Enderûnî İsmail Efendi’nin değirmeni yavaş öğütürdü…

Konya’nın meşhur hafızlarından Hayra Hizmet Vakfı kurucusu merhum Hasan Hüseyin Varol Hocamızın hatıralarını rahmete ve Fatihalara vesile olması niyeti ile yayınlamaya devam ediyoruz.

Allah rahmet eylesin Ağazade Osman Efendi Hocam bir gün bana; “Sizi bu sene Ramazanda Akşehir’e göndereceğim, mukabeleyi orada okuyacaksınız” dedi. Halbuki hafızlık hocam Şükrü Efendi, kendi camisi olan Sultan Selim Camii‘nde okumamı istiyordu. Onu gücendirmekten korktuğum için, Osman Hocama durumu anlattım; “Ben hocaya söylerim, sen merak etme. Siz evleneceksiniz, size çok para lazım. Konyalılar parası olmayana kız vermezler” dedi. Ben de itiraz edemedim.

Hocam Akşehir‘de Uncu Recep Ağa adında bir adama mektup yazdı. Arkadaşım Mevlid Çevikbaş’la beraber bizi Akşehir’e gönderdi… İlk defa şehir dışına çıkıyordum. Aslında içine kapanık birisiydim. Sıkılgan ve utangaç birisiydim. Yanımda arkadaşım olunca gidebildim. Akşehir’e vardık. Sene 1950. Recep Ağa’yı bulduk. Hocanın mektubunu verdik.

Recep Ağa mektubu okudu. “Tamam hafızlar, siz abdestlerinizi alın, camiye gidiyoruz. Biriniz namazdan önce Kur’an okusun, diğeriniz namazdan sonra okusun” dedi. Hafız Mevlid namazdan önce ben de namazdan sonra okumayı kararlaştırdık, ve öyle yaptık.

Heybetli bir zat

Çarşının merkezinde İplikçi Camii bulunuyordu. O camide Akşehir müftüsü Süleyman Efendi diye anılan bir hoca namaz kıldırdı. Süleyman Efendi kurradan bir zatmış. Ayasofya Camii’nde Cuma hatibiymiş. Ayasofya müzeye çevrilince imamı ile müezzinleri başka bir camiye vermişler. Süleyman efendiyi de Akşehir’e sürmüşler. O günün Diyanet İşleri Başkanı olan zat hocanın değerini bildiği için onu hemen Akşehire müftü olarak göndermiş.

Çok sert mizaçlı bir zattı. Galiba Çerkezdi. Cüsseli heybetli ve zeki bir adamdı. Sırtındaki cübbesi başındaki sarığıyla çok heybetli görünen bir zattı. Onun hücresinden çıkıp mihraba doğru gitmesindeki temkin ve vakar görülmeye değerdi. Ben aynı manzarayı bir de Sultanahmet Camii’nde imamken Sadettin Kaynak Hocamda görmüştüm. Rabbim hepsine rahmet eylesin.

Namazdan sonra Recep Ağa çok sevindi. Çünkü Süleyman Efendi hiç itiraz etmeden dinledi bizi. Bu durum onun hoşuna gitmişti. “Tamam hafızlar! Şimdi gidip hocanın elini öpelim” dedi… Beraberce hücreye gittik. Başkaları da vardı. Onlar çıktı biz girdik. Selam verip elini öptük. İşaret etti oturduk. Nereden geldiğimizi kimde okuduğumuzu sordu. Biz de söyledik.

İlk sorusu

Bize ilk sorusu şu oldu: “İstanbul’a gitmeyi düşünür müsünüz?” Hafız Mevlid “ben düşünmüyorum” dedi. Ben; “Efendim gitmek isterim. Lâkin bizim maddi durumumuz müsait değildir” dedim. Süleyman Efendi Recep Ağa’ya döndü ve “Sen bu çocuğa yardım et İstanbul’a gitsin, orada yetişsin. Kendisinde kabiliyet görüyorum” dedi. Allah rahmet eylesin Recep Ağa; “Hocam! Eğer giderse yardım ederim” deyince Hoca bana döndü “Evladım sen git İstanbul’a, orada benim talebem vardır. Enderûnî İsmail Efendi. Onda oku. Başkasına gitme” dedi.

Elini öptük ve huzurundan ayrıldık. O anda içimde anlatamayacağım bir duygu belirdi. Bir yönüyle seviniyorum, bir yönüyle korkuyorum. Bir evin bir oğluyum iki kardeşiz. Kız kardeşim ve ben. Acaba annem ve babam ne diyecekler? Osman Hocam çok sevinecek amma Şükrü Hocam’ı küstürdük. Bakalım o ne diyecek? Polatlı Yusuf Hocamın tespiti ve bizi Konya’ya yönlendirmesi, Şükrü Hocamın üzerime düşmesi, Süleyman Efendi’nin tespiti gibi önemli görüşler basit birer görüş değildir.

Ramazanın başında bu olay, beni bir ay Ramazanda hep meşgul etti. Nihayet Ramazan bitti, bayram da bitti. Fakat Şükrü Efendi Hocam bana çok kırılmış, onun gönlünü yapmam gerekiyordu. Babam annem ve ben üçümüz gittik. Hoca elini zor verdi. Pek konuşmuyor… Babam rahmetli söze başladı: “Hocam Hasan’ı İstanbul’a gönderiyorlar. Bu hususta sizinle istişare etmek istiyoruz. Bizim için çok zor olacak, ama siz ne dersiniz?” dedi. Hocam hemen sordu: “Kim gönderiyor?” Babam; “Biz bilmiyoruz, kendisi anlatsın” dedi.

Hocam “Anlat bakalım neymiş” dedi. Bunun üzerine bendeniz Süleyman Efendi’yi, okuduğumuz aşırları, Recep Ağa’yı anlattım… “Akşehir müftüsü Süleyman Efendi böyle mi söyledi?” dedi. “O Recep ağa denen adam zengin mi?” dedi. “Evet efendim kendisinin un fabrikası var” dedim. “O zaman hiç vakit geçirmeden git. Baban annen de senin hasretine sabretsinler. İşte şimdi ben de seni affediyorum. Değilse çok gücenmiştim” dedi. Çok mutlu bir anımız oldu. Ayrıldık ve hazırlıklar başladı.

İstanbul yolunda

Babam, annem ve ben gerçekten son derece memnuniyet içerisinde hocamın elini öptük ve helalleşip ayrıldık. İstanbul’a gitmek üzere hazırlık başladı. Diğer hocalarımla görüştüm. Ağazade Osman Efendi Hocam, sevinçten uçuyordu adeta… Benim bir an evvel gitmem için gayret ediyor. İstanbul‘da talebelerinden Ahmet Aydın Tarı ile irtibat kurdu. Benim geleceğimi ona söyledi. Onların yanında kalmam gerektiğini ona ısrarla tenbih etti.

Rahmetli babam ve annem bana zar zor bir 25 TL harçlık verdiler. Çamaşırlarım ve benzeri ihtiyaçlarımı temin edip valizimi hazırladım. Herkesle vedalaşıp Akşehir‘e geldim. Recep Ağa ile buluştum. İki gün kadar onun evinde kaldım. Oğlu Ethem ve küçük oğlu İzzetile kardeş gibi olduk. Hanımı da benim annem oldu. Ben de evin çocuklarından birisi oldum. Allah Rahmet eylesin Recep Ağa tren biletini aldı. 75 TL de para verdi. Götürdüler beni trene bindirdiler. İstanbul’a da bir telgraf çektiler. Benim hareket saatimi günümü bildirdiler. Yolculuk başladı.

Daha önce Ahmet Aydın Tarı ile görüşmüştük. Telgrafı ona çekmiştik. Neyse ki telgraf ulaşmış. Ulaşmasaydı çok sıkıntılı olurdu. Çünkü ben ilk defa uzak bir yola çıkıyordum. İçimde çok ciddi bir korku vardı. Henüz 17 yaşlarında bir gencim. Yol bilmiyorum. Büyük şehirler görmedim. Nere gittiğim belli değil. Yol çok uzun. Kara tren neredeyse iki günde ancak varıyor.

Aylardan Ekim ayı sonlarıydı. Haydarpaşa garına geldik. Tren durdu. “Burası son durak herkes insin dediler. Çantamı alıp indim. Dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Ben hep Aydın arkadaşımı arıyordum. Hamdolsun buluştuk. Aydın kardeş beni aldı koşa koşa bir yere geldik. Gişeden bilet alıp vapura bindik. Lâkin ben ne vapur biliyorum ne gişe… Her tarafı ışıklı bir yere girdik. İçerisi hınca hınç dolu. Oturacak yer yok. Ayaktayız. Bakınıyorum. Rüya gibi bir dünyadayım. İnsanlar bir şeyler satıyorlar. Onu satarken de çok konuşuyorlar. Ama ben onların konuşmalarının pek çoğunu hiç anlamıyorum.

Bir ara Aydın’a dedim ki: “Yahu ne duruyoruz, niye gitmiyoruz?” bana gülerek; “Aman sus biz vapurdayız, denizin üzerindeyiz ve gidiyoruz” dedi. Biraz sonra baktım bir telaş başladı. “İşte geldik haydi iniyoruz” dedi ve indik. Şöyle böyle bir 15 dakika yürüdük. Bir cami avlusuna geldik. “İşte” dedi Aydın; “Burası bizim ikametgahımız. Bundan sonra burada kalacaksın.” Vapura bindiğimizde zaten akşam olmuştu. Kalacağımız yere yatsı namazını biraz geçe geldik.

Yokluk zamanı

Bilmiyorum uzun uzun anlatmama gerek varmı? Fakat tam iki yıl geçirdim ben orada. Cami Tophane Nusretiye Camii‘dir. Padişah II. Mahmut tarafından yaptırılmış. Caminin giriş kapısı tophane caddesine bakıyor. Cami girişinin sağındaki odalarda Beyoğlu müftülüğü bulunuyordu. Solundaki odalarda birinci katın duvarları yok, camekanları yok. İkinci katın altı tamamen boş. Yel geçti derler ya öyle…

İkinci katta biz kalıyorduk. Bizim altımız birinci katın tavanı. Bu tavanın sıvaları da dökülmüş. Tavanın tahtaları açığa çıkmış. Bizim oturduğumuz odanın taban tahtaları da eskimiş, araları açılmış. Altımızda sergi yok. Dört arkadaş kalıyoruz. Odanın dört köşesine yataklarınızı serdik oturuyoruz. Kışın aşağıdan soğuk fırtına esince bizim odanın içerisine kar dolardı. Sobamız yoktu.

Yemek yapmak için bir gaz ocağı vardı. Suyu da onunla ısıtıyorduk. Zaten çok zaman sıcak yemek bulamazdık. Zeytin, peynir, helva ekmek bulduk mu o iş tamamdı. Çok zaman gıda eksikliğinden ağzımız yara olurdu. Paramız olursa bir lokantaya gider, çorba veya kuru fasulye yerdik. Fakat bu her zaman olabilen bir şey değildi. Dört arkadaş kalıyorduk. Aydın’la bir arkadaş İmam hatip okuluna gidiyorlardı. Arkadaşın birisi de her halde çalışıyordu.

Enderunlu hocam

Odaya yerleştiğimizin ertesi günü bizim Konya’lı arkadaşlarımızdan kendisine ağabey dediğimiz aslen Silleli Hafız Alaaddin Akcaba geldi. Beni aldı; “Hasan haydi ben seni Enderunluya götüreyim” dedi. Beraber tramvaya bindik. Benim paramı da o verdi. Epeyce gittikten sonra bir cami önünde indik. Cami’nin adı Beşiktaş Barbaros Hayrettin Paşa Camii‘ymiş. İçeri girdik. Ben henüz 17 yaşındaydım.

Sütunların arasında bir pencere önünde şişman, dolgun, pala bıyıklı bir hoca oturmuş önünde 5 kişi var. Onlar da benim gibi gençler. Hafız Alaaddin selam verdi, elini öptü ve oturdu. Ben de elini öptüm ve oturdum. Hafız Alaaddin’le hasbihalden sonra o beni gösterdi. “Efendim bu gencin adı Hasan, sizden talim dersi almak istiyor” dedi. Ben hemen “Hocam Akşehir Müftüsü Süleyman Efendi‘nin size selamı var. Sizden ders almam için beni gönderdi” dedim.

Süleyman Efendi hakkında bazı soruları oldu. Onları cevapladım. Görüşmemizin nasıl olduğunu sordu. Mukabele vesilesiyle olduğunu söyledim. Bunu üzerine hafız Alaaddin’e dönerek “pekiyi evladım her gün bu saatlerde buraya gelsin okutalım” dedi. Son derece sevindim. Hafız Alaaddin’e teşekkür ettim. Ders bitinceye kadar oturup dinledim. Ertesi gün gelmek üzere ayrıldım.

Enderunlu İsmail Efendi’de derse başladığımızdaki durumum şuydu: Kurra Hafız Şükrü Efendi‘de hıfzımı bitirmiştim. Osman Efendi’de tecvid ve tashihul hurûf derslerini bitirmiş ve Konya‘nın en büyük camilerinden Kapu Camii‘nde öğle namazından önce mukabele okuyordum. Bu esnada Tahir Büyükkörükçü Hocamızdan da Avamil’i bitirmiştim. O dönemlerde arkadaş ve akranlarım arasında ön sıralarda yer alıyordum. Bu donanım içindeyken İstanbul’a gittim ve Enderuni’ye başladım.

Her sabah Beşiktaş‘ta Barbaros Hayreddin Paşa Camii‘ne geliyor, ve dersimi alıp gidiyordum. Bu geliş ve gidişim aralıksız iki yıl sürdü. Enderunlu bir ara Selimiye Camiine oradan da Fatih Camii’ne imam oldu. Bendeniz de Arapçamı ilerletmek için Ermenekli Saffet Efendi‘de ızhar okumaya başladım. Sabah Enderunluya gider, dersimi alır, oradan da Taksim’e çıkar, Saffet Hoca’ya giderdim. Oradan da kaldığım yer olan Tophane Nusretiye Camii‘ne gelirdim.

Kırk beş günde Sübhaneke

Enderunlu Selimiye’ye imam olunca geliş ve gidiş güzergahı değişti. Önce Saffet Hoca’ya gider, onda ders okur, sonra Kasımpaşa’dan iner, Unkapanı köprüsünden geçerek Selimiye Camii’ne gelirdim. Dersimi verir ve oradan Nuru Osmaniye Camii‘ne gelir, oradan da Gönenli Mehmed Efendi‘den bir lira alır ve doğru Nusretiye’ye gelirdim. İki sene bu minval üzere derslere devam ettim. Enderunlu beni, Sübhaneke’den başlattı. Tam kırk beş gün bu Sübhanekeye devam ettim. Sonrakiler biraz kolaylaştı ama iki senede Duha sûresine gelebildim.

Tabii derslerim zaman zaman kesintiye uğradı. İsmail Efendi Hocam bazen; “Evlat bizim değirmen yavaş öğütür, daha çabuk öğütenler var, onlara gidebilirsiniz” derdi. Yavaş da öğütse biz ona razıydık. Çünkü Enderunlu’da ders okumak o günkü İstanbul’da bir imtiyaz ve bir ayrıcalıktı. Hafızlık hocam Şükrü Efendi’ye yazmıştım. Sübhaneke’yi kırk beş günde ancak geçebildim diye. Çok merak etmiş, izinli gelmiştim ziyaretine gittim. Saathane de bulunuyordu. Talebeler vardı. Kendisine yardım eden hocalar vardı.

Bana; “Hafız, şu kırk beş günde geçtiğin Sübhaneke’yi çok merak ettim bir okur musun?” dedi. “Peki hocam” dedim. Toparlandım. Enderunlu’nun önündeymişim gibi okudum. Hocam: “Bir daha okur musun?” dedi. Tekrar okudum. Hocam; “Zahmet olmazsa bir daha oku” dedi. Bir daha okudum. Etrafındakilere döndü; “Üç defa değil üç yüz defa okusa hep aynı okuyacak. Çünkü hoca sanki demir üzerine yazmış” dedi. Bana döndü; “Tebrik ederim evladım. Bu Sübhaneke kırk beş gün emek çekmeye değermiş” dedi

Arkadaşım Hayreddin Ödevoğlu İstanbul’a okumaya gideceğini söyleyince Şükrü Efendi ona; “Sakın başkasına gitme. Hasan’ın okuduğu hocada oku” diye sıkı sıkı tembih etmiş, o da bunu dikkate almış ve Enderunlu’da okumuş. Bir ara hafız Hayreddin Ödevoğlu’na takıldım; “Hoca, Sübhanekeyi kaç günde geçtin” diye. “Hocam vallahi bilmem. Ramazan bayramında başladım, kurban bayramında geçtim” dedi. Anladım ki Hoca, onun ununu biraz daha geç öğütmüş.

(Not Bu yazı merhum Hafız Hasan Hüseyin Varol Hocamızın “Yaşadıklarım ve Gördüklerim” adlı Hatırat kitabından kısaltılarak derlenmiştir. Başlıklar sitemize aittir. Geçmişlerimiz için Fatihalara ve dualara vesile olması niyazı ile.)

Hasan Hüseyin Varol

İrfanDunyamiz.com

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Abdullah bin Mes’ud gerçek bir kahramandı…

Elimizdeki kaynakların bildirdiğine göre Hazreti Dâvûd aleyhis selam, babasının en küçük oğludur ve çobanlık yapmaktadır. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.