizim bu iki kardeşle olan dünyadaki dostluğumuz sona ermişti. Allah ikisinin de makamını cennet eylesin. Amin!

Geylani Akan/ İrfanDunyamiz.com

Şunlara Gözat

Yüz yüze iletişimde on altın kural…

Yüz yüze iletişim; doğrudan, aracısız bir iletişimdir. Bu iletişim iki kişi arasında olabileceği gibi, bir …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.