Kendi dilinden M. Yaşar Kandemir hocamız

Yozgat’a on beş km. uzakta, Sivas yolu üzerinde, merkeze bağlı İnceçayır köyünde 10 Aralık 1939’da doğmuşum.

Ailemiz, soyumuz bu köydendir. Babam köyümüzün imamıydı. Merhum annem ise Yozgat’ın içindendi. Bir berberin kızıydı. Annem evimizin işini tek başına çekip çevirirdi. Yani 40-50 koyunu, 3-4 ineği tek başına sağar, sütlerinden yağ peynir yapardı. Ayrıca bahçe işleriyle de uğraşırdı.

İlkokulu köyümde okudum. Ben ilkokulu bitirdiğimde Yozgat’ta henüz İmam-Hatip Okulu açılmamıştı. Ailem, tek çocukları olan beni -bir şehir kızı olan merhum annemin tesiriyle olmalı- bir meslek sahibi yapmak için 1952’de köyden Yozgat’a göçtü.

Bir yıl Kur’an Kursu’nda okudum ve bu arada Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birini ezberledim. O yılın sonunda İmam-Hatip Okulu açıldı, ben de oraya geçtim.

İlk hocalarım

Kursumuzun iki hocası vardı. Biri daha sonraki yıllarda bize İmam-Hatip Okulu’nda da Kur’ân-ı Kerîm öğretmenliği yapan Yozgat’lı Fazlı Lekesiz, diğeri de Trabzon’lu merhum hocamız Hüseyin Sarıcaoğlu. Her ikisi de ilkokul mezunu, Arapça tahsili yapmış, hâfız, kıraat tahsil etmiş değerli ve faziletli insanlardı.

İmam-Hatip Okulu’na başlamadan önce değil ama başladıktan sonra özel olarak Arapça dersleri aldım. Yozgat İmam-Hatip Okulu açıldığında Yozgat Müftüsü merhum Hüseyin Avni Bayraktar’dı. Arapça’yı çok iyi bilir ve öğretirdi. O yıllarda İmam-Hatip Okulları’nda Arapçayı öğretmek üzere en-Nahvü’l-vâdıh adlı altı kitaptan oluşan bir seri kitap vardı. Hüseyin Avni hocamız bu kitabı temrinleriyle birlikte pek güzel öğretirdi. İlk üç yılda bu eserin üç cildini okuttu. Görüp göreceğimiz rahmet de bu oldu.

Biz dördüncü sınıfa geçince Müftü Efendi başka bir yere tayin edildi. Bu duruma çok üzüldük. Özellikle benim, Arapça hocası bulmak için çırpınmama, Arapça bildiğini düşündüğüm bazı kimselerle okul idaresi arasında irtibatlar kurmama rağmen bir daha öyle muhtevalı bir hocaya kavuşamadık. Bu sebeple de kendisini hiç unutamadık.

Mehmet Rüştü Aşıkkutlu

Merhum hocamız Kur’ân-ı Kerîm’i güzel okumasıyla da ünlüydü. Hocamın akrabası olan Abdullah Hatipoğlu hocaefendiden pek yakında öğrendiğime göre merhum hocam, Haseki Eğitim Merkezi’nin ilk kıraat hocalarından Mehmet Rüştü Âşıkkutlu Hocaefendi’nin talebesiymiş.

Bir de Gevrek-zâde Yusuf Efendi’den Farsça dersi almıştım. Gevrek-zâde, Büyük Camii’nin (Çapanoğlu Camii’nin) emekli imamlarından olup o zamanlar seksen küsur yaşlarındaydı. Evi, babamın imamlık yaptığı Ali Efendi Camii’ne yakındı. İkindi namazı yaklaşınca evine gider, hocamın koluna girerek camiye getirirdim. Namazdan sonra, Arapça hocam Ömer Lütfi Zararsız ile birlikte Hoca efendiden Farsça okurduk. Sonra da onu tekrar evine götürürdüm.

İmam hatip yıllarım

Bir gün Kur’an Kursu’nda ezberlediğim sayfayı hocalarımdan birine dinletmek için sıra beklerken, hocamız merhum Hüseyin Sarıcaoğlu Yozgat’ta da İmam-Hatip Okulu’nun açıldığını söyledi ve okulu bize kısaca tanıttı. Okula kaydetmek için talebe aradıklarını, kendisinin de bu okulda okumak isteyen Kur’an Kursu öğrencilerini kaydedeceğini söyledi. Talebelerin içinde, aklımda kaldığına göre en küçüğü bendim. Babamı da yakından tanıyan hocam benim bu okula kaydolmamın daha isabetli olacağını söyledi ve ilk önce benim adımı yazdı.

Hâfızlığı tamamlamayı çok istediğim halde buna imkân bulamadım. Hâfızların ifadesiyle söyleyecek olursak “yedi sayfayla gidiyordum.” Yani Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birini ezberlemiştim. Sonraki yıllarda, ‘hiç değilse ezberlediklerimi unutmayayım’ diye çalıştım. Yüksek İslâm Enstitüsü’nde okurken de buna gayret ettim. Fakat ezberlemekte zorluk çekmemden olmalı, ezberlediklerimi de maalesef koruyamadım.

İmam-Hatip Okulu bizim okuduğumuz Kur’an Kursu binasında açıldı. Binanın yarısını İmam-Hatip Okulu’na verdiler. Gerisinde Kur’an Kursu faaliyetine devam etti.

Alimler vardı

Yozgat’ta, az da olsa medrese mezunu hocalar vardı. Bunların başında müderris Mehmet Hulûsi Akyol gelir. İstanbul Bayezid Camii’nde, Dârülhilâfe Medresesi’nde ve Yozgat’taki medreselerde müderrislik yapan “Büyük Müftü Efendi” diye anılan Hoca efendi 1950’den itibaren de Diyanet İşleri Başkanlığı Müşâvere Heyeti ve Dinî Eserleri İnceleme Kurulu’nda üyelik yapmıştır. Kendilerinden faydalanma imkanımız olmadı.

Kendisinden en çok faydalandığımız ve üzerimizde en etkili olan hocamız, muhtelif medreselerde tahsil görmüş olan Şeyh-zâde lakabıyla ünlü merhum Ahmet Şevki Ergin Efendi idi. Yozgat’ımızın mânevî direği olan hocamız bizim ve bizden sonraki arkadaşların İslâm Dini, Akaid, Siyer ve Ahlâk gibi derslerimize gelmiştir.

Medrese mezunu olan hocalarımızdan bir diğeri; Yozgat Müftüsü ve halk arasında ‘Haşmet Hâfız’ olarak bilinen Haşmet Doğar idi. Kısa bir süre Arapça dersimize gelmişti. Onun yetiştirdiği talebelerden biri, kendisinden en çok benim faydalandığım, o zamanlar Yozgat vâizi, daha sonraki yıllarda (1973-1977 arasında) Yozgat Milletvekili olan Ömer Lütfi Zararsız’dı.

Ömer Lütfi hocamız, şahsî gayretleriyle Arapça öğrenmek isteyen talebeleri, aynı zamanda vekil imam-hatip olduğu Natırzâde Camii‘nde (Müftülüğün yanındaki cami, galiba adı böyleydi) okuturdu. Ben de daha çok yaz tatillerinde kendisinden Arapça öğretiminin en önemli kitapları olan İzhâr, Kâfiye ve Telhis kitaplarını okudum. Hatta bu esnada mezkûr kitapları, hocamdan okudukça, kendime göre yalan yanlış tercüme etmeye yeltendim.

Şeyhzade Ahmet Efendi

Sanki içimizi okurdu

Şeyh-zade Ahmet Efendi Hocamız ise, derse girdiğinde, sınıfta sinek uçsa vızıltısı duyulurdu. Hepimiz onu pürdikkat dinlerdik. Bir yaramazlık yapar veya kötü bir şey düşünürsek kalbimizden geçeni bilir diye de korkup çekinirdik. Merhum hocamız sevgi dolu bakışlarıyla ve babacan tavrıyla bizi âdeta kucaklardı. Dersinin hiç bitmemesini isterdik.

Şeyh-zade Ahmet Efendi’nin oğlu Ali Şakir Ergin yakın arkadaşımdı. Bu sebeple evlerine sık sık giderdim. Şakir Bey’in evin alt katında bir odası vardı. Biz daha çok orada bulunurduk. Bu arada hocamızla görüşme fırsatımız olurdu. Okul dışında onun bir bakışına, bir iltifatına nail olmayı ayrıcalık kabul edenlerden biriydim.

Fazlı Lekesiz hocamızı, köyden şehre göçtüğümüz günlerde tanımıştım. Bizim köyden Kur’an Kursu’nda okuyan ağabeylerim vardı. Fazlı hocamız, onlara haftada bir gün din dersi verirmiş. O gün ben de aralarına katıldım. Galiba bir Akaid dersiydi. Hocamız onlara not tutturuyor ve yazdırdıklarını açıklıyordu. Bu dersten çok etkilenmiştim.

İslam Enstitüsü günlerim

Yüksek İslâm Enstitüsünü yatılı olarak okuduk. Fındıklı’daki Namık Kemal İlkokulu’nun çatı katında bulunan Enstitü’ye kaydolup tahsilimizi orada tamamladık. Bu çatı katında hem birkaç sınıf hem de meşhur yatakhanemiz vardı. Pansiyon şartları ve özellikle de yatakhanemizin durumu berbattı. Altmış kişi aynı salonda yatıyorduk.

İmam-Hatip Okulu’nun lise kısmında evlenmiş, talebe olduğum için resmî nikâh yaptıramamıştım. Yüksek İslâm Enstitüsü’nde de yatılı okuyabilmek için evli olmamak şartı vardı. Sonradan birçok arkadaşımın da benim durumumda olduğunu öğrendim. İslâm Ülkeleri Coğrafyası dersi hocamız baş muavinimizdi. Kurallara çok bağlı bir idareciydi. Evli olup da yatılı okuyanların durumlarını tespit ettiğini öğrendik. Bu münasebetle ifadelerimizi almıştı.

Yüksek İslâm Enstitüsü’nün ikinci sınıfındayken oğlum Seyit Ahmet doğmuştu. Ailemizi özlüyorduk, ama memleketimize gitmek için iki önemli engelimiz vardı; biri maddî imkânsızlık, diğeri de yatılılık. Galiba hiç devamsızlık hakkımız yoktu veya bize tam bir askerî disiplin içinde böyle uygulanıyordu.

Ömer Nasuhi Bilmen

Ne hocalar vardı!

Yüksek İslâm Enstitüsünde pek kıymetli hocalarımız vardı. Bunlar arasında Celal Hoca (Mahmut Celaleddin Ökten), Üsküdarlı Hâfız Ali Efendi, Mahir İz gibi tanınmış isimler de vardı. Mehmet Akif Ersoy’un arkadaşı olan ve bizim Tasavvuf dersimize gelen Mâhir Bey’in şiir okumasına bayılır, onun gibi okumaya çalışırdık.

Ahmet Davutoğlu hocamız ise Bulgaristan’da komünist idareden zulüm görmüş, Ezher mezunu, Türkçeyi Anadolu insanı gibi güzel konuşan ve kendimize çok yakın hissettiğimiz biriydi. Ders saatlerinin dışında yine Yüksek İslâm Enstitüsü’nde kendisinden özel olarak Fıkıh ve Usûl-i fıkıh dersleri okurduk. Mevlâm her üçüne de rahmet eylesin.

Bir diğer hocamız ise; o vakitler İstanbul Müftüsü olan Ömer Nasuhi Bilmen idi. Kelâm dersimize geliyordu. Hoca’nın Muvazzah İlm-i Kelâm adlı bir eseri vardı. Erzurum şivesiyle konuşur, muvazzah kelimesini müvezzeh diye telâffuz ederdi. Biz bu kitaptan sorumluyduk. Fakat bu kitap bizi tatmin etmiyordu. Bir gün dersten çıktıktan sonra Hocama yaklaştım ve kendisinden bu ilmi bize Arapça bir eserden okutmasını istedim. Kabul etti. Hangi eserden okuyacağımızı sordum.

– Siz bilirsiniz, dedi.

– Hocam, dedim, bu işi biz değil siz bilirsiniz. Durumumuza uygun, bir veya iki yılda bitirebileceğimiz bir eser tavsiye edin. Hemen tedarik edelim. O hep;

– Siz bilirsiniz, diyor, başka bir şey söylemiyordu.

Merdiven başında on beş dakikaya yakın konuştuk, Hoca yine de bir kitap adı vermedi. Sonunda, talebe arasında Ramazan Efendi diye bilinen Şerhu’l-Akâid’i teklif ettim, kabul etti.

Hocanın bu çekingenliğini çok garipsemiştim. Herhalde Arapça kitap okutmanın kesinlikle yasaklandığı o baskı döneminde yaşamış olmak hocamızı böyle bir çekingenliğe itmişti.

Süpürgeci Han’daki kitapçıdan temin ettiğim eser bir sonraki derste elimizdeydi. Bu defa da biz hocanın süratine ayak uyduramıyorduk. Bir cümleyi okuyup hepsine birden mâna veriyordu. Arapça okuyanların çok iyi bileceği gibi,  biz ondan “kırık mâna” vermesini istiyorduk. Hocamız buna birkaç dakika riayet ediyor, ondan sonra kolayına geldiği şekilde okuyordu. Sonunda dersi takip eden birkaç kişi kaldık.

İstanbul Allah’ın bir lütfu

İstanbul’da tahsil yapmanın bir lütuf olduğunu düşünür, elimizden geldiğince bu imkânı değerlendirmeye çalışırdık. Türkiye-İran Dostluk Cemiyeti’nde akşamları İranlı öğretmenler tarafından verilen Farsça dersini, Fransız Konsolosluğu’nda verilen Fransızca dersini takip ederdim. Güzel Sanatlar Akademisi hocalarından ünlü hattat Abdülhalim Özyazıcı’dan rik’a dersi aldım.

Öte yandan merhum Muhammed Hamidullah hocanın İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde haftada iki gün verdiği konferansları takip ederdim. Sultanahmet’teki Firuzağa Camii’nde imam olan ve Enstitü’de bizden bir sınıf ileride bulunan Bekir Topaloğlu’nun Sultanahmet’teki meşrûtasında bir grup arkadaşla birlikte Beyzâvî Tefsiri okuduk.

Mezuniyet sonrası

Biraz önce de belirttiğim gibi, ben İmam-Hatip Okulu’nun lise kısmına geçince evlenmiştim. Ailemin geçimine katkım olsun diye zaman zaman bir yerlerde çalışmış veya evde kendime göre bir şeyler yapmıştım. Fakat esas itibariyle babamın yardımıyla okumuştum. Babam o mahdut maaşıyla hem beni okutmuş hem çocuklarıma bakmıştı. Artık benim de bir maaşım olacaktı. Bu benim için çok önemliydi.

Sevincimin bir sebebi de hayal ettiğim hizmet imkânı nihayet önümde açılıyordu. Öğretmen olacaktım. Acaba öğretmenliği lâyıkıyla yapabilecek miydim? Esasen bu sancıyı ömrüm boyunca hissettim.

Yüksek İslâm Enstitüsü’nü yatılı okuduğum için mecburi hizmetim vardı. 1964’te çektiğim kur’a sonucu Sivas İmam-Hatip Okulu’na öğretmen tayin edildim.

Talebe yetiştirmek, arkadaşlarımın ve benim en büyük emelimizdi. Hep bunu konuşur, hayaller kurardık. Milletimiz bizden hizmet bekliyordu. Onlar bizi okutmuş, şimdi de bizden çocuklarını okutmamızı ve kendileriyle ilgilenmemizi bekliyorlardı. Bize göre İmam-Hatip Okulu bu millete en büyük hizmeti verecek bir ilim yuvasıydı. Talebeleri de, bizim gibi köylü çocuklarıydı. Bütün derdimiz onları en iyi şekilde yetiştirmek olmalıydı.

O zamanlar İmam-Hatip Okulları henüz gerektiği gibi tanınmıyor, lâyık olduğu ilgiyi görmüyordu. Herkes buradan yetişen insanların ne kadar muhtevalı, vatanına ve milletine hizmet aşkıyla dolu olduğunu görmeliydi. Bunun için de kendimizi daha iyi yetiştirmeliydik. Daha çok okumalı, öğrencilerimize ve halkımıza mükemmel örnek olmalıydık

Öğrencilerimle çok iyi kaynaştık. Onlar benim ilk gözağrımdı. Esasen öğrenci, kendisinin iyi yetişmesi için gayret eden ve kendine iyi şeyler öğreten hocayı tanır ve sever. Yıllarca birbirimizi unutamadığımız öğrencilerim oldu.

Asistanlık yıllarım

İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde asistan olduğum yılda, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, lise mezunu olmak kaydıyla Yüksek İslâm Enstitüsü mezunlarına doktora yapma hakkı tanıdı. Bu şekilde doktoraya başlama hakkını elde etmiş oldum.

Liseden diploma aldığım yıl (1967) İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap Filolojisi’nde açılan doktora imtihanına katıldım. Bu bölümün başkanı, 1966-1967 yıllarında iki yıl süreyle İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü müdürü olan Prof. Dr. Nihad M. Çetin hocamızdı. O vakitler doktora dil imtihanını, doktorayı yaptıracak olan bölüm yapıyordu. İmtihanı kazandıktan sonra merhum Nihad hocamdan tezimi aldım.

Tezimi Arap Dili ve Edebiyatı’ndan yaptım. Tezimin adı el-Kadı İyâz ve Buğyetü’r-râid fîmâ fî hadîsi Ümmi Zer’ mine’l-fevâid’ idi. ‘Ümmü Zer’ hadisi’ diye meşhur olan ve Arapçada pek az kullanılan kelimelerle söylenen bu oldukça uzun hadisi, Kadı İyâz, adı geçen eserinde tamamen edebî açıdan ele alıyordu.

(Bir müddet kayseride çalışır)

Kayseri’den Tuzla Piyade okuluna gittim. Oradaki altı aylık eğitim döneminden sonra Edirne Lalapaşa Hudut Bölüğü’nde askerliğimi tamamladım

Çok kıymetli bir bölük komutanım vardı. O zamanki unvanıyla Üsteğmen Ahmet Çekmegil. Daha sonraları Yarbay olarak emekli oldu. Onunla uzun uzun dinî sohbetler yapardık. Dinî konulara pek meraklıydı. Kur’ân-ı Kerîm, hatta Arapça okumaya bile başlamıştık. Cuma günleri halka yönelik sohbet, o günün şartlarında pek uygun görülmemişti.

Askerlik sonrası 1974 yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’ne Hadis ve İslâm Ahlâkı hocası olarak atandım.

Yüksek İslâm Enstitüsü zamanında öğrencilerimizle çok daha samimi idik. Pek canlı ders yapardık. Ben kendi açımdan söyleyeyim, öğrencinin hadis dersine ilgisi fazlaydı. Çok soru sorarlardı. İlâhiyat Fakültesi döneminde bu sıcaklığın biraz daha azaldığı kanaatindeyim.

80 sonrası

1980’lerin başında Türkiye Diyanet Vakfı bir İslâm Ansiklopedisi yayımlama kararı almış, bazı zevâtı bu işle görevlendirmiş, bir süre çalışıldıktan sonra bir de örnek fasikül yayımlanmıştı. Bu çalışma yeterli görülmedi ve ansiklopedi faaliyetine son verildi.

O zamanlar arkadaşımız Tayyar Altıkulaç Diyanet’te ve Diyanet Vakfı’nın başındaydı. Hatırımda kaldığına göre arkadaşlarla sohbet ettiğimiz bir akşam Tayyar Bey; “Bizler bu işin içinde olursak bu ansiklopedinin hazırlanabileceğini” söyledi ve bizden yardım istedi.

Arkadaşlarımız, haklı olarak bu işin çok zaman alacağını ve buna ayıracak zaman bulunmadığını söylediler.

Ben ise Tayyar Beyin teklifine destek verdiğimi, haftada ikişer günümüzü bu işe ayırırsak ansiklopediyi çıkarabileceğimizi söylediğimi hatırlıyorum.

1983’te beş arkadaş bu işe başladık: Hayreddin Karaman, Bekir Topaloğlu, İsmail Erünsal, Mehmet İpşirli ve ben. İlk birkaç yılda, bir kısmımız Ansiklopedi çalışmalarına haftada iki günümüzü değil, dört beş günümüzü vermek zorunda kaldık. Sonra hamdolsun bugünlere gelindi. Şimdiye kadar Ansiklopedi’nin 31 (otuz bir) cildi yayımlandı.

Ansiklopedi’nin otuz birinci cildinin çıktığı bugüne kadar 170 madde yazmışım. Hadis maddesi, Sahîh-i Buhârî ve Sahîh-i Müslim -ki her ikisi de “el-Câmi’u’s-sahîh” adıyla yayımlandı, Hatîb el-Bağdâdî, İbn Hacer el-Askalânî gibi oldukça hacimli maddeler bunlar arasındadır. Tamamlanınca, inşallah 200’ye yakın madde yazmış olacağım.

Akademik hayatım

1987’de doçent oldum. Doktoradakine benzer bir sıkıntı yaşamadım. 1991’de profesör…

O zamanlar, unvan sahibi bazı insanların olumsuz davranışları bu unvanlara sıcak bakmaya engel teşkil ederdi. Bu tedirginlik bende de vardı. Özellikle de İmam-Hatip Okulu ve Yüksek İslâm Enstitüsü mezunları olarak unvan sahipleri tarafından çok mağdur edildik. Bu unvanları alınca, “Bak ben de senin unvanlarına sahip oldum” duygusundan çok, “Bak bu unvanlar ulaşılmayacak bir şey değilmiş. Çünkü insanı önemli yapan unvanı değildir. Adam olan, bu unvanlara sahip olmadan da adamdır” deme duygusu uyandırdı bende.

Bir de şu var: Günümüz insanı unvanlara maalesef pek değer veriyor, onları çok önemsiyor. Halbuki önemli olan bu unvanların güzel hizmetlere vesile kılınmasıdır.

Kendi isteğimle 1999’da yedi yıl erken emekli oldum. Öğrencilerimin bana hadisle ilgili soru sormamasından endişe etmeye başladım. “Galiba ben bu işi yapamıyorum” diye endişelendim. Öğrendim ki, diğer arkadaşlar da aynı şeyden şikâyetçi. Derslerden eski zevki alamamak bana ağır geldi. Bunu, “eskiye özlem” diye değerlendirirseniz, yine de itiraz etmem.

Şifa-i Şerif Dersleri

Bizim talebeliğimizden beri İstanbul’un Fatih camiinde talebe okutan Emin Saraç Hocaefendi, Eyüp Sultan Camii’nde Şifâ-i Şerif okutmamı ısrarla istedi. Kendisi de Fatih Camii’nde bu eseri 6-7 defa okutmuş.

Şifâ-i Şerif, hicrî 544 yılında vefat eden Endülüslü Muhaddis Kadı İyâz’ın Peygamber Efendimiz’i hayatı dışında hemen her açıdan ele alan bir eseridir. Halen birçok İslâm ülkesinde okutulan bu eser, Cumhuriyet’in ilânına kadar da Eyüp Sultan’da okutulurmuş. Eyüp Sultan’ın emekli imamı, bugün doksan küsur yaşında olan Reîsülkurrâ Ahmet Arslanlar Hoca efendi, bana; ‘Caminin şurasında Hoca Osman Efendi, şurasında Zeynel Efendi Şifâ okuturdu’ diye anlattı.

22 Mayıs 2005’te de ben başladım Şifâ okutmaya. Pazar günleri öğle namazından yetmiş dakika önce, bir aşr-i şerîfin ardından derse başlıyoruz. Rabbim ömür verirse üç-dört yıl içinde bitiririz inşallah. Derslerimi Dost TV kaydedip haftada iki defa yayınlıyor.

Not: Bu yazı Yrd. Doç. Dr. Mustafa Öcal’ın Tanıkların Dilinden Cumhuriyet Dönemi Din Eğitimi ve Dini Hayat, (İstanbul 2008, Ensar Neşriyat, III, 137-196) adlı kitaptaki bir mülakattan kısmi olarak iktibas edilmiştir.

Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir/ İrfanDunyamiz.com

Not: İrfanDunyamiz.com danışmanı muhterem Prof. Dr. M. Emin Ay Hocamızın notu: “Mehmet Yaşar Kandemir Hocamızın hayat hikayesini kendi dilinden okumak ne güzel. Rabbimiz Teala bu değerli İslam alimine sağlık ve afiyetle uzun ömürler versin ki ümmet-i Muhammed olarak kendisinden hep istifade edelim inşeAllah.”

KENDİ DİLİNDEN İSLAM ALİMLERİ

İslam Alimleri ↗

Kıymetli İslam alimlerini tanıtan birbirinden güzel yazılar okumak için tıklayın.

Abide Şahsiyetler ↗

İslam’ın çilesini çekmiş öncü şahsiyetlere dair yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

İlk Japon Müslüman kimdi?

Japonya’nın en eski ve en büyük İslamî kuruluşu olan Japonya İslam Merkezi Başkanı Dr. Salih …

2 Yorumlar

  1. Kıvanç Esendemir

    Çok kıymetli hatıralar, paylaşım için Allah razı olsun.

  2. Hadis dersine çok yakışan Yozgat’ın has Evladı Prof. Kandemir hocamıza, sağlık, afiyet ve aşkla nice hizmetler niyaz ederiz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.