Doğunun büyük bilgesi Ahmed-i Hani, 1651 yılında Hakkâri Yüksekova’ya bağlı Han Köyü’nde doğdu. Bağdat, Şam, Halep ve İran medreselerinde tahsil gördükten sonra bir müddet Cizre’de kaldı. Mem û Zîn adlı eserini de bu dönemde Kürtçe olarak kaleme aldı. Eserin başında bildirildiğine göre eseri 1695 tarihinde kırk dört yaşındayken tamamlamıştır. Eser, Ahmed-i Hani’nin vefatından sonra başta bölgede olmak üzere dünya çapında bir üne kavuşmuştur.
Televizyon ve çeşitli iletişim araçlarının olmadığı yüz yıl kadar öncesine gidecek olursak, doğu bölgelerimizde yetişen hemen her çocuğun annesinden, babaannesinden ya da bir büyüğünden diğer halk hikâyeleri ile birlikte Mem-û Zîn’in hikâyesini de dinlemiş olduğunu söyleyebiliriz. O zamanlara nispeten çok az olsa da belki bugün bu halk hikâyelerini çocuklarına anlatan birileri hâlâ vardır. Halk hikâyelerini değerli kılan da zaten halkın irfanından süzüle süzüle nesilden nesle aktarılarak bugünlere kadar ulaşmış olmasıdır.
Bu hikâyenin aslının milattan önceye kadar uzanan “Memi Alan” destanına kadar ulaştığı söylenmekle birlikte, Şeyh Ahmed-i Hani’nin manzum olarak yazıya döktüğü Mem û Zin’in bazı benzerlikleri olsa da ondan farklı bir hikâye olduğu anlaşılmaktadır. Ayhan Tek imzalı “Osmanlı Edebiyatında Mem û Zin Mesnevisi ve Yayılımı” başlıklı doktora tezinde, konu uzun uzun işlenmiş ve her ikisi arasındaki farklılıklar ve benzerlikler tahlil edilmiştir. Mem û Zîn hikâyesinde anlatılan olayların 1450’li yıllarda Cizre emiri olan Zeynuddin zamanında yaşandığı söylenilmektedir.
Eserle ilgili dikkatimizi çeken önemli bir bilgi de eserin şair Ahmet Faik tarafından 1730 yılında aynı vezinle Osmanlı Türkçesi’ne çevrilmiş olmasıdır. 1968’de Mehmet Emin Bozarslan tarafından da Türkçeye çevrilmiştir. 2001 yılında Sadık Yalsızuçanlar Osmanlıca bir nüshadan yararlanarak serbest bir tarzda eseri yeniden kaleme almıştır. Bunun dışında eserin birçok dünya diline tercüme edildiği bilinmektedir.
Altmış bölüm ve yaklaşık üç bin beyitten oluşan ve mesnevi tarzında yazılan eseri 1959 yılında Kürtçeden Arapçaya düz yazı olarak çeviren ise yine Ahmed-i Hani gibi Cizre’nin havasını teneffüs etmiş bir müderris olan merhum Prof. Dr. Said Ramazan El Buti’dir. Tabiri caizse böylece esere ikinci bir müderrisin eli değmiştir. Ramazan El Buti 1929 yılında Cizre’nin Yağmurkuyusu (Cileka) Köyü’nde doğmuş ve 1934’te beş yaşındayken ailesiyle beraber Suriye’ye göçmüştür. Kürt kökenli birisi olarak Botan’dan çıkıp Suriye’nin eğitim sisteminde profesörlüğe kadar yükselmesi, bazı önemli görevler alması, ayrıca çok geniş bir ilgi alanına sahip olması ve çeşitli konularda çok sayıda eserler vermesi dikkat çekici bir kişiliğe sahip olduğunu göstermektedir.
Buti’nin Cizre’de doğmuş olması ve bu hikâyeyi geceleri annesinden dinlemiş olması, eserin ruhunu doğru yansıtması bakımından önemli bir ayrıntıdır. Çocukken sıcak bir yaz gününde Cizre’de bir evin damındaki döşeğinde yıldızlara bakarken bu hikâyeyi dinleyen birisiyle, onu kitaplardan okuyanın hali aynı olmasa gerektir. Tabi ki de bu hikâye en güzel o bölgenin çocukları tarafından anlatılabilir ya da nakledilebilir. Bu bakımdan biz de Ramazan El Buti’nin hikâye ettiği metnin Abdulhadi Timurtaş tarafından yapılan tercümesini okumayı tercih ettik.
Eser bir aşk hikâyesi olmakla beraber Ahmed-i Hani gibi mutasavvıf ve müderris bir şahsiyetin elinden çıktığı için, ifadelerde ahlaki bir hassasiyete özen gösterilerek kaleme alınmıştır. Ayrıca eserde birçok dini ve tasavvufi sembollere yer verilmiştir. Bugün bu toprakların İslam’la yoğrulduğunu hazmedemeyen bazı çevreler, eseri salt beşeri bir aşk hikâyesi düzeyinde yansıtma eğilimindedirler. Bazı kimseler de ondan ulusal bir ideoloji çıkarma yarışına girmişlerdir. Oysaki eserine Allah’a hamd ve Peygamberine övgü ile başlayan ve eserini dua cümleleri ile bitiren Ahmed-i Hani inancında samimi ihlaslı bir Müslümandır. Üstelik onun yaşadığı dönemlerde ne ulusal düşünceler ne de seküler düşünceler vardır.
Hiç kimsenin gizleyemeyeceği bir hakikat vardır ki Ahmed-i Hani Osmanlı döneminde yaşamış bir âlimdir. Cizre’de geçirdiği günlerden sonra Ağrı Doğubeyâzıt’a gitmiş ve Murâdiye Câmi’inde imamlık ve müderrislik yapmıştır. Bu dönemde Doğu Beyazıt miri Muhammed’in divan kâtipliğini de üstlenmiştir. İshak Paşa Sarayı’nın temel atma merasiminde dua etmiştir. Ömrünün sonlarına doğru Hani Medresesi’ni kurmuş ve gençlerin Ehl-i Sünnet üzere yetişmesi için gayret sarf etmiştir. Bu konuda “Akîdayâ İmân” adında Ehl-i Sünnet’e göre iman esasları ve diğer akaid konularını açıkladığı Kürtçe bir eseri bulunmaktadır. Ayrıca Kürt çocuklarının kolayca Arapçayı öğrenmesi için Kürtçe bazı eserler yazmıştır.
Arapça, Farsça, Türkçe ve Kürtçe dillerinde yazdığı rubailerden anlaşıldığına göre bu dört dili iyi derecede bilmektedir. Eserlerinden anlaşıldığına göre Nakşibendi tarikatına mensuptur. Ömrü boyunca hiç evlenmemiş ve kendisini ilim ve irfana adamıştır. Gençlik döneminde bir kıza âşık olduğu ve aşk şiirleri yazdığı rivayet edilmektedir. 1707 yılında vefat eden Ahmed-i Hani’nin mezarı Doğubeyazıt’taki İshak Paşa sarayının beş yüz metre doğusundadır. Bugün onun mezarı bölgenin en çok ziyaret edilen türbelerindendir. (Ahmed-i Hani ile ilgili bilgiler için bkz. Turgut Karabey, Ahmed-i Hani’nin Hayatı, Eserleri ve Mem û Zîn Mesnevisi, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, sayı.30, s.59)
Bu güzel hayat öyküsünden ve eserlerinden anlaşıldığına göre doğunun büyük bilgesi Ahmed-i Hani tam bir hikmet yolcusudur. Yeryüzündeki anlam yürüyüşümüzde hikmetin duraklarını doğru tespit edebilirsek hakikate de bir o kadar yakın olacağız. Nasıl ki Ahmed-i Hani hayatın anlamına dair söylediği sözler ve derin düşünce dünyası ile hakikat arayışında bizler için bir durak olmuşsa, Bediüzaman Said Nursi de bir başka hakikat durağı olmuştur.
Bu iki hakikat öncüsünün yolları Ağrı Doğubeyazıt’ta kesişmiştir. Bediüzzaman Said Nursi’nin on üç- on dört yaşlarındayken Doğubeyazıt’ta kaldığı günlerde Ahmed-i Hani’nin mezarına uğradığı ve ondan feyz aldığı söylenmektedir. “Ağabeyler Anlatıyor” adlı kitapta anlatıldığına göre, o dönemde bazı talebeler; “Geceleri ortadan kayboluyor” diyerek Bediüzzaman’ı hocalarına şikâyet etmişler. Hocaları da bir gece onu takip etmesi için iki talebe görevlendirmiş. Gece olunca onu takip etmişler ve onun İshak Paşa Sarayı’nın beş yüz metre kadar yakınındaki Ahmed-i Hani’nin kabrine gittiğini görmüşler.
Bediüzzaman’ın bazı zamanlar türbeye kapandığı Tarihçe-i Hayatta da geçmektedir. Hatta onu türbede gören bölge halkının “Ahmed-i Hani Hazretlerinin feyzine mazhar olmuş” dedikleri de nakledilmiştir. Ayrıca risalelerde Ahmed-i Hani için “Kürtlerin edib dahîlerinden” ifadesi kullanılmıştır. (Tarihçe-i Hayat, s. 32) Bu bilgilerden de anlaşıldığına göre Bediüzaman’ın bir şekilde ondan feyiz aldığı söyleyebiliriz. İkisinin de Kürt olmaları, Şark-ı Anadolu’nun topraklarında yaşamaları, ikisinin de âlim oluşu ve tasavvuftan etkilenmiş olmaları, her ikisinin de toplumsal meselelere duyarlı olmaları, her ikisinin de hiç evlenmemesi ve her ikisinin de halen saygıyla anılır olmaları onların bazı benzer ortak yönleridir. Bazı düşüncelerinde de benzerlikler görülmektedir.
Misalen Mem û Zîn’deki ay-güneş, gece-gündüz, kadın-erkek gibi zıtlıkların hikmetine dair bahisleri düşündüğümüzde, benzer vurguların Bediüzzaman’da da olduğunu görüyoruz. Kimileri zıtlıkların hikmetine dair olan bu bahisleri İslam dışı olarak düalizm felsefesi ile açıklamaya çalışmışlarsa da bu konu başlı başına Kur’an’ın üzerinde durduğu bir konudur. Nitekim Leyl Suresi’nde gece ve gündüze yemin edildikten sonra kadın ve erkeği yaratana da yemin edilmektedir. Bu Kur’an’ın zıtlıklara yaptığı vurgulardan sadece bir tanesidir. Her hakikat yolcusu Kur’an’dan alarak ilhamını zıtlıkların hikmetini düşünmelidir.
Aydın Başar, Genç Dergi
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.