Abdurrahim Reyhan Efendi’nin bir hatırası

Efendim Hazretleri’ne şeker hastalığı nedeniyle doktorlar diyet ve spor tavsiye ediyorlardı. Özellikle sabahları yürüyüş yapmasını istiyorlardı. Mübarek, İncek dergâhının etrafı müsait olduğu için, sabahları saat 8-9 civarı binadan çıkıyor, aşağıya iniyor, yukarı yola doğru gidiyor, geliyor, etrafta yaklaşık 45 dakika yürüyüş yapıyordu. Hava serin olursa veya yürüyüş imkânı bulamazsa eline tespih alıp Tekke’nin salonunda sayıyla tur atıyordu.

Bizim için bu yürüyüşler kendisinin peşine takılmak için fırsat oluyordu. Böyle bir İncek yürüyüşünde peşine takıldığımda gördüm ki Efendim normal iskarpin ayakkabı ve üzerinde normal elbise ile yürüyordu. Mübarek yürüyüş yapıyor ama ayakları rahatsız. Bu yürüyüşlerin fayda vermesi için ayaklarının rahat olması lazım. Bu nedenle Efendim’e bir spor ayakkabısı alayım ki yürürken rahat etsin, istedim.

Ayakkabıyı aldım. Akşam namazından ve Efendim hanesine teşrif ettikten sonra Hacı Anne’ye haber gönderdim, Efendim’e bir emanet vermek istediğimi söyledim. Hacı Anne beni hane-i saadete aldı. Hane-i saadet dediğim yer, girince gördüm, aslında küçük bir yatak odasıymış.

Mübareğe akşam yemeği yemesi için hazırlık yapıyorlardı. Yalnız odaya girer girmez şoke oldum. Sanki bir zaman tünelinden geçmiştim. Bir Selçuklu veya Osmanlı dervişhanesine girdim zannettim. Kendimi öyle bir yerde buldum. Oda büyük değildi. Tavanında düşük vatlı, çok ışık vermeyen sarı bir lamba vardı. Çift kişilik bir karyola, yanında yer minderi, önüne serilmiş puantiye basmalı küçük bir sofra bezi ve üzerinde tahtadan ayaklı bir sini vardı. Efendim’in sinisinin üzerinde şöyle çay tabağı büyüklüğündeki bir kapta yemeği, bir parça da kepekli ekmek duruyordu.

Ben Efendim’i bıraktım, gözüm bunlara takıldı. İhvanlar aşağıda çeşit çeşit çorbaları, etli yemekleri, turşuları, tatlıları bol kepçe götürüyorlardı. Efendim’in önüne baktım, tam bir derviş sofrası. Doğru dürüst yiyecek bir şey yok. Yani böyle kalakaldım. Mübareğin önünde evleri teşrif ettiğinde ikram edilen yemeklerden hiç eser yok. Meğerse oralarda ihvanlardan ayrı kalmamak için onlarla birlikte yemeğe oturuyormuş, onu anladım.

Efendim bana baktı, şaşkınlığıma hafif gülümsedi ve: “Beyim otur. Sen de yemekten alır mısın? Ama yağsız, tuzsuz. Yersen!” dedi. Baktım, ne yiyeceğim? Zaten toplam birkaç kaşık yemek var
tabakta, nasıl alacağım? “Sağ olun Efendim, yemeyeyim” dedim. Efendim yine de: “Beyime bir şeyler getirin” dedi. Nazmiye Abla bir tabağın içerisinde üzüm getirdi.

Hâlâ kendimi zaman tünelinden geçip Maveraünnehir’deki bir dergâha gitmiş gibi hissediyordum. Hâlbuki Efendim’le çok yerde beraber olmuştum. Fakat böyle bir ortamda karşılaşmamıştım. Efendim aynı Efendim, fakat orada farklı bir derviş oturuyordu. Efendim önüne konulanları yavaş yavaş yemeğe başladı. “Sofraya yanaş” dediği için ben de artık siniye konan meyve tabağındaki üzümlerden birkaç tane yedim. Taneler boğazımdan zorla geçtiler.

Efendim’in önündeki yemeğe bir baksan, ne rengi var ne de kokusu! Yemek insanların çoğunun “Bu ne?” deyip yemeyeceği bir görüntüde. Fakat Efendim onları sanki çok lezzetli bir yemek yer gibi iştahla yiyordu. Yemeği tabaktan yavaş hareketlerle alırken kafasını hafifçe öne eğiyor, kaşığı ağzına iyice sokuyor, çıkartırken de yan yukarıya doğru ağzıyla iyice sıyırarak çıkarıyordu. Ekmeği de itinayla bölüp ufağını dökmeden ağzına alıyordu.

Çok zaman geçmeden yemeğini bitirdi ve sonra: “Buyur beyim” dedi. Ben de: “Efendim, bağışlayın, özür dilerim. Eğer tenezzül buyurursanız size bir spor ayakkabısı aldım” dedim. “Ne yapacam ayakkabıyı?” dedi. “Efendim, sabahları yürüyüş yapıyorsunuz ya! Rahat olur diye düşündüm” dedim. Bu arada paketten ayakkabıyı çıkardım. “Ver bakalım!” deyip ayakkabıyı eline aldı ve hemen: “Bu ayakkabı ağır” dedi.

Böyle bir giriş beklemiyordum, bozuldum. “Yok Efendim, hafif. Özellikle baktım” dedim. Şaşkınlıkla elimle de tartmaya çalışıyorum. Sonra: “Yok, bu zor bağlanır!” dedi. Ben şoktayım. “Efendim, bak, kolay olsun diye cırt cırtlı aldım. Hemen bağlanır” dedim. Efendim yine: “Küçük gibi! Ayağım içine girince sıkar” dedi. Ben de: “Efendim, tam 40 numara aldım, sizin ayak numaranız!” dedim.

Efendim bir şey diyor, ben de savunma yapıyorum. Sanki Efendim’le cebelleşiyorum. Sonra paketin yanındaki uzun spor çorabı aldı; “Heh, bu güzelmiş! Bunu giyerim” dedi. İçimden; “Nasıl yani! Bu dize kadar çekilen çorabı mı beğendi?” dedim. Efendim ayakkabıyı bana uzatarak; “Sen git, bunu geri ver” dedi. Öyle kötü oldum ki… “Peki Efendim” dedim.

Çorabı bırakıp ayakkabıyı geri aldım. Ama nasıl canım sıkılmıştı! Mübarek ağır diyor, zor giyerim diyor, ayağıma olmaz diyor, her türlü şeyi diyor. Bunların hepsi normal. Hediyeyi kabul etmek ve açıklama yapmak zorunda değil. Fakat asıl üzüldüğüm şey hep aklıma göre savunma yapışım ve cevap verişim idi. Buna sonradan çok üzüldüm.

Ondan sonra aşağıya gittim, iyi bir ağladım. “Biz kimiz? Ayakkabı vermek kimin hakkı? Haddine mi senin? Bir de özellikle Mübarek almıyor diye niye ısrar ediyorsun? Mürşide karşı konuşulur mu, mürşide cevap verilir mi, mürşidin dediğine karşı bir şey söylenir mi? Sen nasıl yontulmamış bir adamsın?” diye gece sabaha kadar uyuyamadım. Sağa dön, sola dön, sabahı zor yaptım. “Mutlaka Efendim’den özür dilemem lazım” dedim. “Ne yapayım, ne edeyim de denk getirip ‘Beni affet’ diye istirhamda bulunayım” diye düşünüyordum.

Normalde sabahları kalkıp okula giderdim, o sabah okula da gitmedim. Dergâhta bekliyorum, fırsat bulabilirsem özür dileyeceğim. Hava dışarıda yürüyüş için çok uygun. Fakat o gün Efendim salonu teşrif etmiş, salonda kimse yok, elinde tespih yürüyüş yapıyor, tur atıyor.

O tarihlerde Tekke’nin o katındaki salonun yanında iki küçük oda vardı. Sonra yer kazanma düşüncesiyle bunlar salona dahil edildiler. Bu küçük odalardan birisinde bekliyorum, kapıyı da hafif bir iki parmak açtım. Efendim’in beni zahiren görmesi pek mümkün değil. Turu bitince odasına gitmeden yakalamaya çalışacağım ve “Efendim, beni bağışla. Sana hadsizce cevap verdim” diyeceğim.

Efendim belli bir müddet yürüdü ve sonra bulunduğum odanın kapısının önünden geçerken kapıyı açtı, iki elini kapının pervazlarına dayayarak: “Bana ne diyeceksin? dedi. Ben de boynum bükük; “Efendim, ne olur beni bağışlayın. Ben çok büyük edepsizlik ettim. Yani siz söylediniz, ben de ayakkabıyı zorla size kabul ettirmek için cevap verdim, siz söylediniz ben cevap verdim. Çok özür diliyorum. Mürşide karşı konuşulmaz ki! Ne olur beni affedin” dedim.

O da: “Hı hı, herkes keşke senin gibi olsa! Benim yüzüme karşı çatır çatır konuşuyorlar, cevap veriyorlar. Sen boş ver, kafana takma. Hadi git” dedi. Ondan sonra; “İyi oldu. En azından gecikmeden pişmanlığımı dile getirdim” diye düşündüm. İçim çok rahatlamıştı. Paketi alıp dergâhtan ayrıldım, doğruca ayakkabıcıya iadeye gittim.

O gün akşam tüm işlemler, yani sohbet, namaz, hatme bitti. Herkes dağılırken hanımlar tarafından haber geldi, hanım benimle görüşmek istiyormuş. Bazen araba bulursak eve gidiyoruz, bulamazsak Tekke’de kalıyoruz. Kalacağımız zaman gece hanımla Tekke’nin köşesinde buluşup günün mütalaasını yapıyorduk.

Hanım geldi ve “Hacı Annemden bir şey anlatacağım” dedi. Meğerse bizim Efendim’le olan ayakkabı konuşmamızı Hacı Anne dışarıdan dinlemiş. Ben odadan çıktıktan sonra Efendim’e: “Ne vardı ayakkabıyı alıvereydin de çocuk üzülmeseydi! O kadar ısrar etti” demiş. Efendim de: “Sen karışma! Onun cebinde ne kadar para var biliyor musun? Alacaksa gitsin hanımına alsın!” demiş.

Gelirimize göre çok sıkıntı çekmedik, ama hakikaten de öyle cebimizde çok paramız da yoktu. Bundan da gocunmuyorduk. Ama Mübarek, bir babanın evladına gösterdiği şefkatle bize muamele ediyor ve her daim bizi kolluyordu.

Kaynak: Gülden Bülbüllere Tasarruf, Mehmet Ali Demirci, s. 127

Yayın Yönetmeni Notu: Bu güzel hatıradan nasiplenebilmek için öncelikle hüsn-ü niyet sahibi olmak gerekir. Sonra dikkatli okumak ve detayları atlamamak gerekir. Abdurrahim Reyhan Hazretleri, son dönemde Erzincan coğrafyasında yetişmiş bir güzel zattır ve müridlerine yaklaşım konusunda kendine mahsus metotları vardır. Kimi zaman onların gönlünü yapmış, kimi zaman belki onları görmezden gelmiş ya da onlara sitem etmiş, kimi zaman da onlara karşı farklı tutumlar sergilemiştir ki bütün bunlar tasavvufî eğitiminin bir parçasıdır. Hediyesi kabul olmayan bir dervişin ağlaması kim bilir ona neler kazandırmıştır. Hakeza Şeyhi ile laf yarıştırmaktan pişman olması kim bilir nasıl bir kazanımdır. En iyisi mürşidlerin yöntemlerini idrak edememe hamlığına düşmekten korkalım da bu işi ehlinin takdirine bırakalım. Bu hatıradan bizim anladığımız güzellik şudur ki, merhum Abddurrahim Reyhan Hazretleri çorabı kabul ederek aslında dervişinin hediyesini kabul etmiş ve onun gönlünü almış oluyor. Ayakkabıyı ise ona yük olmamak için bir baba merhametiyle kabul etmiyor. Rabbim bize bu güzel insanları daha iyi anlamayı nasip etsin. Amin.

Hatıra Arşivi ↗

Alimler, arifler, hocalar ve önemli şahsiyetlerin hatıralarını okumak için tıklayın.

İyi Haberler ↗

İyiliklere, erdemlere, örnek davranışlara dair beyaz haberler okumak için tıklayınız.

Şunlara Gözat

Abdullah bin Mes’ud gerçek bir kahramandı…

Elimizdeki kaynakların bildirdiğine göre Hazreti Dâvûd aleyhis selam, babasının en küçük oğludur ve çobanlık yapmaktadır. …

Bir yorum

  1. Ahhh Ahhh Ahhh

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.