Bireyin kendisiyle, çevresiyle, tabiatla, evrenle, varlık dünyasının tüm öğeleriyle uyumlu olması, hayatına katma değer katar. Varlık dünyamızda irade ve bilinç sahibi olmayan tüm varlıklar, Yaratıcı’nın koyduğu evrendeki “evrensel yasalar” dediğimiz, “Sünnetullah”a tabi olarak uyum içinde varlıklarını sürdürürler. Varlığın bilincinde olanlar, bütün içindeki yerini, değerini, haddini ve bunlar arasındaki koordinasyon demek olan uyumu bilirler. Uyumlu olanlar, olumlu olanlardır. Farklılıkları, zenginlik bilirler. Farklı parçaların, bütünü oluşturduğunu bilirler.
Uyum, farklı parçaların bir kompozisyonu demek olan bütün içindeki yerin bilincinde ve sorumluluğunda olmaktır. Uyumlu olanlar, Biz-merkezci düşünürler. Toplumla bütünleşmişlerdir. Bireysel yararlarını, toplumsal yararla birlikte düşünürler. Uyumsuz olanlar ise olumsuz olanlardır. Farklılıklara tahammül etmezler. Bencildirler. Ben-Merkezci düşünürler. Bunlar için esas olan bireysel yarardır. “Toplumsal yarar” kavramı gündemlerinde yoktur. Atılan her adımın kendilerine nasıl bir çıkar sağladığını hesaplarlar. Bu anlamda toplumla bir uyumsuzluk olduğu açıktır.
Uyum esastır
Uyumluluk canlılık ve dinamizm iken uyumsuzluk, kaos ve ölümdür. Uyum, hayattır. Uyumsuzluk, memattır (ölümdür). Zira denizde suyla uyum içinde yaşayan balık karaya çıkınca, karada uyum içinde yaşayan insan, suda yaşamaya yeltenirse, uyumsuzluktan dolayı hayatı sona erer. Çünkü canlı organlar uyum yeteneğini kaybedince, ölürler. Tohum toprakla uyumlu olursa ağaç, uyumsuz olursa mezar olur.
İnsanın saadeti, akıl, irade ve vicdanın uyumuyla mümkündür. Bunlar arasındaki uyum, dünya hayatını cennete dönüştürürken, uyumsuzluk, adeta cehenneme dönüştürür. Uyum, sonuç odaklı değil, süreç ve emek odaklı bir anlayışla geleceği inşadır. Uyum, tevazu ile özdeştir. Zira; “Tevazu, uyumun sigortasıdır.” Uyumsuzluk, kibir odaklıdır. Çünkü kibir, uyumun sigortasını attırandır. Uyum, işbirliği ve işbölümünü esas alır. Hedefe odaklananlar, bu bütünün onurlu elemanlarıdır.
Yeryüzü kozmik yasalara bağlıdır. Bu yasalar, evrendeki uyumu sağlar. Aksi halde, bize ev sahipliğini yapan dünyamız, insanoğlunu barındırmaktan yoksun kalır. Evrendeki zerreden kürreye, atomdan Güneş Sistemi’ne, mikro alemden makro aleme her bir yörüngeli varlık, merkezcil kuvvet ile mrkez-kaç kuvvet arasında tam bir uyum içinde hareket eder. Merkezcil-kuvvet ya da merkez-kaç kuvvet, biri yekdiğerinin aleyhine ağırlık uygularsa, uyum bozulur ve işte o zaman bütün bir evren herc-ü merc olur.
Aidiyet
Varlık dünyasındaki her bir varlığın bir aidiyeti vardır. Bir yere aittir. Ait olduğu yer, onun için bir mekândır. Bu mekân, yaratılış fıtratına uygun bir yer ise o varlığa bir katma değer katar. Aidiyet duygusu insanın evrenle olan uyumunu gösteren bir parametredir. Uyumu olmayanın aidiyeti de olmaz.
Mekân, kevn ve kâinat sözcükleri aynı kökten gelen kavramlardır. Mekân, “yaratılmış varlığın” yeri anlamına gelirken, “kevn”, “yaratılmış varlık” ve “kâinat” ise “Evren” demek olan bütün bir varlık âlemi demektir. Mekân, kevn ve kâinat arasında böylesi güçlü bir akrabalık bağı vardır.
Her bir varlığın ait olduğu bir mekân vardır. Her bir mekân da, kâinatın bir alt kümesi olduğundan, her bir varlık, aynı zamanda kâinatın bir elemanı olur. Bu bağlamda, her bir varlığın aidiyeti makro planda evrene aittir. Bir varlık, bir yere ait olunca bir anlamı olur.
Ağaç ve kütük
Bir çekirdek ya da bir tohum tek başına bir yere ait olmayınca, tüketilip atılacak bir nesne iken, ait olduğu yere ekildiğinde bünyesinde barındırdığı potansiyel, açığa çıkar ve sonuçta bir ağaç, bir fidan ya da bir bitki şeklinde kendini gösterir. Aidiyet, bu manada varlığı büyütür. Aidiyetini kaybeden, ait olduğu toprakla bağını koparan bir “ağaç”, artık bir ağaç değil, olsa olsa bir “kütük” olur.
Bir sperma hücresi, ait olması gereken yerde değilse, yani aidiyetini kaybetmişse, o bir atık sudur. Bu hücre, ait olması gereken yerde olursa, “küçük evren” demek olan insan için bir tohum olur. Canlı organizmalardaki en küçük yapı taşı demek olan hücreler arasında bir iletişim söz konusudur. Canlı organizmanın hayatiyetini sürdürmesi için, ölmesi gereken ve doğması gereken hücreler vardır. Eğer, doğması gereken hücreler doğuyor, fakat ölmesi gereken hücreler ölmüyorsa, ölmeyen hücreler, aidiyetini kaybetmiş “Kanserli Ur”u oluşturur. Bir hücre aidiyetini kaybetmişse, o canlı organizmada dengesizlik ve uyumsuzluk oluşmuş demektir. Dengesizlik ve uyumsuzluk, aidiyetin yokluğu halidir.
Aidiyet ilkesi, sosyal bir varlık olan insan için oldukça önemlidir. İnsan, ait olduğu yerde durunca ve durduğu yerdeki görev ve sorumluluklarının bilincinde olursa, toplumsal yapı güç kazanır. Aksine, yerini ve aidiyetini kaybeden insan, içinde bulunduğu toplumsal katmanda adeta kansere dönüşür. Aidiyetin, görev ve sorumluluğun bilincinde olan insan, yeryüzünü imar ve inşa eder. Günümüz dünyasında, insanlığın varlığını ve geleceğini tehdit eden, aidiyetini kaybetmiş ve ölümcül kansere dönüşmüş insandan başkası değildir.
Şahıs ve şahsiyet
Aidiyeti olmayan kişi bir “şahıs” iken, aidiyeti olan kişi, bir “şahsiyet”tir. Aidiyeti olmayan bir “birey” sadece kendisini temsil ederken, aidiyeti olan “birey”, birey olmaktan çıkıp, içinde bulunduğu toplumsal katmanı temsil eder. Adeta o, tek başına bir “toplum”dur.
Aidiyeti olmayan iki kişi toplamda 2’dir. Aidiyeti olan iki kişi toplamda 11’dir. Çünkü iki tane bir, yan-yana durunca 11 olur. Bunda aidiyet duygusu vardır. Aidiyeti olmayan üç kişi toplamda 3 iken, aidiyeti olan üç kişi, toplamda 111 olur.
Bireye şahsiyet kazandıran aidiyet duygusu, toplumun tüm pozitif yanlarından yararlanarak bireye ve topluma katma değer katar. Aidiyet duygusu, “biz merkezci” anlayışı kazandırır. Bu anlayış, toplumsal bilinç oluşturur. Aidiyeti olmayan bireylerde, “ben merkezcilik” ve bencillik hâkimdir. Bu yaklaşım tarzında, toplumsal bilinçten söz edilemez.
Aidiyet duygusunda, Denge- Uyum- Hudud (sınır) vardır. Bu bağlamda aidiyet duygusunda haddini, hududunu ve kendini bilme vardır. Aidiyeti olmayanlarda hiçbir sınır ve sorumluluk yoktur. Sınırları ve sorumlulukları olmayanlar, aidiyeti olmayanlardır. Dolayısı ile kendini, haddini ve hududunu bilmezler. Kendini bilmeyenler, Rablerini de bilmezler.
Haddini bilmek
Sınırlarını ve sorumluluklarını bilenler aidiyet bilincinde olanlardır. Onlar hem kendilerini hem sorumluluklarını hem de bütün bir varlık dünyasını yaratan Rablerini bilirler. Aidiyet duygusu ile hareket edenler, ilkelere ve kendilerini var eden değerlere bağlıdırlar. Kişilere bağlı olanlar, kişiler ölünce aidiyet de sona erer. Ancak “İlkeler ve değerler”, Yaratıcı’nın evrende yarattığı evrensel yasalara bağlı olduğundan, aidiyeti bu “değerler ve ilkeler” olanların şahsiyetleri bu çerçevede değerlendirilir.
Aidiyet duygusunda katılım vardır. Katılım yük almaktır. Yük olmak değildir. Aidiyet duygusu kişiye şahsiyet kazandırdığı gibi, onu aktif özne yapar. “Değerler ve ilkeler” merkezli bir aidiyeti olanların bir duruşları ve kişilikleri olur. Makam, mevki ve kariyerin nesnesi değil, öznesi olurlar. Makam ve kariyer onlara şahsiyet kazandırmaz. Onlar, sahip oldukları makam ve kariyeri onurlandırırlar.
Çağımızda insanımızı tehdit eden en önemli tehlikelerden biri de yalnızlaşmadır. Yalnızlaşanlarda aidiyet duygusu körelmiştir. Akıllı telefonlar, internet ve ileri teknolojik araçlar, hayatı insansızlaştırmakta ve insanı da yalnızlaştırıp aptallaştırmaktadır.
Modern teknolojinin bu nimetlerini kullanmayalım demiyorum, kullanalım ancak onlara sahip ve hâkim olalım, mahkûm ve ait olmayalım. Aidiyet duygusu bu bağlamda insanları yalnızlaştırmaktan kurtarıp toplumsallaştırmaktadır. Aidiyet, tohumu ağaç, hücreyi insan yapar. Aidiyet duygusu, insanı şahıs olmaktan kurtarıp şahsiyet kimliğini kazandırır.
Prof. Dr. Şemsettin Dursun/ İrfanDunyamiz.com
Şahsiyet Gelişimi↗
Müslümanca hassasiyetlerle yazılmış kişisel gelişim yazıları okumak için tıklayın.
Adab-ı Muaşeret↗
Sosyal hayattaki edep ve görgü kurallarına dair yazıları okumak için tıklayın.