![](https://irfandunyamiz.com/wp-content/uploads/2025/02/mustalikogullari-savasindan-alinacak-dersler-2-prof-dr-mustafa-agirman.jpg)
Münâfıkların reisi Abdullah bin Ubey, Mustalıkoğulları savaşından sonra Müreysî su kuyusunun başında iki sahâbînin sözlü münakaşası nedeniyle Müslümanların birbirleriyle münakaşa etme aşamasına gelişini büyük bir keyifle seyretmişti. Bazı girişimleriyle Medineli Müslümanlarla Mekkeli Müslümanların arasını kolayca açabileceğini düşündü ve yaşanan olay, onun bu düşüncesine dayanak oldu. Abdullah bin Ubey bin Selûl, Müslümanları birbirine düşürmek ve Medinelileri tekrar kendi çevresine toplamak arzusuyla yeni bir girişimde bulundu.
Bazı Medineli Müslümanlara; “Gördünüz mü şu çulsuzların yaptıklarını? Geldiler ve bizim yurdumuzda bize kafa tutmaya başladılar. Vallahi bu ancak eskilerin dediği gibi ‘besle köpeğini, yesin seni’ durumundan başka bir şey değildir. İşte size yemin ederim ve derim ki, vallahi! Medine’ye döndüğümüz zaman bu iş bitecek. Medine’ye döndüğümüzde Medine’nin izzetli ve kuvvetlileri bu çulsuzları ve aşağılıkları Medine’ye sokmayacak” dedi. Bu arada Medineli Müslümanları daha da etkileyip, Mekkeli Müslümanların yani muhâcirlerin aleyhine harekete geçirmek için suçladı, kendilerine gelmelerini istedi.
Onları şöyle yönlendirdi: “Kimseyi suçlamayın. Bu işin tamamı sizin kendinize aittir. Her şeyi ellerinizle onlara peşkeş çektiniz. Hâlbuki böyle yapmayıp, onlara karşı sert ve sıkı olsaydınız, başınıza çöreklenmez, daha başka yerlere çekip giderlerdi. Siz de mallarınızı, evlatlarınızı onlar için harcamaktan kurtulurdunuz. Bakın, seyredin halinizi; siz azaldınız, çocuklarınızı savaş alanlarında teker teker kaybettiniz. Onlar ise hep çoğaldılar. Hiç değilse bundan sonra aklınızı başınıza alın; onlara yönelik yardımlarınızı kesin ki, buradan çekip gitsinler.”
Tuzakları bozan çocuk
Abdullah bin Ubey, bu konuşmaları kendisi gibi münâfık veya kendisine yakınlık duyan imanı zayıf Müslümanlar arasında yaptığı için tepki görmedi. Çevresindekiler sessizce onun sözlerini dinliyorlardı. Hatta bazıları onu haklı bulduğunu dile getiren bir şeyler söylediler. Ancak, Abdullah bin Ubey’in yakınında oturan Zeyd bin Erkam duydukları karşısında şaşırmış bir haldeydi. Kendisi çocuk denebilecek yaşta olmasına rağmen, İslâm’ı anlamış ve kavramış birisiydi. Abdullah bin Ubey’in sözlerini duyunca kulaklarına inanamadı; hemen amcasının yanına gitti ve işittiklerini ona anlattı.
Amcası, Zeyd bin Erkam’ı yanına alarak Resûlullah’a götürdü ve işittiklerini Resûlullah’a anlatmasını istedi. O sırada Resûlullah bazı Müslümanlarla oturmuş kuyu başında yaşanan olayı konuşuyordu. Zeyd, duyduklarını anlattı. Zeyd’in anlattıkları, kuyu başında yaşanan olay kadar önemliydi. Resûlullah kendisine söylenenlerin doğruluğundan emin olmak istedi. Zeyd’in, henüz çocuk denebilecek yaşta olması nedeniyle, yanlış anlamış olabileceğini veya Abdullah bin Ubey’e düşmanlık için yalan söyleyebileceğini düşündü. Bu nedenle Zeyd’e birçok kez söylediklerinden emin olup olmadığını, doğru söyleyip söylemediğini sordu. Zeyd, yalan söylemediğini, duyduklarından emin olduğunu, söylediklerinin aynen ifade ettiği gibi olduğunu yeminler ederek tekrar anlattı.
Zeyd’in söyledikleri karşısında Resûlullah üzüldü ve öfkelendi. Abdullah bin Ubey ile görüşmeye karar verip onu yanına çağırttı. Durumun açığa çıktığını anlayan Abdullah bin Ubey, bazı yandaşlarını da yanına alarak, Resûlullah’ın yanına gelip oturdu. Resûlullah, duyduklarının doğru olup olmadığını sordu. Eğer böyle bir şey söylediyse hatasından dönmesini, tevbe etmesini istedi. Abdullah, söylenen şeylerin tamamının yalan olduğunu, kesinlikle böyle şeyler söylemediğini ve söylemeyeceğini, kendisi gibi bir Müslümana böyle şeylerin yakışmayacağını ifade etti. Yandaşlarını da söylediklerinin doğruluğuna şahit tuttu. Resûlullah, Abdullah bin Ubey’in kendisine şahit göstererek söylediklerini kabul etmek zorunda kaldı. Zeyd’e ise bir şey demedi.
Açıklığa kavuştu
Abdullah bin Ubey’in, yalancı şâhitlerinin de desteğinde söylediklerini inkâr etmesi yüzünden Zeyd, yalancı konuma düşmüştü. Yalancı konuma düşmesi nedeniyle çok üzüldü. Yalancı konuma düşmesini, üstelik Resûlullah’ı aldatan konuma düşmesini bir türlü kabullenemiyordu. Ne yapacağını bilmez olmuştu. Fakat vahiy, çoğu zaman olduğu gibi bu sefer de sürece müdahale etti ve hem Resûlullah’ı olayın aslından haberdar etti ve hem de bir mü’mini sıkıntısından kurtardı. Durumu bütün boyutlarıyla açıklığa kavuşturan âyetler şöyleydi:
“Münâfıklar sana geldiklerinde; ‘Şâhitlik ederiz ki, sen Allah’ın peygamberisin!’ derler. Allah da bilir ki, sen elbette O’nun peygamberisin. Allah, münâfıkların kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir. Onlar, yeminlerini kalkan yapıp Allah yolundan yan çizdiler. Gerçekten onların yaptıkları ne kötüdür! Bunun sebebi, onların önce iman edip, sonra inkâr etmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar. Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki duvara dayanmış kütükler gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar.
Onlar düşmandır; onlardan sakın. Allah, onların canlarını alsın. Nasıl bu hale geliyorlar? Onlara; ‘Gelin, Allah’ın peygamberi sizin için mağfiret dilesin’ denildiği zaman başlarını çevirirler ve sen, onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün. Onlara mağfiret dilesen de dilemesen de birdir. Allah onları kesinlikle bağışlamayacaktır. Çünkü Allah, yoldan çıkmış topluluğu doğru yola iletmez.
Onlar; ‘Allah’ın elçisinin yanında bulunanlara hiçbir şey harcamayın ki, başınızdan dağılıp gitsinler’ diyenlerdir. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır. Fakat münâfıklar bunu anlamazlar. Onlar; “And olsun, eğer Medine’ye dönersek üstün olan zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır’ diyorlardı. Hâlbuki asıl üstünlük Allah’ın, peygamberinin ve müminlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler.”1
Resûlullah, münafıkların durumunu açıklayan bu âyetler vahyolununca, üzüntüsünden ne yapacağını bilemez hale gelmiş olan Zeyd’i yanına çağırttı ve “Zeyd! Allah seni doğruladı” diyerek gönlünü aldı. Âyet vahyolunup durum Resûlullah için açıklığa kavuşturuluncaya ve Resûlullah, Zeyd ile konuşup onun üzüntüsünü giderinceye kadar, Abdullah bin Ubey’in konuşmaları orduya yayılmıştı. Herkes o konuşmayı bir şekilde konuşmaya başlamıştı. Bazıları oldukça sert tepkiyle Abdullah bin Ubey’in konuşmasına karşı çıkıp, bunların yanlış olduğunu söylerken; diğer bazıları ise belirgin bir tepki vermemişti. Ordunun gündemini Abdullah bin Ubey’in sözleri oluşturuyordu.
Hazreti Ömer radıyellahu anh öfkesinden yerinde duramıyordu. Israrla; “Ey Allah’ın elçisi! Yeter bu kadar sabır! İzin ver şu münafığı öldüreyim!” deyip duruyordu. Resûlullah, bu teklifi kabul etmedi. Ömer, Abdullah bin Ubey’i öldürmesi durumunda, Muhâcirlerle Ensar arasında yeni bir çatışma çıkacağı düşüncesiyle teklifinin reddedildiğini düşündü. Çünkü kendisi bir muhâcirdi. Bu nedenle; “Bana izin vermiyorsan, emret ensardan Sa’d bin Muaz, Muhammed bin Mesleme veya Abbad bin Bişr bu işi yapsın” dedi. Oradaki ensara mensup Müslümanlar da böylesi bir emri yerine getirmeye hazır olduklarını bildirdiler. Ancak Resûlullah, Abdullah bin Ubey’in öldürülmesini doğru bulmuyordu.
Gündem değişmeliydi
Bu konudaki düşüncesini şöyle açıkladı: “Biliyorum, Müslümanlardan onu öldürmelerini istersem bunu hemen yaparlar. Ancak olmaz ya Ömer! İşin iç yüzünü bilmeyen halk yanlış anlar; “Muhammed kuvvetlendi de adamlarını öldürmeye başladı” derler. “Yapamayız!” dedi. Sonra âni bir emirle, ordunun hemen Medine’ye doğru hareket etmesini emretti. Emir, günün en sıcak vaktinde, yolculuk yapılmayacak bir saatte verilmişti. Herkes şaşkın bir hâlde eşyalarını toplamaya başladı. Ancak hareket isteği çok açıktı; hemen yola çıkılacaktı. Bu nedenle öylesine âni bir hareket gerçekleşti ki, Müslümanların birçoğu, eşyalarının tamamını toplamaya dahi fırsat bulamadılar.2
Bazı Müslümanlar hem günün en sıcak vaktinde yapılan yolculuğun orduyu perişan edeceğini ve hem de Abdullah bin Ubey’i kabul etmediklerini bildirmek için Resûlullah’ın yanına gelip gitmeye başladılar; “Ey Allah’ın elçisi! Emret onu öldürelim!” veya “Emret onu Medine’den sürelim!” tekliflerini dile getirdiler. Resûlullah, ordunun hareket saatini erteleme tekliflerini kabul etmeyip emrini yenilediği gibi, Abdullah bin Ubey’in öldürülme veya Medine’den sürülme tekliflerini de kabul etmedi. Ordu, dayanılmaz bir sıcakta, yolculuk için hiçbir hazırlık yapmamış bir halde yürümeye devam ediyordu.
O gün akşama kadar hiç mola verilmeden yola devam edildi. Herkes bitkin düştü. Hiç kimsede yürüyecek bir takat, yola devam etmesini sağlayacak bir güç kalmadı. Herkes, akşamın serinliğinde mola verileceği ve dinlenecekleri hayaliyle zorla yürüyordu. Akşam oldu fakat mola verilmedi. Gece oldu mola verilmedi. Gece yarısı geçti, sabah oldu yine mola verilmedi. Güneş yükseldi, herkes sıcaktan ve yorgunluktan perişan halde adım atamaz durumdaydı. İşte böylesi bir anda mola izni geldi. Ordu durdu. Herkes yorgunluktan, uykusuzluktan, sıcaktan olduğu yere düştü ve ordudaki herkes derin bir uykuya daldı. Ayakta hiç kimse yoktu.
Yolculuk için uygun olmayan bir vakitte başlayan ve bütün gece süren yolculuk Resûlullah’ın yaşanan problem için düşündüğü bir çözümdü. Resûlullah sallellahu aleyhi ve sellem bu son derece yorucu yolculukla Abdullah bin Ubey’in gündemi belirlemesini, Müslümanların onun sözleri üzerinde yorumlar yapmış olmasını önlemiş oldu. Artık hiç kimse Abdullah bin Ubey’i konuşacak, değerlendirecek hâlde değildi. Gündemi, Abdullah bin Ubey veya onun sözleri oluşturmuyordu.
Prof. Dr. Mustafa Ağırman/ İlkadım Dergisi
![](https://irfandunyamiz.com/wp-content/uploads/2022/04/mehmet-emin-sarac-kimdir-rahmet-ve-ozlemle-irfandunyamiz.png)
DİPNOTLAR
1 Münâfikûn sûresi, 63/1-8,
2 Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 417-418; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 303.
İstikamet Yazıları ↗
İslam’ın şuur boyutuna vurgu yapan yazıları okumak için tıklayın.
Kaynak Metinler ↗
İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.