Konya velilerinden Ladikli Ahmet Ağa…

Konya’nın meşhur hafızlarından Hayra Hizmet Vakfı kurucusu merhum Hasan Hüseyin Varol hocamızın hatıralarını rahmete ve Fatihalara vesile olması niyeti ile yayınlamaya devam ediyoruz.

Konya velilerinden Ladikli Hacı Ahmet Ağa 1888 yılında Konya‘ya bağlı Ladik kasabasında doğdu. Babasının adı Mehmet, annesinin adı ise Emine’dir. Gayet cömert, vakar, temkin ve itidal ehliydi. Sükûtu ihtiyar eder, ihtiyaç halinde konuşurlardı. Ümmi olmasına rağmen onun Hocası Hızır aleyhis selam olduğu için ondan manevi ilimler almış olup, ilm-i hikmette yekta idi.

Kendisini Hakk’ın rızasına, halkın hizmetine adamış, her zaman ve her yönde halkımıza önder, rehber, teselli ve ümit kaynağı idi. Kendisine bir şey sorulduğu zaman; “Durun gardaşım şimdi cevabınızı getiririm” der, gider Hızır aleyhis selam’a sorar, cevabını alır getirirdi. Kimseyi kırmaz ve geri çevirmezdi. Hacı Ahmet ağa, 8 Haziran 1969 tarihinde Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Mübarek kabri şerifleri Ladik Mezarlığındadır. Her zaman ziyaret mümkündür.

Bendeniz, muhterem hocam Tahir Büyükkörükçü vesilesiyle kendisini tanıdım. Hocam, zaman zaman ziyaretine giderdi, beni de götürürdü. Ayrıca başka ağabeylerle de ziyaretine giderdim. Bunlar hep askere gitmeden önce yapılmış ziyaretlerdi. Tarikat dersini yeni aldığım sıralardı, yıl 1953. İlk ders olan kalp dersini o zatın ilk ziyaretinde aldığım manevi füyûzat neticesinde geçmiştim.

Zemzem olayı

Bir mübarek geceydi. 5- 6 arkadaşımız vardı. Tahir Hocamla birlikte gitmiştik. Akşam yemek yedik, yatsı namazını da kıldık. Ahmet Ağa bize; “Kardeşlerim, siz kalın. Ben göreve gideceğim. Sabah gelirim, görüşürüz” dedi, gitti. Bir arkadaşımız; “Hacı baba nereye gideceksiniz, göreviniz nerede bu gece?” diye sordu.

“Bugün Berat gecesidir evlat. Zemzem kuyusunun başında bütün peygamberlerin ruhları ve bütün Allah erlerinin ruhları toplanacak. Kuyunun suyu ağzına kadar yükselecek. Rasulullah dua edecek, bizler de âmîn diyeceğiz. Sonra o sudan herkes birer avuç içecek, dağılacağız. Bu merasim her yıl tekrar edilir. Zemzem kuyusunun suyu o sebeple tükenmez” dedi.

Ben; “Hacı Baba, bize o sudan getirir misiniz” dedim. “İnşaallah evlat, inşaallah” dedi. Ve Ahmet Ağa’yı uğurladık. Tahir Hocam bize biraz sohbet etti. Sonra hepimiz üzerimize bir örtü alıp yattık. Gece erken kalktık, teheccüd namazlarını kıldık. Evradımızla meşgul olduğumuz sırada sabah ezanı okundu. Sünnetleri kıldık. Farzı kılmak için bekliyorken Ahmet Ağa abdestini almış çorapları elinde kapıdan girdi. Sünneti kıldı. Kamet edildi ve sabah namazını cemaatle kıldık.

Her şey bitti, oturuyoruz. Hacı Ahmet Ağa gitti, hemen elinde büyükçe bir şişe ile geldi. Bana bakarak; “Evlat, sana zemzem getirdim” dedi. Ben de aldım cemaate dağıttım. Kendim de içtim, ama dört parmak kadar arttı. “Hacı Baba, ben bunu götürebilir miyim?” dedim. “Götür götür, sevdiklerine içirirsin” dedi. Ben de getirdim. Büyük otelin altında Celal Ağabey’in bakkal dükkanı vardı. Hemen oraya girdim.

Kapıdan girer girmez sevincimden; “Ağabey bak, Hacı Ahmet Ağa’dan zemzem getirdim” diye bağırdım. “İyi olmuş, iyi olmuş getir içelim, şu çocuklara da verelim” dedi. Biz içtik çocuklara da verdik. Çocuklar dediğim ağabeyin ikiz kızlarıydı. Çok küçüklerdi. Zemzem olayı onlarda da iz bırakmış olacak ki çocuklar beni gördüler mi: “Zemzemci amca geldi” derlerdi. Allah’ın hikmetine bakın ki bu kızlardan birisinin oğlu, diğerinin de damadı olan bir genç Hayra Hizmet Vakfında benim yardımcım olarak hizmet yapmaktadır.

Tayy-i mekan ve tayy-i zaman

Rahmetli Ali Ağaççı ile Kadınhanı’lı Hacı Bekir’in oğlunun düğününe gitmek üzere yola çıktık. Sanıyorum 1953 senesinin Eylül ayı sonları. Eskiden İstanbul yolu diye bilinen Musalla Bağları semtinde yol ağzına durduk. Şimdilerde orası eski sanayi ve motorlu sanayi sitesi diye biliniyor. Saat 11:00 oldu, hiçbir araba geçmedi. Düğün zamanı geçti.

Ali Ağabey; “Hoca nasıl olsa düğüne gidemeyeceğiz. Eğer bir araba gelirse doğru Ladik’e gidelim. Ahmet Ağa’yı ziyaret edelim” dedi. “Tamam Ali Ağabey, uygundur” dedim. Söz henüz bitmişti ki bir kamyon geldi. İşaret edip durdurduk. “Ladik’e kadar bizi götür” dedik. “Tamam” dedi. Atladık. Sarayönü- Ladik ayrımına geldik, araba durdu, indik. Ücretimizi ödedik ve Ladik’e yöneldik.

Çok acıkmıştık. Öğle olmuştu. Hem yürüyoruz hem konuşuyoruz. Ali Ağabey; “Hoca” dedi. “Buyur Ağabey” dedim. “Yeni pişmiş bir bulgur pilavı, yanında da bir ayran olsa ne dersin?” dedi. “Tamam Ali Ağabey, yalnız ayran değil de pilavın yanında, üzeri çörek otlu bir tas yoğurdu isterim ben” dedim. Eve geldik. Ahmet Ağa var. Yanında rahmetli Mehmet Dedeoğlu da var. Beraber oturuyorlar.

Öğle namazını kıldık. Tekrar oturduk. Ahmet Ağa: “Kardaşlarım, karnınız nasıl” dedi. “Hacı Baba karnımız aç” dedim. “Hah şöyle! Bu oğlan da benim damardan” dedi. “Biraz evvel Ankara’dan iki kişi geldi. Karnınız nasıl dedim. Tok dediler. Sonra gideceklerinde şoför, karnım aç dedi. Kendilerine gönlüme göre bir ikramda bulunamadım, üzüldüm. Siz öyle yapmadınız” dedi ve gitti.

Yarım saat dolmadan Ahmet Ağa elinde bir sini ile geldi. Hemen sofrayı serdik ve dört kişi oturduk. Sininin üzerinde yeni pişmiş buram buram taze bulgur pilavı, yanında üzeri çörek otlu bir tas yoğurdu. Bunları görünce hemen; “Hacı Baba biz gelirken yolda böyle istemiştik” dedim. Sadece tatlı bir tebessümle cevap verdi.

Fakat sininin üzerinde bir de ağzı kapalı sahan var. Ben öyle söyleyince Mehmet Dedeoğlu; “Ben de yağ içinde yumurta istemiştim” dedi. Sahanın ağzını açtık ki o da, yağ içinde yumurtaymış. Zaten sofrada yedi tane tandır ekmeği bulunurdu. Yine aynı sayıda ekmek vardı. Yedik, doyduk elhamdülillah.

Yemekten sonra çay geldi, içiyorduk. Ahmet Ağa rahmetli bir dizini dikerek otururdu. Konuşuyorken bir ara durdu. Sol tarafına baktı. O tarafta duvar vardı. Sonra bize döndü. “Kardaşlarım, biz bir yere gidecektik. Arkadaşlar dağa geldiler. Siz ister kalın, ister gidin. Ben yarın öğleye doğru geleceğim.”

Ben; “Hacı Baba, nereye gidiyorsunuz?” dedim. “Evlat ben bilmiyorum. Ama şurada yazılısı var” dedi. Ayağa kalktı, bizler de kalktık. Duvara gömülmüş tek kapaklı bir dolabı açtı. İki parmak genişliğinde bir kağıt çıkardı. Bana verdi ve “Burada yazıyor, oku” dedi. Kağıdı elime aldım. Kağıtta hem Osmanlıca yazılmış hem de yeni Türkçe yazılmış iki satır: “New York – Washington” yazıyor.

“Buraya niçin gidiyorsunuz?” diye sordum. “Washington’da iki bin kadar Müslüman var. Büyük bir sıkıntıları var. Onun için gidiyoruz. New York’ta bir papaz Müslüman oldu. Onu tebrik edip ziyaret edeceğiz, onun için gidiyoruz” dedi. “Pekiyi Hacı Baba oraya kaç dakikada varırsınız?” dedim. “Üç- beş dakikayı geçmez” buyurdular.

Biz izin aldık, tekrar ana yola çıktık, araba bekliyoruz. İkindi ve akşam namazlarını petrolde kıldık. Bekliyorken, alnında “Deli Osman” yazan bir kamyon geldi. Sağ olsun bizi Konya’ya kadar getirdi. Evlerimize dağıldık. Aradan uzun zaman geçti. Bir gün bir münasebetle bu olaydan bahsettim, sohbette. Orada Ali Ağaçcı da vardı. Ben konuyu bitirince Ali Ağabey; “O kağıt bende” dedi. “O gün ben onu almıştım, sandığıma koymuştum, ölünce kefenime koysunlar, diye vasiyet edeceğim” demişti.

Kutbü’z zaman olayı

Hacı Ahmet Ağa’yı bir ziyaretimiz günlerinde Irak’ta askeri bir ihtilal olmuştu. Hatırladığım kadarıyla bu son ihtilaldi. Kral devrildi. Başbakan ve diğer hükümet üyelerinden bazıları kaçtı, bazıları yakalandı. Tahir Hocam, Ahmet Ağa’ya sordu: “Bu olayda Ricalullahın bir rolü var mı? Onlar bu işe ne diyorlar?” diye.

Ahmet Ağa: “Zamanın kutbu olan zat, Medine’de yaşıyordu. Çeşitli yerlerden çok ziyaretçisi gelip gidiyordu. Onun bu durumundan Suud Kralı endişelenmiş olacak ki, kendisine haber göndermiş, ‘Eğer dilerseniz, ülkenin idaresini size bırakabilirim. İstemezseniz durumu bir değerlendirmeye alırsanız memnun olurum’ demiş. Hazret cevap vermiş: ‘Bizim görev alanımız başkadır. Ülkeniz size emanettir, biz başka bir yere gideriz’ demişler.

Bunun üzerine biz, arkadaşlarımızla gönderildik. Kendisine: ‘Dilerseniz sizi İstanbul’a götürebiliriz’ diye teklif ettik. ‘Şu anda nereye gideceğime dair bir emir bekliyorum. Emir gelince yardımınız olabilir’ diye karşılık verdi. Birkaç gün sonra Bağdat’a gitmesi için emir verildiğini öğrendik. Hemen gidip kendisini Bağdat’a taşıdık. Yedi senedir Bağdat’taydı” dedi.

Konunun tam burasında ben devreye girdim ve “Hacı Baba, Es’âd Efendi hazretleri, kendisine kutupluk görevi verilince şöyle diyor: ‘Ne yerden kârbân-ı gam göçer olsa konar bende./ Belâ rahında şimdi bir muayyen menzil oldum ben.” Bundan anlaşılıyor ki, kutbü’z zaman yer yüzünde vukû bulacak olaylardan ilk haberdar olacak kişidir. Bu zatın, bu olacak ihtilal olayından haberi olmadı mı?”

Ahmet Ağa; “Bildiğim kadarıyla bu zat, çok halim selim bir insandır. Kendisine görev verildiğinden bu tarafa hiç tasarrufta bulunmadı. Kendisine gelen emirleri aynen uyguladı. Devamlı ağlayan birisiydi. Bu haline rağmen Cenâb-ı Hakk ona önceden bildirmedi. Olay vuku bulduğu an haberdar edildi” dedi.

“Medine’deki gibi, Hazretin ziyaretçisi burada da çoğalmıştı. Devletin ilgili elemanları onu ve durumunu çok iyi biliyordu. Bağdat’ta meşhur zatlardan birisiydi. Bir hanımı vardı. Bir de kendisine hizmet eden yakınlarından bir genç vardı. İhtilal günü bu zatı eşyasıyla birlikte evden alıp bir cami avlusuna pejmürde bir vaziyette bırakıverdiler. Tam o sırada bir gazeteci geldi, herkesin ziyaret ettiği, itibar ettiği meşhur bu zatın o perişan vaziyetiyle resmini çekmek istedi. Lâkin adamın makinesi patladı ve resim çekemedi. Kendisi de korkup kaçtı” dedi.

O esnada biz Hocam ve arkadaşlar yemek yiyorduk. Önümüzde sini vardı. Ve biz etrafında daire halinde oturuyorduk. Tahir Hocam: “Hacı Baba, o zatın bir resmini görsek olmaz mı?” dedi. Ahmet Ağa: “Olur hocam, ben o zatın resmini sana getireyim, göstereyim” dedi. Fakat Hocam; “Hay efendim! Büyükler şöyle ellerini cebine sokarlar ve gösteriverirlermiş” deyince, o köylü görüntüsü içerisindeki Ahmet Ağa, son derece ciddileşti ve “Hocaefendi, Hocaefendi! Ben onu yaparım da siz buna dayanamazsınız!” dedi.

Bir anda hava değişti. Ve sanki tepemize bir kova soğuk su döküldü. Neye uğradığımızı bilemedik. Nutkumuz tutuldu, yemek de yiyemedik. Bir şey de diyemedik, donduk kaldık. Ama Ahmet Ağa büyük adam, hemen havayı yumuşattı: “Haydi Hocam haydi, yemeğimizi yiyelim. Ben o resmi sana getireceğim. Şu anda resim kendisinde olan arkadaşımız görev başında, oradan ayrılamaz. Onun işi bitince ben sana getireceğim” dedi.

Bunun üzerine hepimiz rahatladık. Ama, işin hiçbir zaman şakaya gelir bir iş olmadığını anladık. Ahmet Ağa Hoca’ya o resmi getirdi mi getirmedi mi bilmem. Arkasını araştırmadım.

Muhtelif olaylar

Ahmet Ağa’nın ziyaretine zaman zaman giderdik. Bize anlattığı pek çok olay vardı. Ben onların çoğunu unuttum. Mesela: Sahrayı Kebir diye ifade edilen çöl, “Sahrayı Tih” de denirmiş. Orada yaralı ve baygın bir vaziyetteyken tanımadığı bir zat, onu at sırtında çok kısa bir sürede hastaneye getirmiş. Orada yattığı sürece zaman zaman ziyaret edermiş. Kim olduğunu sorar ama cevap alamazmış.

Tedavi olmuş ve trenle memleketine gelmiş. O zat yine gelir, Ahmet Ağayla görüşür, konuşurmuş. Sonra kendisini yediler denilen gruba almışlar. “Evlat, kırk yıldır bu hizmeti yapıyorum. Bir hata yapmadan bu görevi tamamlamak istiyorum. Bana dua edin” derdi. Bir de: “Biz askeriz, verilen emri aynen yerine getirmekle mükellefiz. İtiraz hakkımız yoktur” derdi.

Zemheride yaş üzüm

Yine bir ziyaretimizde Hocam sordu: “Ahmet Ağa bugün görev ne tarafta?” diye. “Bugün Afrika tarafında görev verdiler Hocaefendi” dedi. Her zamanki gibi yatsıyı kıldık. Gitme saati gelince o müsaade aldı ve gitti. Sabah namazına yetişti.

Namazı kılıp hoş-beşten sonra bir tepsinin içerisinde, henüz dalından yeni kopmuş yaş üzüm, yanında muz ve bazı meyveler geldi. Hiçbirimiz hayrete düşmedik. Kemali afiyetle ve neşeyle yedik. Çünkü o gün Konya’da zemheriydi. Ladik’te diz boyu kar vardı. Bizim ülkemizde o mevsimde böyle çubuğundan yeni koparılmış üzüm mümkün olmazdı. Bunda şüpheye düşmeye gerek yoktu.

Bir başka gün ziyaretimizde yine hocam sordu: “Bugün ne tarafta görev var?” “Hocaefendi, inşaallah bugün Bulgaristan, Yunanistan hududunda görev yapacağız” dedi. “Yalnız mı görev yaparsınız, yoksa yanınızda başka arkadaş bulunur mu?” diye sordu.

“Bazen yalnız, bazen de yetiştirmek istenilen kişiler olur, onları yanımızda götürürüz” dedi. “Onları yetiştirirken ciddi imtihanlarınız oluyor mu? “Evet Hocaefendi! Çok ciddi imtihandan geçirirler. En son imtihan, en zor imtihandır. Eğer adam onu da kazanırsa yavaş yavaş görevlere yanımızda götürürüz” dedi.

“Bu en zor olan imtihan nasıl oluyor? Dünyevî bütün arzular, istekler, duygular, düşünceler, son derece güzel bir kadın suretinde getirilir. İmtihan olacak adamlar da bir halaka, yani bir daire oluştururlar. Kadın onların gönlünü çelmek için bütün maharetini gösterir. Bu durum bayağı sürer. Eğer bunlardan birisinin gönlünde kadına karşı bir meyil doğarsa, merasimden sonra onu ayırırlar. Kadına karşı gönlünü sağlam tutanlar kazanırlar. İmtihanı kazanamayan kişi yeniden eğitime tabi tutularak hazırlanmaya devam edilir.”

“Bu imtihandan sonra görev hayatı başlar. Her arkadaşa bir tane yeni yetişecek kişi verirler. Ancak, bu yeni adam, emrine verildiği adama, itirazsız itaat etmek mecburiyetindedir. Bana bir genç vermişlerdi. Bir gün onunla göreve gidiyorduk. Bir üzüm bağının içinden geçmemiz icap etti. Giderken de bağın sahibi bizi gördü. Arkadaş üzümlere imrenmiş olacak ki ben dedi, bir salkım üzüm keseceğim, parasını da çubuğa bağlayacağım.

Kendisine izin vermedim. Ama o, bana rağmen dediğini yaptı. Bağın sahibi bir Arnavut’tu. Bize sövdü, ağır laflar etti, hakaret etti. “Gördün mü, yaptığını beğendin mi?” dedim. Ama olan olmuştu. Biz görev yerine gelir gelmez arkadaşı tutukladılar. “Ben hakkımdan vazgeçtim, bağışlayın!” dediysem de götürdüler. Şu anda arkadaşımız hapiste cezasını çekiyor” dedi.

“Kardaşlarım, bizim işimiz çok zor. Küçük bir hata, büyük bir cezayı gerektirir. Biz bazen uçarak gideriz göreve. Şeytanlar bizi görürler. Ve bize açıktan küfrederler. Biz, hiç sesimizi çıkarmayız. Belli olmaz, bakarsın bu da bir imtihandır diye düşünürüz.

Not: Demek oluyor ki bu insanların görevleri öyle her yiğidin yapacağı işler değil. Ben bunları dinledikten sonra onlara hiç heveslenmedim.

Kore’de Kunûrî Savaşı

1950’li yıllarda Kore Savaşı Türkiye’yi sarmıştı. İlk dönemlerinde kimse pek hevesli olmadı. Mecburi olarak gitti. Fakat harbin bitmesinden sonra gitmek isteyenler çoğaldı. 1954 yılı sonlarına doğru askere gitmiştim. Ankara’nın Çubuk ilçesinde 230. piyade alayında askerdim o günlerde. Kore’ye gitmek isteyenleri biliyorum. Bir ara ben de heveslendim. Fakat peder validem izin vermediler. Bir evin bir oğluydum. İki körün bir değneği yerindeydim. Onlar izin vermeyince ben de gitmedim.

Henüz askere gitmemiştim. 1954 yılının başlarıydı. Hacı Ahmet Ağayı ziyarete gitmiştik. O günlerde Kore’de Kunuri Savaşı devam ediyordu. Cephede bizim tugayın sağında ve solundaki dost birliklerin geri çekilmeleri, bizim birliklerin de ilerlemesi sonucu bizim tugay çember içinde kalmış. O günkü dilde buna “muhasara” deniyordu. Yani çembere alma anlamında bir terim.

Türk tugayının topyekün imha edilmesi gibi bir tehlike belirmiş. Ahmet Ağa anlatıyor: “Bütün ricalullah bir emirle oraya gittik. Orada ellerimiz kılıçlarımızda bekliyoruz. Bir saldırı emri bekliyoruz ki, o muhasarayı yaralım ve askerlerimizi kurtaralım. Geceydi. Sabah yakındı. General Tahsin Yazıcı askere süngü taktırdı ve hücum başladı.

Biz emir beklerken baktık ki gecenin karanlığını yırtarak gelen bir teveccüh var. ‘Kim bu acaba’ diye baktık. Ta İstanbul’dan Sami Efendi hazretleridir. Onun teveccühü ile asker, manevi bir güç desteği buldu ve muhasara yarıldı, asker kurtuldu. Bunu ben de orada bulunanlar da hep gördük.”

“Sizler Sami Efendiden feyz alma gayreti içerisindesiniz. Üstadınızın değerini ve seviyesini bilin” dedi. Merhum Ahmet Ağayla ilgili anılarımı burada bitirirken kendisine Cenâb-ı Hakk’tan rahmet niyaz ederim.

(Not Bu yazı merhum Hafız Hasan Hüseyin Varol Hocamızın “Yaşadıklarım ve Gördüklerim” adlı Hatırat kitabından kısaltılarak derlenmiştir. Başlıklar sitemize aittir. Geçmişlerimiz için Fatihalara ve dualara vesile olması niyazı ile.)

Hasan Hüseyin Varol/ İrfanDunyamiz.com

Yayın Yönetmeni Notu: Değerli okuyucular. İktibas yatığımız bu yazıda merhum Hafız Hasan Hüseyin Varol Hocamız merhum Ladikli Ahmet Ağa’ya dair bazı ilginç hatıralara yer veriyor. Hiç şüphesiz ki dünyanın acaibi ve garaibi çoktur. Bazı insanlar bunlar hakkında; “Olur mu öyle şey” diyerek inkar edebilir. Fakat biz velilere hüsnü zan ile bakan ve tasavvufa karşı önyargıyla yaklaşımı doğru bulmayan bir düşünceyi benimsediğimiz için bu konularda yorum yapmayız. Bazı kardeşlerimiz bu tür garaip hadiseleri okuduklarında gereğinden fazla üzerine düşüyorlar ve sırlı olaylara değişik anlamlar yüklüyorlar. Bize düşen kulluğumuzda istikrarla, sabırla, temkinle ilerlemektir. Bu anlamda sırlı meselelerin fazla ardına düşmek yerine bu enerjimizi İslami ilimlere vermemiz daha yerinde olacaktır. Böyle sırlı işlerin peşine düşmek her bünyenin kaldıracağı bir iş değildir. Bazı kimseler böyle merakları yüzünden akıl sağlıklarından olmuşlardır. Ladik Ahmed Ağa gibi büyük zatların da ahlakını ön plana çıkarmak daha doğrudur. Ancak velilerin yaşadığı bu tür olayların da inkar edilmemesi ve bilinmesi için biz bu yazıyı da iktibas ettik. Şeytanın vesveselerinden Rabbimize sığınırız.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Evimiz ne zaman cennetimiz olur?

Evleniyorsunuz, eğer Rabbimiz lütfetmişse, bir müddet sonra evinize yeni bir fert katılıyor. O sizi hiç …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.