Değerli alimlerimizden bize kalan…

Değerli âlimlerimiz, günden güne dünyamızdan ayrılmaktalar. Efendimiz bir âlimin ölümünü bir kabilenin ölümünden daha fena görmüştür (500 Hadis, Hadis no: 338) Kayseri’de mahallî olduğunu zannettiğim güzel bir tabir vardır. Derler ki: “Âlimler, halkın tuzu, biberidir.” Âlimsiz bir cemiyet, tuzsuzluktan kokar bozulur demek isterler.

İnsan, zaman zaman eli öpülecek, sözü sohbeti dinlenir zatları ziyaret edip onlardan istifadeye büyük ihtiyaç duymaktadır. Çevremizde henüz yaşayan, kültürümüzün hatıralarını muhafaza eden zevatı ziyaret etmeli, onlardan aldığımız bilgileri, okunan yayınlardaki hususi köşelerde neşretmelidir. Onların davranışları, işaretleri, tavsiyeleri bizim için en kıymetli mücevherattan daha kıymetlidir.

İki küheylan

Bazıları kendilerini ziyaret edince, geçmiş âlimlerden, hocaefendilerden bahsetmeyi de bir vazife sayıyorlar. Rahmetli Camgöz’ün Hacı Yusuf Efendi’yi ziyaret ederdim. Bundan pek hoşlanır, hemen başlardı anlatmaya. Bir gün ders hazırlamaktan, tefsir metinleri ve haşiyelerinin özelliklerinden bahsediyorduk. Merhum, kendisini göstermekten, bir konuda düşünce ve görüş belirtmekten son derece sakınırdı. Dinî mevzuda her ne söylerse “Hocalarımız derdi ki” diye söze başlardı.

Bu konuya da şöyle başladı: “Hocalarımız, Kâdî Beydâvî’den ders hazırlamak için Keşşâf, Tefsir-i Kebir, Ebu’s-Suud Efendi, hatta Hazin’den faydalanmak icap ettiğini, fakat bunların da yetmeyeceğini, ayrıca, Şeyhzade ve Konevî’ye de bakmak gerektiğini söylerdi. “Âlûsî Tefsiri için de, müşkülleri halletme tefsiridir” derdi. Çünkü o, zaman bakımından bize çok yakın yıllarda yazıldığı, kendisinden önceki bütün tefsirlerden istifade ettiği için büyük bir önemi haizdir. O, eski tefsirlerin kapalı yerlerini açmış, eksik yerlerini de telafi etmiştir. Yer yer işarî tefsir örnekleri de bulunduğu için bu tefsir, bizi başka tefsirlere ihtiyaç duyurmayacak bir zenginliğe de sahip bulunmaktadır.”

Hoca, latifeleri ile de dikkat çekerdi. Kayseri’nin eski ulemasından meşhur iki kişinin bir konuda ilmî, fikrî bir münakaşaları vardır. Bir zat, hocamızdan bu konuda ne düşündüğünü sorar, onu bir hakem gibi dinlemek ister. Merhumun cevabı şu olur: “İki küheylan arasına girilmez, aksi halde insan bunların arasında ezilir, kalır.”

Erzurum-Hasankale müftüsü iken genç yaşta Mevla’mızın rahmetine kavuşan Ebûbekir Sabırlı hocamızdan da böyle bir soru sorulmuştu: “Hocam, müftü Sadık Efendi mi daha âlimdir, yoksa Sakıp Efendi mi?” Merhumun cevabı şu olmuştu: “Onlar bizim hocalarımız, büyüklerimizdir. Onların ilimlerini tartacak terazi bizde yoktur. Bizim terazimiz onların ilimlerini kaldıramaz” demişlerdi.

Osman Bektaş hocadan

Erzurum müftülerinden Osman Bektaş Hocaefendi ile bir yolculuğumuz olmuştu. Yolda araba arıza yaptı, birkaç kişi hocaefendinin etrafında sohbet dinliyorduk. Kılık kıyafeti ve tavırları ile kendini çok beğenmişlerden birisi, hocaefendinin anlattıklarına müdahale etmeye kalkıştı. Hocaefendi, kendisine daha ikna edici şekilde izahlar yaptı ise de, adam yine ikna olmadı, hocaefendiye tepeden bakıyor, ona konuşma fırsatı vermemeye uğraşıyordu.

Bu defa hocaefendi kızdı, çıkıştı. Adam daha yüksek perdeden hocaefendiye hakaret etti. Ben dedi: “Valileri, kaymakamları adam yerine koymadım, sen kim oluyorsun, ham sofu”. Hocaefendi, bu defa soğukkanlılığını muhafaza ederek; “Tamam, tamam mesele anlaşıldı, siz kabil-i hitap bir insan değilsiniz. İşte adamın hamı oradan belli olur ki, valileri, kaymakamları adam yerine koymadığını iddia eder. Herkesin hüsn-ü zan besleyip faydalanmak istediği hocalarına da ham sofu diyecek kadar hamlığını, basitliğini göstermiş olur” diye cevap verdi. Adamın artık bir şey söylemeye mecali kalmamıştı, yerinde yığıldı, kaldı.

Anlayışsız adam

Âlimlerimizden birisinin bulunduğu bir mecliste bilgisine, mevkisine mağrur olan bir adam her konuda olduğu gibi, din mevzuunda da kendisini âdeta herkesin üstünde salahiyet sahibi kabul ediyor, hocaları, âlimleri kaale almadan devamlı esip savuruyordu. Bir ara sözü Kur’ân-ı Kerim’e getirdi. “Eskiden” dedi; “Annem Kur’ân’ı okur okur ağlardı. Hele Yusuf Sûresini okuyunca kendini hiç tutamazdı. Ben merak eder: ‘Acaba, Kur’ân’da ağlanacak bir şey mi var, kadıncağız ne diye ağlıyor?’ derdim kendi kendime. Şimdi bilgim, kültürüm yükselince, Kur’ân’ı inceledim, onda ağlanacak bir şey bulamadım. Anneme de acıdım. Bir şey anlamadan körü körüne ağlarmış demek ki.”

Mecliste bulunan yetişkin bir âlim bu noktaya kadar sabrettikten sonra kendisine şu cevabı vermiş: “Beyefendi, yalnız burada ince bir nokta var. Annenizle sizin aranızdaki farkı düşünmemiz gerekir. Bilmem siz hiç Mehmetçiğin mektubunu okuyan annelerin halini gördünüz mü? Ben çok görmüşümdür. Birkaç kadın bir arada iken Mehmetçik’ten gelen mektup annesine sunulmuş, anne bu mektubu okurken veya dinlerken iki gözü iki çeşme haline gelmiş, ağlamış, kendini tutamamıştır. Çünkü Mehmetçiğin ifadeleri onun kalp tellerine dokunmuş, onu duygulandırmıştı…

Evet, Mehmetçik onun ciğerparesidir. Ne söylerse söylesin anneye tesir etmiştir. Ama annenin yanındaki kadınlar hiç aldırış etmemişlerdir. Çünkü mektuptaki sözlerin onları ilgilendirecek, onları duygulandıracak bir tarafı yoktur. İşte anneniz ile sizin vaziyetiniz de öyledir. Annenizle Allah kelamı arasında sıkı bir bağlılık, bir alışveriş vardır. Anneniz Kur’ân-ı Kerim’i okurken ve dinlerken, Allah’la konuşma saadeti içinde sevinç gözyaşları döküyordu. Rabbinin sözleri onu harekete getiriyordu.

Maalesef konuşmalarınızdan anladığıma göre siz yabancı kültürlerin tesiri altında kalbinizi Allah kelamına karşı son derece yabancılaştırmışsınız. Siz, ne yapıp yapıp annenizin kalbi gibi temiz bir kalbe, Allah kelamından haz duyacak, zevk alacak, tatlı tatlı duygularla duygulanacak bir gönle sahip olmaya çalışın. Bunun için de ibadetleri anneniz gibi yapın, haramlardan onun gibi kaçının, bu takdirde siz de annenize hak vereceksiniz, onun boşa ağlamadığını takdir edeceksiniz.

Hacca gitmeden önce haccın aleyhinde konuşan nice adamlar tanırız ki, kendileri de hacca gittikten sonra benliklerinde muazzam bir inkılâp meydana gelmekte, fikirleri de duyguları ile birlikte değişmekte ve her sene hacca gitmeyi büyük bir iştiyakla istemektedirler. İnşallah siz de böyle olacaksınız.”

Of müftüsü

Eski Oltu müftüsü merhum Hacı İsmail Efendi’yi babamla birlikte ziyaret etmiştik. Kendisi babamın hocasıdır. Elini öptüm, diz çöküp oturdum. Ken disi yukarda kalın minderin üstünde oturuyordu. Beni yanına çağırdı, yanına oturmak bana ağır geldi. Bir müddet bekledim. “İyi ama büyük sözü tutmak da bir edeptir” diyerek hemen gösterdiği yere oturdum.

Merhum, sabah namazında eve gelir gelmez mutlaka bir “Yasin-i Şerif” okur veya başkasına okutur, dinler, sonra dünya kelamı konuşmaya başlardı. Seksen yaşları civarında iken, bir defa yalnız olarak ziyaret etmiştim. Geniş bahçenin kapısından dışarı beni uğurlayıncaya kadar beraberimde geldi, yolcu etmek istediği anlaşılıyordu. Müdahaleme müsaade etmemiş, “misafir dış kapıya kadar uğurlanır” demişti.

Divikli Hacı

Kayseri’de Camii Kebir’in eski imamlarından Divrikli Hacı Ahmet Efendi Hoca’dan size daha önce de bahsetmiştim. Farsça sahasında bir otorite idi. Devamlı Rûhu’l-Beyân tefsirini okuturdu. Bu hocamızın bir tesbitini de şimdi hatırladım. Merhum, zayıf karakterli, gösteriş merakındaki kimselerle, ağır başlı ve gösterişten sakınan, bütün yaptıklarını sırf Allah için yapan kimseleri şöyle tasvir ediyordu:

“Bazı insanlar vardır, tavuk gibi, basit bir yumurta yaptıktan sonra ‘gıt gıt gıdak’ diye bağırır, kıyameti koparırlar; sanki ne yapmışlarsa, dünyayı velveleye verirler. Bazı insanlar da, koskoca bir tay meydana getiren at gibi kendilerini göstermez, sessiz sedasız olarak bu sevimli yavrularını büyütür. Hizmete hazır ederler.” Yaptıkları, küçük işleri şişirerek anlatan kimselerle, büyük işler yaptıkları halde bunu hiç kimseye hissettirmeyenleri gördükçe hocaefendinin bu güzel benzetmesini hatırlarım.

Zekai Konrapa hocadan

İslâm Tarihi hocamız Zekai Konrapa, derslerde münasebet düştükçe, şu sözleri çok tekrar ederdi: “Bazı kimseler vardır; bir iş, bir vazife görünce, çalımlarından yanlarına varılmaz. Herkesten teşekkür bekler, takdir olunmaz, övülmezlerse alınır, kırılır, size karşı cephe alırlar. Çevresine karşı kinle dolar, etraflarını nankörlük ve kabiliyetsizlikle anarlar. ‘Benim gibi bir kıymetin kadrini bilmediler’ diye hayıflanırlar.

Hâlbuki kendilerine verilen vazifeyi tam olarak yapan bir kimse, yapmaya mecbur olduğu bir işi yapmış demektir. Bunun için bekleyeceği bir şey yoktur. Ama bir kimse vazifesini yapmazsa o zaman cezalandırılır. Çünkü suçludur ve haindir. Çünkü vazifeden kaçmış, yapmaya mecbur olduğu hizmeti terk etmiştir. Şu var ki vazifesini iyi yapan kimsenin takdir edilmesi, çevresi için güzel bir hareket olur. Ama bunu kendisi isteyemez. İstemeye hakkı yoktur, zira vazifesini yapmıştır.”

İlmi hazmetmeli

Bir başka âlimimizin bir benzetmesi de pek hoşuma gider. O şöyle diyor: “İrşatçı âlim koyun gibi olmalı, kuş gibi olmamalıdır. Çünkü koyun, yediklerini iyice hazmeder, onu aziz, leziz bir süt haline getirir de, ancak bundan sonra kuzusuna içirir. Kuş da, yediğini hazmetmeden kursağından hemen civcivinin ağzına kusar. Hazmolunmayan, yaşanmayan ilim de işte bu kuşun kusmuğu gibi gelir başkalarına. Böyle bir bilgiyi anlatmakta ne fayda olacak?”

Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan Bey’in Farsça dersinde bir sözünü defterime kaydetmiştim. Şimdi buldum. Hoca şöyle demişti: “Yaşanmayan iman ve kendisi ile amel edilmeyen ilim, midede hazmolunmamış besine benzer. Hazmolunmayan besin, nasıl ki midemize çöker, bize bir ağırlık ve huzursuzluk verirse, yaşanmayan iman ve kendisi ile amel edilmeyen ilim de işte böyledir. İmanımızın gereğini yapar, ilmimizle de amel edersek, yediği gıdaları hazmetmiş, rahatlamış kimseler gibi oluruz. Günden güne huzurumuz, sevincimiz artar.”

Yüksek tahsilli, umumi kültürü pek zengin bir zat, bir âlime çok hüsnü zan beslerdi. Hep onu dinlemek, cumaları onun arkasında namaz kılmak, ona ayrı bir zevk verirdi. Bir defa bu hocaefendiden bahsederken şöyle konuşmuştu: “Bizim hocaefendi vaaz ederken, hutbe okurken onu hep Allah konuşturuyor, diye düşünürüm. Bunun için de konuşmaları bana çok tesir eder.”

İmanlı insan kuvvetlidir

Nurettin Topçu, imanlı ile imansızın mukayesesini yaparken, şöyle derdi: “İmanlı insan, imansızdan daha çok bilen adam değil, fakat ondan daha kuvvetli olan adamdır. Din, insan için en büyük kuvvet kaynağıdır.” Ahmet Hamdi Akseki’nin bir sözü: “Batıla kuvvetle iman etmiş, ona bütün gücü ile sarılmış ve bağlanmış bir kimse, Hakk’a tam bağlanmamış zayıf bir iman derecesinde kalmış kimseden daha kuvvetlidir.”

Galiba, merhum bu sözü, bazı şuursuz müminlerin halini, başarısızlıklarını göstermek için söylemiştir. Aslında imanî alâkaları son derece zayıf olduğu halde, âdeta başarısızlıklardan imanını suçlamaya kalkışır. Ama batıla bile kuvvetli inanmış ise insan ondan fayda görürmüş. Bu fayda bağlandığı şeyin üstünlüğünden değil, kendi bağlılık derecesinden ileri geliyor. İmanı zayıf olan kimsenin durumu da bağlandığı şeyden değil, kendisinin bağlanma şeklinden kaynaklanmaktadır. Yoksa hak âlidir… Üstündür, hiçbir zaman batıla mağlup olmaz.

Hatırlarsanız, başka bir sohbetimizde bu konuyu misallerle anlatmıştık. Mehmet Âkif’in Almanya seyahatlerinden sonra söylediği bir sözü vardır. Hülasa olarak şöyledir: “Onların ahlâkı bizim imanımız kadar sağlam, fakat onların imanı da bizim ahlâkımız kadar çürük. Onların müslüman olmaları için eksik olan tek şey imandır. Çünkü ahlâkları zaten hazır.” Merhum herhalde bu değerlendirmesini onların ticaret ve iktisat hayatıyla ilgili faaliyetlerine dayanarak yapmış olacaktır.

Nitekim bir başka âlimimiz de: “Bir gayrimüslimin, her sıfatının gayrimüslim sıfatı olması şart değildir. Doğru olmak, çalışkan olmak, ticaretinde dürüst olmak aslında bir müslümanın vasıflarıdır. Fakat bu vasıflar bazen inançsız bir kimsede de bulunabilmektedir. Maalesef, bir müminde de bazen ancak bir gayrimüslimde bulunabilecek vasıflar bulunabildiği gibi.

Mesela yalan, hile, dolandırıcılık bir müminde bulunamayacak, ona yakışmayacak olan vasıflardır. Ama bulunduğu görülmüştür. Bu çok korkunç bir şey. Sonra zulüm, haksızlık bazı hallerde küfür kadar ve hatta ondan daha da yıkıcıdır” demektedir. Koçi Bey Risalesi’nde; “Bir millet küfürle payidar olabilse de, zulümle payidar olamaz” denilmektedir. Bir hadis-i şerifte de: “İnsaf, dinin yarısıdır” buyrulmuştur. (250 Hadis’ten)

Kaynak: Prof. Dr. Ahmet Coşkun, Sohbetler ve Hatıralar, Yayına Hazırlayan: Hüseyin Kader, s.220-225 Yazı kısaltılmıştır, tamamı belirtilen kaynaktadır. Başlıklar sitemize aittir.

Prof. Dr. Ahmet Coşkun/ İrfanDunyamiz.com

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Pazarcının sevinci…

Bir güz günüydü. Yakın köylerden sebzelerini satmak için getiren insanlar, akşamın da yaklaşmasıyla birlikte telaşlanmışlardı. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.