
Batının Müslüman düşünürlere hediye ettiği bir set vardır. Entelektüel olacaksınız, bilimsel düşünceye önem vereceksiniz, bilimi evrensel tek ölçü olarak göreceksiniz, eğitime, ekonomiye ve siyasete batılı paradigmayla bakacaksınız. Bu seti kabul ettiğinizde Müslüman olarak kalabilirsiniz ama Yunanlı gibi düşünmeye başlarsınız.
En başta “entelektüel” olmayı kabul ederek batının süslü dünyasına girmiş oldunuz. “Entelektüel” kavramının Müslüman zihninin bir ürünü olarak ümmet-i Muhammed içerisinde zuhur etmiş bir kavram olmadığını kavrasaydınız kendi dünyamızın kavramlarını tercih ederdiniz. Yazık kendinizi ifade ettiğiniz kavramı bile batıdan almışsınız.
Kendi kavramlarımız
Ümmet-i Muhammed’in bağrında ortaya çıkan kendi kavramlarımız ise “âlim, arif, münevver, mütefekkir” gibi kavramlardır. “Ne fark eder canım ha arif ha entelektüel?” derseniz farkı şöyle izah edelim. Arif kişi irfan sahibidir ve kendi özgün dünyasının insanıdır. Entelektüel ise batılı düşünceyi müslümanlaştırmak yerine bizim kavramlarımızı bir sos gibi kullanarak batılı düşünceye yamamaya çalışır.
Entelektüel olmayı kabul ederek paradigmanın dünyasına adım atmış olduğunun da farkında değildir. Eğitim paradigması, siyaset paradigması, ekonomi paradigması veya başka bir bilimsel paradigma üzerinde yoğunlaşır. Ne yazık ki bizim dünyamızın kavramı olan “fıkıh”ı bırakmış ve “paradigma” üzerinden gitmektedir. Artık ondan bir eğitim fıkhı, siyaset fıkhı, ekonomi fıkhı beklemeyin.
“Ne olmuş canım ha paradigma ha fıkıh” dediğiniz zaman farkı anlayamıyorsunuz, eğitimin paradigması olduğuna inanırsanız evrensel diye yutturulan bilimsel kabuller ölçünüz olur. Eğitimin fıkhı dediğiniz zaman ise Kur’an ve Sünnete uygun bir şey yapmak zorundasınızdır ki Müslüman olarak bize yakışan da budur.
Bilmiyorum fark edebiliyor musunuz, batılı kavramları kabul etmeye başladıktan sonra ara sıra sos olsun, çeşni olsun diye kullandığımız kendi kavramlarımızdan da uzaklaşmaya başlıyoruz. Hiç düşündünüz mü sabahtan akşama kadar “bilim bilim” diyen Müslüman bir cenah var, neden bu insanlar “ilim, ilim” demiyorlar da sürekli bilimi ön plana çıkarıyorlar?
Birçok insan bugün bilim kavramının masum olduğunu düşünüyor. Onun rasyonalist, pozitivist ve seküler temellerinden habersizler. Onun rasyonalist olması, sadece akılla genelgeçer doğrulara ulaşabileceği iddiasında olması demektir. Pozitivist olması onun beş duyuya hitap eden fiziksel, maddi dünyanın gerçeklerini tek gerçek olarak kabul etmesidir.

Bize uymaz
Bizim Müslüman düşünürler iyi niyetle biz de kendi bilim anlayışımızı ortaya koyalım deseler de sürekli bilimi yücelterek bize uymayan rasyonalist ve pozitivist anlayışların tartışmasız doğrular olduğu tezini yaymış oluyorlar. Oysa bizim akılcılığımızın rasyonalizm ile ilgisi yoktur çünkü bizde akıl-kalp olayı var ve akıl dediğimizde onlarla aynı akıldan bahsetmiyoruz. Kur’an’da akıl kavramını ortaya koyan çalışmalara bakılırsa ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır.
Dolayısıyla Müslüman zihni rasyonalist ve pozitivist kökleri olan bu kavramı olduğu gibi kabul edemez. Çünkü Müslüman zihni mutlak doğrulara akılla değil vahiy ile ulaşılacağını, fiziksel ve maddi dünyanın dışında da gerçekliklerin olabileceğini düşünür. Bilim kavramını kutsamadığı için bir adım sonraki “ilerlemecilik” fikrine de kapılmaz.
Bilim teknolojiyi doğurur, teknoloji ise ilerleme demektir. Bilim, maddi olarak ilerlemeyi sağladığı için, gelişmeyi tetiklediği için kıymetli görülür. Biz ise Müslümanlar olarak diğer dünyevî düşünceleri kabul etmediğimiz gibi tamamen dünyevî ve kapitalist temelleri olan ilerlemecilik fikrini de kabul etmiyoruz. Çünkü kıstası maddi değerlere endekslenmiş bir ilerleme fikri bize hitap etmiyor.
İlerlemeciliğin bir sonraki aşaması Makyavelizm yani amaç için her şeyi mubah görme düşüncesi. İktidarda kalabilmemiz için bunu yapmamız şart, şirketi büyütmek için faizle iş yapmak ve açık saçık kadın figürleri kullanarak reklam yapmak zorundayız gibi düşünceler bunun bir sonucudur. Oyunun kurallarını artık Müslümanın belirlemediği, sadece savrulduğun bir denklemdir bu.
Bilimi kutsadılar
Yıllardır birçok Müslüman bilim karşısında ezilmiş bir ruh hali ile din ile bilimin çatışmayacağı iddiasını savunup durdu. Hatta yaşam tarzımız anlamına gelen dinin sünnetlerini bile bilime doğrulatma hevesine kapılanlar oldu. Mesela misvakın dişler için faydalı olduğu, yerde oturarak yemek yemenin sağlık açısından faydalı olduğu gibi bilgileri bilim adamlarına doğrulatmak istediler. Bunu yapanlar aslında farkında olmadan seküler temelli bilim anlayışını da yüceltmiş oluyorlardı.
Kendi inancımıza olan güvenimiz arttıkça kavramlara kendi dünyamızdan bakmayı da yavaş yavaş öğreneceğiz. Bu anlamda kendi kavramımız olan “ilim” kavramının “bilim”i karşılamadığını çok iyi kavramamız gerekiyor. Bilimin bir çeşit kâinatı okuma ve açıklama tekniği olduğunu söyleyebiliriz. Bu okuma tarzı pozitivist ve rasyonalist olduğu için bizim okuma tarzımıza benzemiyor.
O maddi gözlüklerle bakıyor kâinata… Biz ise kâinata, kâinattaki her şeyi Yüce Rabbimizle ilişkilendirerek bakıyoruz. Yani kâinatı besmele çekerek okuyoruz ki bu okuma biçimine de “ilim” diyoruz. Nitekim Kur’an’ın ilk inen ayetinde de; “Rabbinin adıyla oku” buyuruluyor. İlim, varlığı, olayları, insanı, toplumu kısacası her şeyi Allah’ın bak dediği yerden bakarak tanımlamak ve o tanımlamaya uygun davranışı ortaya koymaktır.
Buradan da anlıyoruz ki âlim kâinata Allah’ın bak dediği yerden bakan ve onunla da amel eden kimsedir. Biz Müslümanlar dünyayı ne şekilde okuyacağız? Rabbimizin adıyla mı okuyacağız, pozitivist ve rasyonalist bilim kavramını ön plana çıkartarak mı okuyacağız? Bilim kavramı “Rabbinin adıyla oku” ayetindeki okuma modelini karşılamıyor. Matematiği, fiziği, biyolojiyi, coğrafyayı, tarihi bu okuma modeliyle okumayı öngörmüyor. Bundan dolayı bizim ön plana çıkarmamız gereken kavram “ilim”dir.
Bize de uzun yıllardır din bilim çatışması tezine karşı olarak din ile bilimin çatışmadığı tezini savunma rolü biçilmişti. Vay efendim bilimle din çatışır mı diye çıkışlar yaptığımız olmuştu gençlikte. Ama şimdi kâinatı Müslümanca okuma modeli olan “ilim”e doğru yönelmek durumunda olduğumuzu, kendi dünyamızın kavramı olan “ilim” kavramını yüceltmemiz gerektiğini daha iyi anlıyorum.
Buraya kadar anlattığımızı özetleyecek olursak, Müslüman olarak kendi kavramlarımızı kullanacağız, entelektüel değil irfan seviyesine ulaşmış bir arif olmaya çalışacağız, Müslümanca bir eğitim anlayışı ortaya koyup adına eğitim paradigması değil eğitim fıkhı diyeceğiz. Diğer alanlarda da aynısını yapacağız. Bilim kavramını değil ilim kavramını yücelteceğiz. İlerlemecilik fikrinin kapitalist köklerini fark edip istikamete dayalı bir ilerlemeyi savunacağız.
Peki bilime nasıl bakacağız? İnsanlığın yararına her türlü gelişmeyi, çalışmayı, çabayı kutsamaksızın önemseyeceğiz ve destekleyeceğiz. Batının sosyal konulardaki bilimsel düşünce diye yutturduğu şeylerle teknik ve teknolojiyi geliştiren bilimsel bilginin farklı şeyler olduğunu anlayacağız. Birincisini onların başına çalacağız, ikincisini kendimize mâledeceğiz. Fakat bütün bunları yaparken dünyacı ilerlemecilik fikrine de kapılmayacağız.
Medeniyet fikri
Kendini entelektüel olarak tanımlayan bazı Müslümanların daha çok medeniyet fikri üzerinde yoğunlaştıklarını görüyoruz. Çünkü batı insanı konforu sever, medeniyet fikrinin de bazı konforlu tarafları var. Medeniyet fikrini inkâr etmediğimizi yazının ilerleyen bölümlerinde göreceksiniz.
Medeniyet fikrinin konforlu tarafı nedir derseniz bir örnekle açıklamaya çalışalım. Mesela siz sabahtan akşama kadar Vav Tv’de medeniyet anlatsanız hiçbir kimse anlattıklarınızdan ürkmez. “Allah’ın hükümleri ile bu ülkede neden hükmedilmiyor, neden İslami bir devlet yapısı yok?” derseniz o zaman insanların konforunu bozarsınız.
“İslam medeniyeti” söylemi almış başını yürümüştür. Peki “İslam devleti” söyleminin akıbeti ne olmuştur? Öyle bir hale gelinmiştir ki artık Müslümanlar ayakları yere basan “İslam devleti” söyleminin yerine, hayal âleminde uçuşan bir medeniyet söylemini tercih etmişlerdir.
Açıkçası ben bu konuda, laik devletin Müslümanları medeniyetçi yaptığını düşünüyorum. Çünkü minarenin mimarisi, kubbenin açısı, şadırvanın mermeri gibi medeniyeti ifade eden sembollerle sistemin hiçbir zaman problemi olmamıştır. İşte konfordan kastımız da budur.
Biz “islam devleti” kavramının unutulduğunu söylüyoruz ama aslında sadece bu değil “islam” kavramını bile bloke eden bir kavram haline geldi. Eskiden “Dinimizde bu vardır” derdik. Şimdi “kültürümüzde bu var” “Medeniyetimizde bu var” gibi ifadeler daha çok kullanılmaya başladı.
Ve en acısı de nedir biliyor musunuz? Bize medeniyet anlatan bu zevatın İslam devleti gibi bir derdi olmadığı için önce liberalizm ve demokrasiye, sonra da laikliğe doğru savruluyorlar. Din anlatanlarla medeniyet anlatanlar ayrımını yaptığınızda fotoğraf daha da netleşiyor. Bütün bunlarla birlikte medeniyet kavramını doğru bir düzlemde ele alan münevverlerimiz de var.
Kavramının kökeni
Batı’da medeniyet kavramı 1775 yılından itibaren kullanılmaya başlıyor. Medeniyet kelimesinin Müslüman dünyada kullanılışı ise 1838 tarihine uzanıyor. Bundan önce medeniyet kavramına biz rastlamıyoruz. Hatta Batı’daki medeniyet anlamına gelen “city, civilization” kavramına karşılık arandığında hazeri ve bedevi kavramlarından yola çıkarak “hazeriyat” kavramını kullanıyorlar. Denilir ki II. Mahmut bu kavramı sevmemiştir, sevmediği için de “medine”den yeni bir kavram türetilmeye çalışılmıştır.
Medeniyet kavramı aşağı yukarı 1940’lara kadar “medine”den türetilen bir kavram olarak kullanılıyor. Kırklardan itibaren öz Türkçe cereyanının yaygınlaşması ile birlikte onun yerine uygarlık kavramı kullanılmaya başlıyor. İslamcı veya muhafazakar kesim bu kelimeyi tercih ediyor. Fakat laik veya ırkçı olanlar da kavramın Uygurlardan türetilmiş olan uygarlık kelimesini kullanıyorlar.
Medine bir medeniyetin değil dinin yaşandığı bir yer anlamına geliyor. Peygamber Efendimiz bir medeniyetin temelini atsa da böyle bir kavram o dönemde yok. Tıpkı “tasavvuf, fıkıh, kelam” gibi kavramlar gibi “medeniyet” kavramı da sonradan terim haline geliyor. Bu o toplumda olmadıkları anlamına gelmiyor.
Sahabenin bir medeniyet ufku olsa da o zamanlar bu “medeniyet” kavramı ile ifade edilmiyordu. Medine’yi kurmak demek ilk anlamı ile devleti kurmak demekti. Sahabenin dünyasında bugünkü gibi dini gölgeleyen bir medeniyet düşüncesi olmadığı için onlar; “Benim bu yaptığım dinime uygun mudur, vahye uygun mudur, sünnete hadise uygun mudur” diye düşünüyorlardı.
Diyebilirsiniz ki; “Efendim medeniyet için çalışırsam dinim için çalışmış olurum.” Evet, doğru tabi ki dinimiz için de çalışmış olursunuz ama bu ifadenizde bile dini ikinci plana itmek var. O günün Müslümanları ise medeniyet için değil Allah’ın rızasını kazanmak için mücadele ediyorlardı. Bizler de aynı şekilde hiçbir kavramı dininin önüne geçirmemeliyiz.
Bedri Gencer Hoca bu konuda bazı ilginç değerlendirmeler yapıyor, diyor ki: “İlk defa Fransız oryantalistler İslam Medeniyeti kavramını icat ediyor. Bir taraftan hilafet yıkılacak bir taraftan İslam medeniyeti kavramı icat edilecek. Önce Arap medeniyeti kavramı icat ediliyor sonra İslam Medeniyetine çevriliyor. İlk defa İslam Medeniyeti kavramını kullanan da ünlü Hıristiyan Arap düşünürü Corci Zeydan’dır. İslam hilafeti kavramı da bu süreçte tarihe karışmıştır.”
Bedri Hoca’nın ilginç değerlendirmelerinden birisi de şöyle: “Türkiye’de bunu yaygınlaştıran Yahya Kemal ve Nihat Sami Banarlı’dır. Medeniyet kavramının yaygınlaştıranların genellikle Türkçü- Milliyetçi yazarlar olduğunu görüyoruz. Yahya Kemal için din medeniyetten ibarettir. Mesela bir örnekle açıklayalım. Yahya Kemal için caminin, konumu, silüeti, mimarisi önemlidir ama Mehmet Akif için ön planda olan mihraptır, tevhittir. İşte burada din ve medeniyet arasındaki farkı bariz bir şekilde görüyoruz.”

Yerli düşünce
Medeniyet söylemini Yusuf Kaplan gibi “ümmet” bütünlüğü içerisinde doğru ele alanlar olduğu gibi ırkçı temellerle meseleye yaklaşanlar da var. Bazı medeniyetçilerin yerlilik adına Türk olmayan âlimleri, mütefekkirleri dışladıklarını görüyoruz. “Yerli düşünce” kavramını “bize ait olan bizim özümüzden çıkmış olan düşünce” anlamında kullananlara diyeceğimiz bir şey yok ama yine de bazı hususları hatırlatmakta fayda var.
Daha ilk bakışta bu kavramın bir yer ile ya da bir mekân ile yahut bir coğrafya ile alakalı olduğu anlaşılıyor. Yerli; “bir yere ait” anlamındadır. Peki, Müslüman’ın düşünce sistemi acaba coğrafî anlamda bir yere ait olmayı kabul edebilir mi? Müslüman düşüncesini bir bölgeye izafe etmek veya onu bir coğrafya ile mukayyet kılmak acaba ne kadar doğrudur? İşte yerli düşünceyi bu bağlamda ele alanlar yanlış yoldadır.
Sözgelimi Osmanlı’nın hüküm sürdüğü topraklarda yetişen âlimler için “yerli” ifadesini kullananlar, acaba Çin’deki bir Müslüman âlim hakkında ne düşünürler? Yerli olmadığı için kötü müdür? Ya da “yerli düşünce”den bahsedenler Çin’deki o âlimin görüşlerini yerli olmadığı için beğenmeyecekler midir?
Müslümanlar açısından bu anlamda “yerlilik” diye bir kıstas olmadığı gibi “yerli olmak” bir artı değer olarak da düşünülemez. “Yerli olan ve olmayan ayrımını neye göre yapıyorlar öyleyse?” diye soracak olursanız diyebiliriz ki bu ayrım “ulus” zihniyetinin bir ürünüdür. Çünkü ümmetçi bir insan böyle ayrımlar yapamaz.
Bizim burada “yerlilik” meselesini bir kez daha dikkatlice düşünmemiz gerekiyor. Biz Müslümanlar kalbi ve zihni birlikteliğimizin fiziksel âlemdeki yegane sembolü olarak Kabe’yi görürüz. Ve ona yönelerek, birleşir ve bütünleşiriz. Dolayısıyla Kabe’ye yönelen müminlerin yerlisi veya yerli olmayanı olmaz. Ancak yabancılara ait olmayan kendi helalimiz anlamında kullanılıyorsa yerlilik bizim için bir anlam ifade eder.
Bunun dışında öyle bir ayrımı yapmak Allah korusun bizi çok yanlış bir noktaya götürür. Kaldı ki; “Bir yerlilik bilincine ihtiyacımız var, Ortadoğulu yazarlar, âlimler, düşünürler Türkiye’yi çok etkilediler” cümlesini kullananlar yanlış yoldadır. Bilmiyorum buradaki tehlikeyi görebiliyor musunuz? Yani siz yerli olunca, öteki de Ortadoğulu falan oluyor. En bilinçli zannettiklerimiz bile, bunun ulus formatının bir ürünü olduğunu fark edemiyorsa, bizim de bu konuyu daha fazla uzatmamızın bir yararı olmayacaktır.
Son olarak medeniyet kavramına nasıl baktığımızı özetleyerek noktayı koymak isteriz. Dinin iman, ibadet, ahlak ve muamelat boyutları vardır. Dini parçacı yaklaşımlarla doğru anlamak mümkün değildir. Din bu şekilde tasnif edilirken dini hayatı da üç boyutlu olarak tasnif edebiliriz. Devlet boyutu, medeniyet boyutu ve gönül boyutu…
Bazı düşünürler dinin devlet boyutuna ağırlık vermişler, bazıları medeniyet boyutuna ağırlık vermişler, bazıları ise gönül boyutuna ağırlık vermişler. Dini esasların devlette hâkim olması ideali nasıl bizim idealimizse medeniyet olarak da diğer uygarlıklardan üstün olmak da bizim idealimizdir. Biz devlet ve medeniyet idieamızı dile getirirken gönül boyutunu da ihmal edemeyiz.
Herkes meşrebine göre bir boyutuna ağırlık verebilir. Çünkü bizim hilm sahibi gönül insanlarına da ihtiyacımız var, devlet yönetecek ve gerektiği zaman sert olabilecek, cihad edebilecek insanlara da ihtiyacımız var. Bunları iç dünyamızda uzlaştırabilirsek daha bütünlükçü bir yaklaşım ile dinimizi anlamış oluruz diye düşünüyorum.
Aydın Başar/ İrfanDunyamiz.com
İstikamet Yazıları ↗
İslam’ın şuur boyutuna vurgu yapan yazıları okumak için tıklayın.
Kaynak Metinler ↗
İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.
Din, ilim, fıkıh, âim, ârif, ümmet.. kavramları öz ve öz bizimdir. Medeniyet kavramı da doğru ve kıvamında kullanıldığında yine bize aittir. Bazı ilim ve düşünce çevrelerinde kullanılan yabancı kavramların hiç de masum olmadığına dikkat çekilen yazıda bize ait olan kavramların kıymetini bilmeye ve onlarla düşünüp üretmeye bir çağrı var.
Cemil Meriç’in dediği gibi “kamusumuz namusumuzdur. Bu bilinçle yazıyı kaleme alan Aydın kardeşime münevver emgelecek niyaz ederim.
Kendimizi doğru ifade edebileceğimiz, millî ve dinî hafızamız olan kavramlara/mefhumlara dikkat çektiğiniz için çok teşekkür ederim Aydın Bey Hocam. Bedri Gencer Hocanın Yahya Kemal ve Nihat Sami Banarlı ile ilgili değerlendirmelerine ise katılmıyorum. Yahya Kemal’in, meşhur Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirini bir bütün olarak okuyup özellikle “Bir zaman hendeseden abide zannettimdi” mısraı üzerinde tefekkür edilirse onun medeniyet kavramına bakışı daha iyi anlaşılır diye düşünüyorum. Allah’a emanet olunuz.