Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem kırk yaşına gelip Yüce Allah tarafından peygamber olarak görevlendirildiğinde; hayatta Ebû Tâlib, Ebû Leheb, Hamza ve Abbas adında dört amcası vardı. Kendisinin kırk yaşında olduğu bu sırada Abbas amcası kırk üç yaşında, Hamza amcası da kırk dört yaşındaydı. Diğer iki amcası yaşlıydılar. Bunlardan Ebû Leheb, İslâm’ı kabul etmedi ve bir İslâm düşmanı olarak öldü.
Ebû Tâlib, on sene yeğenini Mekke müşriklerine karşı korudu ama İslâm’ı kabul ettiğini açıktan ilân edemeden 620 yılında öldü. Hazreti Hamza ve Hazreti Abbas, Müslüman oldular ve İslâm davasında yeğenleri olan Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem’e yardımcı oldular. Hazreti Hamza, Mekke’den Medine’ye hicret etti ve hicretten üç sene sonra 625 yılında cereyan eden Uhud savaşında şehid oldu. Hazreti Abbas, hicret etmedi; Mekke’de kaldı ve mustaz’aflara kol kanat gerdi.
Aynı evde
Hazreti Abbas, Peygamber Efendimiz’in doğumundan üç yıl önce dünyaya geldi. Kendisine; “Sen mi büyüksün Rasûlullah mı?” diye sorulduğunda; “Ben, ondan önce doğmuşum ama o benden büyüktür” diye cevap verirdi. O, bu cevabı ile kendisinin Peygamber Efendimiz’den yaşlı olduğunu; Peygamberimizin de kendisinden büyük olduğunu söyleyerek bu durumda olanlara güzel bir örneklik sergilemiştir.
İkisi, elli üç sene Mekke’de birlikte yaşadılar. Peygamber Efendimiz, annesinin vefatından sonra altı yaşında dedesi Abdulmuttalib’in evine gelince Abbas amcası dokuz yaşında, Hamza amcası da on yaşındaydı. Peygamberimiz, bu evde iki yıl kaldı. Onun bu iki yılı aynı evde bu iki amcası ile birlikte geçti. Abbas, annesi Nüteyle’nin odasında; Hamza, annesi Hâle’nin odasında; Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem de dadısı Bereke ile birlikte kalırdı.
Babası Abdulmuttalip vefat ettiğinde Abbas on bir yaşındaydı. Babasından kalan miras ile ve bir de zengin olan annesi Nüteyle’nin desteği ile ilk gençlik yıllarından itibaren ticaretle meşgul olan Abbas, kısa zamanda zengin oldu. Maddî durumunun iyi olması sebebiyle, Câhiliye döneminde Kâbe’yi ziyarete gelen hacılara su dağıtma (sikâye) ve onlara ziyafet verme (rifâde) görevlerini ağabeyi Ebû Tâlib’den devraldı. Ebû Tâlib’in geçim yükünü hafifletmek için Abbas, onun oğlu Ca‘fer’i; Peygamberimiz de diğer oğlu Ali’yi himâyelerine almışlardı.
İmanını gizledi
Peygamber Efendimiz, İslâmiyet’i yaymaya başladığı günlerde Abbas hemen Müslüman oldu. Ancak geniş nüfûzunu kullanarak Müslümanları himâye etmek düşüncesiyle, Müslümanlığı kabul ettiğini açığa vurmadı. 622 yılında yapılan İkinci Akabe Bîatı’nda, Peygamber Efendimiz’i yalnız bırakmadı ve müzâkerelere katıldı. Medineli Müslümanlardan onun hayatını tehlikeye atmayacaklarına dair söz aldı. Mekkeli müşriklerin Müslümanlarla ilgili karar ve davranışlarını Peygamberimize ulaştırmak maksadıyla kasten hicret etmedi.
Bedir Savaşı’nda müşriklerin safında yer almak zorunda kaldı. Peygamber Efendimiz, savaş başlamadan önce ashabına şöyle demişti: “Ben anladım ki, Hâşim oğullarından bazı erkekler ve daha başkaları bu savaşa zorla çıkarıldılar. Bu zorla çıkarılanların maksadı bizimle savaşmak değildir. Bu sebepten dolayı sizden kim, Hâşim oğullarından biri ile karşılaşırsa onu öldürmesin. Kim, Nebî’nin amcası Abbas ile karşılaşırsa onu öldürmesin. Çünkü o da savaşa zorla çıkarıldı.”1
Peygamber Efendimiz’in, ashâbına verdiği bu emirden Abbâs’ın Mekke döneminde İslâm’ı kabul ettiğini ve Müslümanlığını gizlediğini anlıyoruz. Hazreti Abbas, bu savaşta esir düştü. Kendisinin ve diğer akrabalarının fidyelerini ödeyerek Mekke’ye döndü. Oradaki fakir Müslümanları himâye etmeye ve Kureyşliler’in İslâmiyet aleyhindeki çalışmaları hakkında Peygamber Efendimiz’e bilgi ulaştırmaya devam etti.
Müşriklerin, Uhud ve Hendek savaşları öncesinde yaptıkları hazırlıkları gizlice gönderdiği haberlerle Peygamber Efendimiz’e o bildirdi. Peygamber Efendimiz’in de Hayber’in fethini Haccac bin Ilât ile ona müjdelemesi, ikisi arasında gizli bir haberleşmenin öteden beri devam edegeldiğini göstermektedir. Mekke’nin fethi için yapılan hazırlıklar tamamlandıktan sonra Müslüman olduğunu açığa vurması, onun gizli ve son derece önemli bir görevi üstlenmiş olduğunun bir başka delili sayılmalıdır.
Mustaz’af kavramı, Kur’ân-ı Kerim’de geçen bir kavramdır. “Zayıf bırakılmış, ihmâl edilmiş, müstekbirler tarafından ezilmiş, zavallı” demektir. Mustaz’aflar, insanlık tarihi boyunca var olagelmiş; kıyâmete kadar da var olacaklardır.2 Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de bu topluluğu korumak için cihâda çıkılmasını emretmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Size ne oldu da Allah yolunda ve ‘Ey Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder ve bize katından bir yardımcı yolla!’ diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz.”3
Mekke’nin fethinden önce orada kalıp Medine’ye hicret edemeyen Müslümanlar, Mekke’nin zâlim müşriklerinden büyük işkenceler görmüş, cefâlar çekmiş ve Yüce Allah’a ilticâ ederek O’ndan yardım göndermesini istemişlerdi. Bu âyet, buna işâret etmekle beraber, dünyanın neresinde olursa olsun, zulüm ve haksızlığa uğramış çaresizlere Müslümanların yardım etmelerini ve gerekirse onların uğrunda savaşmalarını istemektedir.
Mustaz’aflara yardım
İşte Hazreti Abbas, canını dişine takarak bu mustaz’aflara tek başına yardım eden bir kahramandır. Hudeybiye musâlahasının hemen öncesinde Peygamber Efendimiz’in Mekke’ye barış elçisi olarak gönderdiği Hazreti Osman radıyellahu anh, bu Müslümanlarla görüşmüş ve Rasûlullah’ın “Mekke’de imânın gizlenemeyeceği ve açığa vurulacağı günün gölgesi üzerinize düştü” buyurarak Mekke fethini müjdelediğini haber vermiştir.
Haz Osman der ki: “Mekke’de görüştüğüm bir erkekle bir kadına bu müjdeyi haber verdiğim zaman hüngür hüngür ağladılar ve şöyle dediler: ‘Rasûlullah sallellahu aleyhi ve sellem’e bizden selam söyle. İnanıyoruz ki, onu Hudeybiye’ye getiren Allah, Mekke’nin tam merkezine getirmeye de kadirdir.4
Hazreti Abbas radıyellahu anh hicretin yasak edildiği Hudeybiye musâlahasından sonra Ebû Basîr ve Ebû Cendel gibi gözü kara Müslümanların Îs denilen yerde kurdukları karargâha gidemeyenlere kol kanat gerdi. Yukarıda geçen ayetin işaret ettiği mustaz’af erkek, kadın ve çocukları korudu. Bu arada zulüm o kadar arttı ki, Hazreti Abbas da hicret etmek istedi fakat Peygamber Efendimiz; “Senin Mekke’de ikametin güzel bir cihaddır”5 diyerek onu Mekke’deki Müslümanlara sahip olmakla görevlendirdi.
Mekke’nin ve hatta Arap yarımadasının en zengini olan, yarımadanın ve çevredeki üç imparatorluğun ticaretini elinde tutan, zemzem suyunun sahibi olan, Mekke’de herkese borç para veren Hazreti Abbas radıyellahu anh, Mekke’deki mustaz’aflara kol-kanat gererek cihad sevabı kazanırken bugün İslâm dünyasındaki zenginlerin hali ne kadar da içler acısı, değil mi?
Prof. Dr. Mustafa Ağırman/ İlkadım Dergisi
DİPNOTLAR
1 İbn Sa’d, et-Tabakât, IV, 10; Belâzürî, Ensâb, IV; 8:
2 Geniş bilgi için bakınız, Eşref Altaş, Mustaz’af-Müstekbir, Haksöz Dergisi, Kasım 1994, Sayı, 44.
3 Nisâ sûresi, 4/75.
4 Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 600-601.
5 İbn Sa’d, et-Tabakât, IV, 31.
Abide Şahsiyetler ↗
İslam’ın çilesini çekmiş öncü şahsiyetlere dair yazılar okumak için tıklayın.
İslam Alimleri ↗
Kıymetli İslam alimlerini tanıtan birbirinden güzel yazılar okumak için tıklayın.