Kimin tavuğuna kışt dedim?

“Biz inandığımız davaya koşarak gideriz, koşarak gidemezsek yürüyerek gideriz, yürüyerek gidemezsek sürünerek gideriz ama davamızdan asla vazgeçmeyiz.” diyen Prof. Dr. Necmeddin Erbakan Hocamızın bu güzel sözleriyle başlamak istiyorum sözlerime.

1970’li yıllarda Rahmetli Erbakan Hocamızın vekil imamları asalete geçirmesiyle Babam, Boyabat’ın en yakın köyü Çorak Köyü’nde imam hatiplik görevine başladı. Köyün muhtarı da babamın hafızlık arkadaşıydı.

Ben o zamanlar Boyabat İmam Hatip Lisesi’nde okuyor, köyden yürüme ile okula gidip geliyordum. 70’li yıllar siyasi çalkantının en yoğun olduğu yıllardı. Köyler, mahalleler sanki parsellenmişti, her biri siyasi partilerin şubesi gibiydi. Çorak Köyü muhtarı Adalet Partisinin ilçe başkanı olması ve köyünde sözünün üstüne söz söyleyecek kişilerin olmaması dolayısıyla o siyasi partinin bir karargahı olmuştu.

Muhtarın üç oğlu da imam hatip lisesinde okuyorlar babaları ile aynı söylemi paylaşıyorlardı. Köyün gençlerini de kendilerine çekiyorlar, başka görüşte olanlara ise pek tahammülleri yoktu. Ben de o köye geldiğimde MTTB’ye üye olmuş ve genç kardeşlerimizle İslam ideali peşinde canla başla çalışmalara katılıyordum. Şûra ve Sebil dergileri ile Yeni Devir gazetesini takip ediyordum. Tabi ben bu duruşum köy muhtarının pek hoşuna gitmiyordu. Her fırsatta babama beni şikâyet ediyordu.

Muhtar manda ticareti yaptığı için bir çoban bulmak maksadıyla rahmetli Babamı bizim köyümüz olan Çukurhan Köyü’ne gönderdi. Babam giderken bana; “Oğlum! Okuldan gelince akşam, yatsı ve sabah namazlarını” kıldırıver demişti. O gün de köyde düğün var, akşam köy okulunda düğün sahibi köylülere ikramda bulunduğu için akşam namazından sonra ben de davete icabet ettim. Yemekler yendi, yemek duasını yapıp yatsı namazını kılmak için camiye geldim. Namazı bir ihtiyarla kıldık.

Camiden eve yöneldim, benim küçük biraderim o zaman 7- 8 yaşlarında koşarak yanıma geldi. “Abi ,abi” diyor, ben “ne var” dediğimde susuyor… Öylece eve doğru yürüyoruz… Evin yanı başında bir samanlık var orası karanlık… Oradan bir ses; “Hoop Osman Efendi selam sabah yok mu?”

Ses tarafına yöneldim, baktım muhtarın üç numara oğlu… Tabi yaşça benden büyük… Bir baktım 8-10 kişi bana doğru geliyor. “Kusura bakmayın göremedim karanlıktan” dedim. Hemen o ara gelip etrafımı sardılar. Muhtarın oğlu; “Bak oğlum! Bu köyde yaşayacaksan bizim dediğimizi yapacak, bizim gittiğimiz yoldan gideceksin. Yoksa bu köy sana dar gelir” diye beni tehdit etmeye başladı.

Meğer benim kardeşim onların bu tuzağını görmüş, korkudan bana söyleyememiş. Ben de gayet soğukkanlı bir şekilde; “Teşekkür ederim kardeşim, benim ne kadar güçlü biri olduğumu bana gösterdiniz. Madem kabadayılık edeceksin bu etrafında bulunan conilere ne hacet, tek gelsen kozlarımızı birlikte paylaşırdık. Zaten benim bu kadar kişi ile baş edemeyeceğimi herkes kabul eder. Hem ben size ne yaptım? Köyünüzde bir bacıma laf mı attım, bir kişini tavuğuna kışt mı dedim? Hem ben namazdan geliyorum, meyhaneden değil” deyince çekip gittiler.

O günden sonra baskılar artarak devam etti. Sürekli psikolojik baskının yanında fiziki baskı da bir kalem yukarı tırmandı. Köyün gençlerinden bazıları yolda giderken sözle taciz etmeye, top oynarken topu kasti benim üzerime atmaya başladılar.

Bir gün Muhittin arkadaşla şehre doğru yaya giderken, top oynayanlardan bir genç topu bana doğru çekti. Top kafamı sıyırıp geçti. Bende tabii olarak; “Neden böyle yapıyorsun” deyince, “Sana mı soracağım nereye vuracağımı” diyerek üzerime geldi. Benim boyum 1.65, onunki 1.80, yapılı kuvvetli biri. Büyük bir hışımla bana saldırdı, yanımdaki arkadaş şöyle bir ayırayım der gibi oldu, sonra bıraktı gitti. Uzun bir müddet boğuştuk.

Köyden babaannem görmüş, yaşlı kadın koşarak geldi, ayırmaya çalıştı ama o kadar dolmuş ki bana karşı bir türlü ayrılamıyor. Ben de karşılığını veriyorum ama benden çok güçlü olduğu için anca cevabını veriyorum. İkimiz de hayli yorulduk ve ayrıldık.

Köyden İmam Hatip Lisesi’ne gidip gelirken okulun sosyal aktivitelerine de aktif olarak katılıyordum. Biriktirdiğim harçlığımla çıkan gazete ve dergileri de alarak bilgi hazinemi genişletmeye çalışıyordum. Çıkan İslami eserleri de yutarcasına okumanın gayreti içerisindeydim. Bir anımı boş geçirmemeye gayret gösteriyordum. Beni en çok etkileyen Minyeli Abdullah romanını göz yaşları içerisinde kaç defa okuduğumu hatırlamıyorum. İslami dergiler yanında diğer bulduğum dergileri ve çeşitli kitapları da ihmal etmiyordum.

Bir gün Boyabat orta çarşıdan dört yol tarafına acil bir iş için gidiyorken Çorak Köyü muhtarının ikinci oğlu (Şimdi ünlü bir profesör) Çorak Kahvesi’nin önünde bana: “Seninle şurada birer bardak çay içelim” diyerek önüme durdu. Acele gitmem gerektiğini söyledim ama; “Bir 5 dk. seninle konuşmak istiyorum” deyince kabul ettim.

Kahvehaneye girdik, oturur oturmaz benim önüme bir dergi koydu. Baktım Millî Fikir Dergisi. Benden yaşça büyük olduğu için; “Hayırdır abi! Bu nedir?” deyince; “Bu dergi sana hediyemdir, seni abone yapıyorum her ay evine gelecek, bedelini de ben ödeyeceğim” dedi. “Yok öyle kabul etmem, ayrıca emr-i vaki gibi olduğu için de bu teklifini kabul etmem” deyince; “Hem bizim köyün ekmeğini yiyeceksin hem de bizim dediklerimizi reddedeceksin” diyerek bana çıkışmaya başladı.

O derginin sağ üst köşesinde bir el yumruk şeklinde baş parmak yukarı doğru ve bir çember içinde… Ben; “Bu nedir abi” dedim. O da; “Bu elin dört parmağı dört mezhebi gösteriyor, baş parmak hak olduğunu, çember de dört mezhebin dışına çıkılmaz onu anlatıyor” diyerek beni ikna etmeye çalıştı. Ben de; “Bir şey sorabilir miyim?” dedim. “Sor bakalım” dedi. “Erbakan Hocamız bu işareti yaptırınca yeşil Komünist Rusya’yı gösterttirdi demiştiniz, sizin bu işaret Amerika’yı mı gösteriyor?” deyince yerinden fırlayıp bir tokat vurdu. Birbirimize girdik, kahveci Cevdet dayı aramıza girerek bizi zor ayırdı. Bana; “Bir daha seni bizim köyde görmeyeceğim, gelirsen seni şöyle yaparım böyle yaparım” diye bir sürü tehdit savurdu. Ben de gayet sakin; “Akşam yaya olarak yine babamın görev yaptığı köye geleceğim. Üç kardeşsiniz, yolda önümü kesip bana dersimi verebilirsiniz” dedim. Ayrılıp yoluma devam ettim.

Tabi kimse bir daha önüme çıkmadı, rahmetli babam bu durumları duymuş muhtar ve aynı zamanda hafızlık arkadaşının evine giderek; “Böyle bir haksızlığı kabul edemiyorum, çocukların hayatıyla oynama” deyince, muhtar; “Senin oğlun çok dik kafa, bu köyde herkes benim dediklerimden çıkmaz, senin oğlun bir tek ayrı gidiyor.” Rahmetli babam; “O ne demek öyle, onun bir fikri olamaz mı? Ot mu bu çocuk?” deyince; “İşine gelirse bu köyün kuralı bu! İşine gelmezse başka köye gidebilirsin. Bu köyde senin rızkın kesildi” demiş.

Babam bir anda sinirlenip; “Rızkı veren Allah’tır. Geçmişini ne çabuk unuttun, hafızlık yaparken ne hallerdeydin şimdi üç kuruş buldum diye ne hale geldin. Kendine gel hafız bugünden sonra zaten ben burada durmam” der. Ertesi gün müftülüğe giderek tayinini Çarşak Köyü’ne aldırır. O günlerde 12 Eylül olur.

12 Eylül ülkemize kâbus gibi çöktü. Benim üzerime sanki daha çok çöktü. Çünkü ispiyoncular hep belli kişileri şikâyet ediyor ve sorgu sual sormadan kodesi boyluyorsun. Benim de korkum şikayet edilip evimize baskın yapılarak o zaman yasak kabul edilen kitap ve dergileri yakalatmaktı. O neşriyatı yakmak zorunda kaldım. Sebil dergileri, Şûra dergileri, Seyid Kutub’un eserleri, Hasan el Benna’nın risaleleri vb. kitapların hepsini yakmak zorunda kaldım. Onlar yanarken sanki bende onlarla yanıyordum.

Çorak çilesi bitti, Çarşak Köyü’nde yeni bir sayfa açmış olduk. İki sene 9 öğrencinin bindiği köyün muhtarı Hüseyin Amca’nın Reno taksisi ile 10 km uzaktaki okula gidip geliyorduk. Bazen onun işi çıktığında rast gelen traktörlere binebilirsek biniyor yoksa yaya olarak geliyorduk. Öğle yemeğini babamın gösterdiği Zafer Lokantası’nda sadece ya bir kuru fasulye ya da nohut yiyerek hallediyorduk. Babam da maaşı alınca aybaşında ne kadar hesap çıkarsa ödüyordu. Hatta öğle yemek parası olmayan arkadaşlarımla yarım kuru fasulye bana yarım kuru fasulye ona ısmarlayarak yemeğimizi paylaşıyorduk.

Çarşak Köyü’nde hiç bir sorun yaşamadan İmam Hatip Lisesi’nden 1982 senesinde mezun oldum. Bu köyün benim yanımda başka bir yeri vardır. Hafta sonları imamet görevini ben babamın yerine yapıyordum. Çocukları okutmak, Cuma namazı kıldırmak, ramazanlarda teravih namazları kıldırmak beni imamet görevine daha fazla ısındırttı. Bizim bu zor şartlarda okumamızda emeği geçen başta rahmetli babama ve diğer vefat edenlere Allah’tan rahmet, sağ olanlara hayırlı ve sağlıklı ömürler diliyorum.

Osman Gülşen/ İrfanDunyamiz.com 

Şunlara Gözat

Abdullah bin Mes’ud gerçek bir kahramandı…

Elimizdeki kaynakların bildirdiğine göre Hazreti Dâvûd aleyhis selam, babasının en küçük oğludur ve çobanlık yapmaktadır. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.