Bu sebeple
Babam
Babam Cuma Akgündüz, 74 senelik ömrü boyunca, elinden geldiği kadar, hem şer’i hükümlerden ve hem de milli değerlerinden taviz vermeyen ve belki de veliyullah olan bir zattı. Bu prensiplerinden dolayı çok musibetle karşılaştı.
İlme babasından (yani Mustafa Dedemden) başlamış. Köye gönderilen medrese muallimlerinden okumuş. Güzel hattını bir medrese mualliminden öğrendiğini söylerdi. Daha sonra köyümüz alimlerinden Molla Bekir Efendi’den Arapça ve dini ilimleri ve Farisiceyi kuvvetlendirdiğini anlatırdı.
Müderrisliğine gelince, babam sabahtan ikindiye kadar ders verirdi. Köyde kendi zamanında kendisinden ders almayan kalmamıştı. Babam, medreseyi zarurî bir işi bile olsa tatil etmezdi. Yerine bir talebesini vekil bırakırdı. Babamın medresesinden beş kardeş biz, Hasan hoca, Hüseyin hoca, Yasin hoca, sekiz tane imam ve yüzlerce talebe yetişmişti. Bizlerin imameti için, “Dikkat edin kadrini bilin, sizin devlet maaşıyla imam
olmanız, Musa aleyhis selamın, Firavun’un sarayında büyütülmesi gibidir” derdi. “Bütün vaktinizi, mesainizi talebe okutmaya, vaaz u nasihata, cami hizmetine verin başka işlere dalmayın, Allah sizi din-i mübîne hizmetkâr ettiği için şükredin” derdi.
Çüngüş’e salatalık satmaya giderdi. Ekseri mahallede satar, bazen hanımlar birikir alırlarmış. Hanımların içinde bir iki gariban salatalık almaya parası olmayanlar olurdu. Allah’a hamdolsun onlara en az iki kilo hayır ve sadaka olarak verirdi. Ve yine üzüm zamanı şıra sıkarken bağı az olanlara (bizim bağımız çoktu) gece vakti on batman ve bazen daha fazla şıra gönderiyordu.
Dağda, meşede, çayırda bütün endişesi ibadet ü taat ve istikameti muhafaza gayreti içindeydi. Bizim meşelerimizin, çayırlarımızın hepsinde onun yaptığı namazgahlar vardı. Namazı vaktinde eda ettirirdi ve derdi ki: “Namazımızı -hafizanAllah- aksatır da öyle ölürsek buraya gelen keçiye, koyuna sığıra bu otlar, ağaçlar hatta taşlar, topraklar sorarlar: O beynamaz adam ne oldu? Derler. Öldü deyince “Gebersin, biz onun şerrinden kurtulduk” derler. Namazını kılanın vefatından müteessir olurlar. Çünkü kainatta her şey
Cenab-ı Hakk’ı tesbih ediyor.
Babam devamlı nasihat ve ahiret mezraası olan dünyayı, dünya hayatını Rıza-yı İlâhiyye’yi kazanma noktasından değerlendirirdi. Bunu yukarıda geçtiği gibi bağda, bostanda, tarlada da icra ederdi. Köyümüzün mezarlığına yakın bir bağımız vardı. Orada bağ kazarken öğle veya ikindi namazı yaklaştığında “şeytan şu vesveseyi veriyor. Şurasını bitir namazı sonra kılarsın hissini veriyor” diyordu. Fakat kendisi hemen toparlanır ve mezarlığa doğru bakarak, işte bakın niceleri bu bağları bırakıp gitti der ve kazmayı fırlatır ve camiye giderdi ve bizi de götürürdü.
Handere’de amelelik yaparken şahid olduğu bir hadiseyi şöyle anlatırdı: “Köyümüzün duvar ustası Beğzādegil’in Reşid dayı Handere’de bir evin yapımında çalışıyoruz. Duvar iyice yükselmiş ben yerden
çamur, çakıl taş veriyordum, o da duvarı örüyor. Allah’ın lütfettiği ulum-ı diniye meselelerini anlatmaya dalmışım. Reşid de çamuru, taşı bittiği halde benden istemiyor. Duvardan inip kâfi miktar taş, çamur alıp duvara çıkıyor. Ben, Reşid niye benden istemedin, burada ameleyim bu benim vazifem deyince; ‘Molla Cuma sen anlatmaya devam et’ derdi. Mahcup olurdum.”
Babam, Ramazan-ı Şerif’te Ramazan boyunca her gün İkindiden Akşam’a kadar vaaz ederdi. Cemaat sessiz şekilde hayranlıkla dinlerdi. Bundan başka, her rastladığı insana nasihat ederdi. Hatta o kadar gayret-i İmaniyesi vardı ki şer’i şerîf’e dair her mesele ile alakadar olur, herkesin çıkarıldığı bu saadet ve rıza-yı İlâhî yolunda sapmamasına ihtimam gösterirdi. Köyümüzde din-i mübîn-i İslam’a ve bunun nâşiri olan babama çok yüksek saygı vardı.
Camiye biraz seyrek gelen Uzun Salih dayı ve Cin Hüseyin Dayı’nın evlerine kadar irşada gitmişti. Cin Hüseyin Dayı’ya: “Hüseyin, kurt inine girmekle cennete ulaşılmaz, camiye geleceksin”. Hanımına: “Fatma bacı, Hüseyin camiye gelmezse ona ekmek verme!” diye onu irşad etmişti. Babamda din-i mübîn-i İslam’ı sahiplenme şuuru vardı, taviz vermezdi. Uzun Salih Dayı’ya da aynı şekilde irşadda bulunmuştu.
Babamda iman cesareti vardı. Ezanın tersine okunduğu günlerde ezanı ve kameti sabah namazında aslına göre okudum. Köyden ihbar etmiş olacaklar ki daha namaz bitmeden kumandan ve jandarmalar caminin kapısını sardılar. Ben namaz bitince hemen çıktım. Kumandan sert bir şekilde sordu. “Ezanı ve kameti kim okudu?” “Ben komutanım dedim. Sen görürsün dercesine başını salladı. Köyümüzün muhtarı Kanber Mevlūd Dayı idi. O da camiden çıktı. Vaziyeti biliyordu. “Hele Kumandanım, Ya Fettah! Ya Rezzak! çıkalım kahvaltı yapalım” dedi. Ve nasıl ikna ettiyse, sessiz sedasız onları gönderdi.
Babamın askerlik hatırası
Babam Molla Cuma diyordu ki; “Askerlik yaklaşınca seviniyordum ki uzak memleketlere gidip vatanımızın pek değişik yerlerini göreceğim; fakat acemi birliği Osmaniye’ye (şimdiki adı Ergani) çıktı. Acemi birliğinde eğitimle beraber bazı dersler, sorulu cevaplı kaynaşmalar da olurdu.
Kumandan bir gün bölüğe hitaben herkes hazırlansın, sırayla memleketinizde bildiğiniz, öğrendiğiniz şarkı veya türküyü söyleyecek. Sırayla söyleye söyleye bana sıra geldi. Haydi Cuma Akgündüz haydi sen de söyle bakalım şarkı veya türkü… Ben de toparlandım:
‘Belaga’l ulâ bi kemâlihî
Keşefe’d dücâ bi cemâlihî
Hasünet cemî’u hısâlihî
Sallû aleyhi ve âlihî’ naatını okudum.”
Bu naat-ı şerif Şeyh Sa’dî kaddesallahü teâlâ sirruhū’nun Gülistan’ındadır. Şeyh Sa’dî diyor ki: “Bu naatın üç mısraını yazdım, dördüncü mısraya muvafık kelimeler hatırıma gelmedi. Merak ve hayretle yatmıştım. Rüyamda Fahr-ı Kâinat aleyhissalatü vesselam’ı gördüm. Tebessümle bana bakarak: ‘Ya Sa’dî! Dördüncü mısraı; Sallû ‘aleyhi ve âlihî olsun’ buyurdu. Ben ‘Evet Ya Resulallah’ dedim ve uyanınca dördüncü mısraı Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem’in talimiyle tamamladım.”
Babam okuyunca kumandan itiraz etmemiş, fakat; “Herkesin anlamayacağı şeyi söyleme” demiş ve artık başkasına geçmemiş. Ve babam; “Daha bundan sonra kimseye şarkı, türkü söyletmedi” diyordu. Ve yine diyordu ki: “O kumandan, zaman zaman askerlerin potinle dizlerine vurur ve sıra dayağına çekerdi. Benim yanıma gelince her defasında bana vurmaz, yanımdakine vurur, devam ederdi. Bu halin naat-ı şerifin hürmetine olduğunu arkadaşlarım da tasdik ediyorlardı.”
babam her sabah evde Risale-i Nurlardan mutlaka bize ders yapardı. Camide de yapınca şikayetler oldu
ve çok defa karakola götürüldü; ancak davasından vaz geçmed
Diyarbakır’daki Nur Hizmetlerinin temelini, Nurun rükünlerinden Mehmed Kayalar, Çermikli Hoca diye bilinen Abdülkadir Ekinci ve bunlara yardımcı olan Mehmed Hanefî Erdil teşkil etmektedir.
Risale-i Nur’u babama Çermik’li Abdülkadir Hoca göndermişti. Babam, Risale-i Nur’u neşretmek için köylere giderdi. Hindi Baba’ya, Handere’ye ve sair köylere gidip onlara okur, anlatır, münasip bulduğu kimselere elindeki eserlerden verirdi. Aynı şekilde Çüngüş’e gittiğinde yine münasip bulduğu kimselere Risalelerden verirdi.
Haramlardan, hilelerden, şüphelerden, şiddetle kaçınıyordu ve herkesi kaçındırıyordu. “Dikkat edin dünya, cennet ile cehennemin yol ayrımıdır” diyordu.
Babamın bütün gayreti, endişesi rızâ-yı
İlâhîyi kazanma ve cennete yol bulmaktı. Helal lokma da bunların mâyesi
hükmünde olduğu için çok dikkat ederdi. İmam-ı Azam Ebu Hanife Rahmetullahi Teâlâ Anh’ın borç verdiği kimsenin gölgeliğinden istifade etmek faiz
olacağı hassasiyetini getirir. Bu bankalara müsaade eden devletin bunlara
bulaşan insanların Allah ve Resulüyle harb ilan ettikleri için bir surette iflah
olmayacaklarını söylerdi.
SADAKA-İ CARİYE olarak ağaç dikmişti. Köyümüzün yukarısındaki Küçük Koca Çimen ve Büyük Koca Çimen dutlarının neredeyse tamamını dikip
oraları bir mesire ve istirahatgâh haline getiren babamdır. Çüngüş yolundaki
yukarı su, aşağı su denilen yerin dut ağacını dikip dinlenme yeri haline getiren babamdır. Hatta son zamanında bir yaban Karataş’a dut ağacı dikti ve
şimdi orası da dinlenme yeri oldu. Kendi şahsî bağ ve bahçelerindeki had ve
hesaba gelmeyen sadaka-i cariyeleri müstesna.
Köyümüzün kadınları, erkekleri tamamen onun
ilminden istifade ederek istikameti bulmuştur. Bunun yanında çevre köy, kasaba ve gittiği şehirlerde neşrettiği ilimden istifade edenlerin haddi hesabı
yoktur.
Diyarbekir’in Çüngüş kazasına bağlı Malkaya köyünde