Kur’an’ı anlamada dilin önemi…

Kur’an’ı hakkıyla yaşayabilmek için önce onu anlamak gerekir. Anlama faaliyetinde iki anahtar vardır. Bunlardan birincisi dildir. Dilden kasıt vahyin kendisiyle nazil olduğu Arap dilidir. Elbete doğru anlamak için bu dilin yatağını, coğrafyasını, kültürünü ve tarihini de bilmek gerekir. Bunlara hakkıyla vakıf olunmadan tam bir anlama gerçekleşmez. İnsan hakkıyla anladığına göre yaşar ve anladıklarını başkalarına doğru anlatır.

Vahyi doğru anlamanın ikinci anahtarı da tarihtir. Biz tarihi en geniş şekliyle düşünüyoruz. Bu tarihin içerisinde, insanlık tarihi, peygamberler tarihi, Arabistan tarihi, cahiliye dönemi tarih, vahyin nüzul dönemi ve İslâm tarihi vardır. Unutmamak gerekir ki hadisler ve Sünnet de Kur’an tarihine dâhildir. Hadisler, vahyin tarihi içerisinde Resulullah’ın beyanı veya temsilidir. Bu konulardaki uzmanlaşma vahyin doğru anlaşılmasının anahtarlarıdırlar.

Dil faktörü

Anahtara sahip olmayanlar doğru anlamadıkları gibi başkalarına da doğruyu anlatamazlar. Şunu ifade etmek isteriz ki her meal yazarı Arap kültürünü tanımada, tarih bilgisinde, dilde ve dinde derinleşmek zorundadır. Bu alanlarda derinleşmeyenlerin yazdıklarına itibar edilmemelidir. İyi meal yapabilmek için onlarca şart olmasına rağmen biz bunlardan sadece dil faktörü üzerinde duracağız.

“Dil”, anlatım araçları bütünü, bütün bireylerde ortak olan şifre “Code”dir. Söz ise, bu şifre veya kodun bireysel kullanımıdır.1 İnsanı hayvanlardan farklı kılan en önemli özellik, düşünme ve düşündüklerini dil yetisi aracılığıyla ifade etmesidir. “İnsan hangi ortamda bulunuyor ve ne yapıyor olursa olsun sahip olduğu dil yetisi sayesinde konuşur, düşüncelerini dile getirir, varlık evrenindeki her şeyi yorumlar.”2

Dil, toplumun dünyayı algılama ve düzenlemedeki en etkin aracıdır. Hiçbir dil yaşadığı toplumun kültüründen ve olgudan kopuk değildir. Kültürden ve olgudan kopuk bir dilden bahsetmek imkânsızdır. İnsanların düşündüklerini ve duyduklarını bildirmek için, kelimelerle ve işaretlerle yapmış oldukları bir anlaşma olan3 dilin beş temel işlevi vardır:

  1. “Belli bir anlama yapılan göndermenin simgeleştirilmesi,
  2. Dinleyiciye yönelik tutumun açığa vurulması,
  3. Göndermeye yönelik tutumun açığa vurulması,
  4. Amaçlanan etkinin uyandırılması gerekir.
  5. Anlama yapılan göndermenin de desteklenmesi lâzımdır.”4

Eğer bir dil, bu işlevlerini yerine getirmeyecek olursa, söyleyenle söylenen arasındaki iletişimin sağlıklı bir şekilde gerçekleştiğinden bahsetmek mümkün değildir. Hatta dilin işlevi bağlamında şu realitenin de gözden kaçırılmaması gerekir: “Dinleyici, görünür simgeleri hatasız biçimde alabilmeli, yani sadece söylenen sözü doğru olarak işitmek, kullanılan dili bilmekle kalmayıp kullanılan jest ve ses uyumu gibi kelime dışı simgeleri doğru olarak gözlemlemelidir.”5

Sözlü kültür ürünleri yazıya geçirilince; sonraki muhataplar kullanılan jest ve mimikleri göremedikleri için, anlamalarında az da olsa kusur vardır. Bu kusuru aşmak, ancak söylenen söze gerçek anlamda şahid olmakla mümkün olabilir.

Dilin coğrafyası

Diğer yandan konuşulan dillerin mekânı vardır. Buna dilin coğrafyası denir. Dilin iyi anlaşılmasında etkili olan coğrafyasından kasıt, bir dilin anlatım yollarını, o dili konuşan toplumun geçmişini, yaşam biçimini, geleneklerini ve çeşitli özelliklerini belirten önemli ipuçlarını bilmektir.6 Tüm bu sayılanlar, semantik yapabilmenin de anahtarlarıdır.7

Bu çerçevede Arap dilini ele alırsak, Kur’an’ın nâzil olduğu dönemindeki dili; o dönemin ve bölgenin, kendisine özgü şartların, Arap örf ve adetlerinin, kısaca bir hayat tarzının ürünü olduğu görülecektir. Kelimelerin anlamı, o çevrenin ve o şartların içerisinde doğmuş, o dönem Arap kültürünün etkisiyle şekillenmiştir. “Belirli bir kültürün ve coğrafyanın oluşturmuş olduğu dil olgusunun ürünlerini; çeşitli amaçlar için ortaya konan metinleri sadece birer araç olarak görmek, çok yönlü bağlamından koparmak suretiyle ele almak, ahlâk dışı bir davranıştır.”8

Sahâbenin dil konusundaki yetenek ve yeterliliklerinin anlaşılması sadedinde Arapçanın doğuşu ve coğrafyası konusu önemli bir husustur. Hazreti İsmail, “Arab-ı Âribe” olan Cürhümden bir kadınla Mekke’de evlenmiştir.9 Hazreti İsmail’in Cürhümlülerden kız alması, Hazreti İbrahim’in oğlunu ziyarete gelmesi, Cürhüm kabilesiyle İbranîler arasında yakınlık kurulmasına, İbranilerin bazısının Hicaz’a hicretlerine ve iki kavmin karışmasıyla yeni bir kavmin (Arab-ı Musta’ribe) meydana gelmesine sebep olmuştur. Bunlar eski Arapça ile eski İbraniceden oluşan bir dil oluşturmuşlardır. Kur’an, Arapların edebî ve içtimaî lisanı olan bu dil ile nâzil olmuştur.10

En iyi sahabeler anladı

Arap dili, sahip olduğu ahenk, kelime yapısı, fiil çekimi ve telaffuzundaki kaideleri bakımından çok önemlidir. En küçük bir açıklığı ve teferruatı bile zayi etmeksizin bu dil, veciz ve özlü ifadeler taşıyan bir lisandır. Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem’in arkadaşları bu dili rahatlıkla anlayabiliyorlardı.11 Çünkü Kur’an, o dönemin Arapçasıyla inmiştir. Dolayısıyla onu anlama çabaları da yine Arap dili vasıtasıyla olacaktır.12

Sahâbe bu dille konuşan ve bu dilin yatağında doğup büyüyen insanlar oldukları için deyimlerine, dilde yapılan sanatlara vakıftılar. Kur’an’ın indiği dili bilmeyen ve garip kelimeleri anlamayan, bugün de tefsir yapamaz.13 Kur’an’ın kelimelerini öğrenmek için yapılan her türlü çalışma, Kur’an’ı doğru anlamaya yönelik bir gayrettir. Aynı zamanda Müslümanlar, Kur’an’ın kelime ve kavramlarıyla meşgul olmakla, ilahî olanla irtibata geçtiklerine inanırlar.14

Sahâbe döneminin Arapçasına baktığımızda görürüz ki, Araplar konuşmalarında ve şiirlerinde hakikat ve mecaz, tasrih ve kinaye, icaz ve itnab gibi edebî sanatları kullanıyorlardı. Bundan dolayı Kur’an, Arabın kullandığı bu söz sanatlarını, daha yüksek ve edebî bir şekilde kullanmıştır. “Arap dili üslubu ile nâzil olan Kur’an’ı, ilk muhatapları, kendi kültür seviyeleri nispetinde anlayabilmişler, anlayamadıkları kısımları, bu hususta en salahiyetli zat olan Peygamber Efendimiz’e sormuşlardır.”15

Çünkü sahâbe şu gerçeği biliyordu; Allah ile kendileri arasında olan ontolojik farklılıktan dolayı, onunla direkt konuşmak mümkün değildir. Ancak bir Peygamber aracılığı ile iletişim kurulabilir.16 Haliyle, Peygamber de onların bilmediği sözcük ve terimleri biliyordu. Ümmetinin tüm problemleriyle ilgilenen Peygamberin en temel görevi, ayetlerdeki kapalılıkları açıklamak, beyan etmek, anlaşılır kılmak ve anlamaktır. Dil ne kadar açık ve anlaşılır olursa o kadar iyidir.17

Vahyin ilk nâzil olduğu yerin; Mekke halkının lehçesi, Kureyş lehçesiydi. Peygamberimizin Mekke’de yaşıyor olması ve Kureyş lehçesini konuşması kapalılıkları izah etmede onun işini de, vahye muhatap olanların işini de kolaylaştırmaktaydı. Çünkü Kur’an, Arap lisanıyla, onların örf ve adetlerini konu alır vaziyette nâzil oluyordu.18 Hatta İmam Şafii’ye (ö: 204/819) göre Kur’an’da Arapçanın dışında hiçbir sözcük yoktur.19 Tüm sözcüklerin Arapça olması, sahâbenin Kur’an’ı anladığının bir ifadesidir.

Dili anlamada öncüller

Dili iyi anlamak için bir takım öncüller vardır. Bu öncüller ne kadar iyi bilinirse dil o kadar iyi bilinir. Bu öncüllerin en önemlilerinden birisi de, dilin bağlamıdır: “Kur’an metninin anlaşılabilmesi için önce onun dil dokusu, dokuyu oluşturan sözcük ve tümcelerin yapı ve delalet yönlerini, sözcüklerin kök manalarıyla sonradan müktesep delalet zenginliklerini; ayrıca anlamın oluşmasında etkisi ve katkısı olan dil dışı unsurları, kısaca kültürel, toplumsal, tarihsel ve olgusal bağlamları bilmek gerekmektedir.”20

Usûlî anlamda tanımını öne çıkardığımız sahâbîler, tüm bunları bilen insanlardı. Fetihlerle beraber sınırları genişleyen İslâm coğrafyasında, Müslümanların dini sözcüklerine izafî manalar yüklendi. Sözcük ve terimler, bağlamından koparıldı.21 Sahâbîlerden sonra dili anlama sorunu ortaya çıktı ve büyüdü. Zira sahâbenin her biri Kur’an’ı ve onun ayrı ayrı kelime terkiplerinin tamamını bilirdi.22

Öyle ki, Hazreti Ömer, Kur’an’ı en iyi şekilde anlamanın olmazsa olmaz iki anahtarı olarak kabul ettiği dil ve Sünnet konusunda valisi Ebu Musa el-Eş’arî’ye (ö: 44/664) gönderdiği mektupta şu tâlimatı veriyordu: “Sünneti ve Arap dilini iyi öğreniniz.23 Hatta Hazreti Ömer’in seçmiş olduğu sözcüğün “Tefakkuh ediniz” şeklinde olduğunu iyi düşünürsek; öğrenmekten kasıt, dile tam vukûfiyeti içeren mükemmel bir anlama faaliyetidir.

Kur’an’ı doğru anlamada sahâbenin en büyük avantajlarından birisi, Kur’an’ın dünya görüşünü bilmeleridir. “Kur’an’ın kullanmış olduğu dil ve üslup bizi bu dünya görüşüne yükseltmeyi amaç edinen bir söz, kelâm ya da hitaptır. Dolayısıyla, onun ifadelerini sıradan olgu ve olaylar düzeyinde kalan bir uyaran-tepki nedenselliği bağlamında, ya da gündemde bulunduğu salt dış dünyaya ait nesne, durum ve olaylar hizasında anlamak, bir yerde onu hiç anlayamamakla aynı kapıya çıkar.”24

İslam fıtratı üzereydi

Eğer, sahâbî dediğimiz bu insanlarda, Kur’an’ın dünya görüşüne doğru bir algı yükselmesi olmasaydı iman etmezlerdi. İmanlarının dereceleri Kur’an’ın dünya görüşünü algılamalarına bağlı olarak anlam kazanmıştır. Sahâbîlerin Kur’an’ı anlamada eşit seviyede olmadıklarını söyleyebiliriz. Sahâbenin bilgi ve kültür yapısıyla, Arap dili ve edebiyatına vakıf olmaları hususunda yetişkinlik dereceleri, ayrıca Peygamberimizin yanında devamlı bulunma veya bulunmama durumları, böyle bir anlayış farklılığını zorunlu kılmıştır.25 Zaten onları sonraki nesillerden üstün kılan özellik, halis bir Arapça selikasına ve kendilerini teslimiyete sevkeden halis bir İslâm fıtratına sahip olmalarıdır.26

Kur’an’ı iyi anlamada Sahâbenin iki önemli önceliğe sahip olduğu daha önce söylenmişti. Bunlar, dil ve Peygamberimizin sünneti. Konumuz, dil olgusu olduğu için burada şu hususu iyi bilmek gerekir. Dilden kasıt, Rasulullah dönemi dilidir. Çünkü Kur’an 610-632 yılları arasındaki süreçte indiğine göre, bilinmesi gereken genel anlamda “Arap dili” değil, Kur’an’ın nâzil olduğu dönemde konuşulan Arap dilidir.

Kur’an’ın nüzul sürecinde de Arap diline sızmalar olmuştur. Bundan dolayı sahâbe, o dönemin bu tür kelimelerini bilemiyordu denirse, şu cevap verilir: Yabancı kökenli de olsa, bir kelimeyi Araplar kullanmışlar ve kendilerine maletmişlerse, artık o kelime kendi dillerinden olmuştur. Dikkat edilecek olursa, Araplar hiçbir yabancı kelimeyi orijinal dilindeki telaffuzu üzerine bırakmazlar.27 Müfessirin de, Kur’an ayetlerini meydana getiren kelime ve kavramların ilk ortaya çıktıkları sırada ve onların ilk okuyucusu olan Rasulullah tarafından okunduğunda, onun etrafında bulunan kimselerin onlardan ne anladıklarını tespit etmeye özellikle dikkat etmesi gerekir.28

Asgari miktar

Arapça olarak inen Kitab’ı29 anlama konusunda her Müslümanın öğrenmesi gereken asgari bir miktar vardır. Bu da, kelime-i tevhidin anlamını bilmesi, Kur’an’ı okuması, insana emredilen tesbihat ve tekbirlerin anlamlarının kavranmasıdır.30 İhtisas ve içtihadî yeterlilik için ise bundan daha fazla bilgiye sahip olmak gerekir. Daha fazla bilgiden kasıt, dildeki inceliklerin bilinmesidir. Bunlar öğrenilmeden Kur’an’ın muhteviyatının tam hakkı verilemez.

Dildeki incelikten kasıt, Peygamber dönemi Arapçasının lugatının bilinmesi, beyan, meânî, bedî’nin öğrenilmesi, mübhemin belirlenmesi, mücmelin / kapalılıkların açıklanması, vahyin nüzul ortamının, nasih ve mensuhun tanınması, mutlak, mukayyed, umumî ve hususî lafızların kavranması, emir ve nehiylerin, kıraat farklılıklarının, Allah için caiz ve caiz olmayan şeylerin öğrenilerek özümsenmesidir.31

Kişi tüm bunlarla beraber Kur’an lafızlarındaki çeşitli şekilleri; vucuh ve nezâir’i bilmedikçe Kur’an’ı hakkıyla anlayamaz.32

Dille alakalı bilinmesi gerekenleri anlatım kolaylığı açısından şöyle sıralayabiliriz:

1. Arapçanın sarfını bilmek.

2. Arapçanın nahvini bilmek.

3. Cahiliye şiirini ve Arapçasını bilmek. (Gerekçesini yukarıda açıkladık)

4. Peygamber Efendimiz dönemi Arapçasını bilmek. Peygamber dönemi Arapçası bilinmeden Kur’an-ı Kerim doğru anlaşılmaz.

5. Söz sanatlarını; teşbihler, mecazlar, istiareler, kinayeler, tevriyeler, telmihler vd. bilmek.

6. Söz aktarımlarını bilmek.

7. Kur’an-ı Kerim’deki deyimleri bilmek. Kur’an-ı Kerim’de çok yoğun bir şekilde kullanılan deyimlere zahiri anlamlar yüklemek, meseleleri ve anlamı içinden çıkılmaz hale getirir.

8. Kelimelerdeki anlam daralmalarını bilmek.

9. Kelimelerdeki anlam genişlemelerini bilmek.

10. Garip kelimeleri bilmek.

11. Vucuh ve nezair ilmini bilmek.

12. Kur’an-ı Kerim’deki kelimelerin ilmi disiplinlerin etkisinde bırakılarak kazandırıldığı anlamları bilmek ve düzeltmek.

13. Kur’an-ı Kerim’in nüzul döneminde konuşulan aktif lehçeleri bilmek.

14. Dille ilgili Peygamberimiz, sahabi ve tabiin tefsirlerini bilmek.

 Kur’an’ı anlayamamanın dille alâkalı bir başka sorunu da, derinlemesine araştırma yapmayan, dilin lügatini, sanatlarını, kültürel alt yapısını ve buna bağlı olarak semantik bilmeyen insanların Kur’an kelimelerine sübjektif anlamlar yüklemesidir.

Dilin ıslahı

Belirtilen her iki yanlışa düşmemek için, dilin yatağını ve onu var eden kültürel olguların önemini kavrayan sahâbîler Kur’an’daki kelimelerle dönemin şiir dili arasındaki ilgiyi bildikleri için Arab’ın divanı mesabesinde olan cahiliye dönemi şiirini öğrenmeye önem vermişlerdir. Peygamber Efendimiz’in bizzat kendisi dilde hata yapılmasını hoş karşılamamış ve yanında dil yanlışlarını çok yapan; anlatım bozuklukları içerisinde meramını anlatan bir adam için; “kardeşinize (dosdoğru) konuşma hususunda yardımcı olunuz”33 buyurmuştur.

Yine dili doğru anlamanın, konuşmanın, olayları vakaya uygun anlatmanın önemiyle ilgili olarak da “Dilini ıslah eden (her türlü anlama ve anlatım bozukluğundan muhafaza eden) kişiye Allah rahmetiyle muamele yapsın.”34 demiştir. Abdullah bin Bureyde’nin, Kur’an ve sünnet eğitiminden sonra sahabenin dil öğretimine önem vermesine atıfta bulunması manidardır.35 Bu çerçevede Hazreti Ömer (ö: 23/644) de “Arapçayı çok iyi düzeyde öğreniniz.”36 emrini vermiş; aynı yoldan giden oğlu Abdullah bin Ömer de anlatımda bozukluk yapan çocuklarını te’dib etmiştir.37

Sahâbe, zaman zaman mescidde toplanıyor aralarında şiirler okuyup, cahiliye dönemi olaylarını anıyorlardı. Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem onları yapmış oldukları bu eylemden men etmediği gibi onların davranışlarına gülümseyerek karşılık veriyordu.38 Kur’an metnini doğru anlamada Peygamber Efendimiz, şiirden istifade etmeyi tavsiye etmiş ve arkadaşlarına da şiiri iyi öğrenmelerini önermiştir. Kendisi de sanatta ve anlamda zirveyi taşıyan şiirleri dinlemiştir. Zaman zaman yolculuklarında “Ümeyye bin Ebi Salt’ın şiirlerinden bilen var mı?” demiş ve Amr bin Şerid’in rivayetine göre babası Şerid ona yüz beyit kadar okumuştur.39

Peygamber Efendimiz’den istifade eden ve ona sahabi olma şerefine nail olan bu kimseler şiire ayrı bir önem vermişlerdir. İmran bin Husayn’la yolculuk eden Mutarrif, Basra’dan Kufe’ye kadar kendisine sürekli şiir okuduğundan bahsetmiştir.40 Cabir bin Semre de beraber sohbet ettiği yüzlerce sahabenin şiir okuduklarını, Peygamberimizin yanında cahiliye olaylarını anlattıklarını ve Resulullah’ın da bu olaylara tebessümle karşılık verdiğini;41 herhangi bir yasaklama getirmediğini haber vermiştir.

Hazreti Aişe (ö.58/677)’den gelen rivayetlerde ise Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem, Mescid-i Nebi’ye Hassan bin Sabit için bir minber koydurmuş, O da Peygamberimizle ilgili şiirler okumuştur. Peygamber Efendimiz onun şiiriyle övünmüş ve Cebrail’in, Hassan’ı desteklediği müjdesini vermiştir.42

Peygamber Efendimiz’in onları bu tip hadiselerden men etmemesindeki asıl neden, şiir dilinin Kur’an’ın dilini çözmeye yardım edeceğini bilmesidir. Bu bağlamda hemen belirtmekte fayda var. Hazreti Ömer de aynı amaç uğruna şöyle demişti: “Ey İnsanlar, cahiliye devri şiirlerini toplamaya bakınız, çünkü onda kitabınızın tefsiri bulunmaktadır.”43

Şiirle Kur’an sözcükleri arasında ilgi kuran Abdullah b. Abbas (ö: 68/687): “Kur’an’dan bir şey size yabancı gelirse, şiire bakınız. Çünkü şiir Arab’ın divanıdır.”44 Demiştir. Sahâbîler bazı Kur’an sözcüklerini bilemezlerse onları, Kur’an’daki kelimelerin kapalılığını giderebilir diye, itimat ettikleri, saf Arapçaya vakıf olan bedevîlerden sorarak öğrenirlerdi. Konuyla ilgili şu iki örnek oldukça önemlidir.

Hazreti Ömer radıyellahu anh anlatıyor: “Kinaneden Müdlecoğullarından bir bedevî gelmişti. Ona ‘Harac nedir?’ diye sordum. Şöyle cevap verdi: ‘Ne bir vahşi hayvanın ne de bir çobanın kendine ulaşamayacağı bir ağaçtır.’ Bunun üzerine Hazreti Ömer radıyellahu anh şöyle bir yorum; deyim yerindeyse semantik yapar: ‘İşte kâfir kişinin kalbi de böyledir. Ona imandan, salih amelden ve hayırdan hiçbir şey ulaşamaz.’ ”45

Kur’an kelimelerinin kaynakları ile ilgili ikinci örnek de şudur: İbn Abbas: “Ben ‘Fâtıru’s-Semâvâti ve’l-Ardı’ ayetindeki46 ‘Fatır’ sözcüğünün anlamını iki bedevî gelip bir kuyunun başında münakaşa edene kadar bilmiyordum. Onlardan biri diğerine diyordu ki: ‘Ene fatartuha’47 (Onu ilk önce ben yardım.)” İbn Abbas, bedevîlerden ‘Fatara’nın, bir şeyi ilk önce, örneksiz ve en evvel yapmaya başlamak anlamına geldiğini öğrenmiştir.

Daha çok sözcükler konusunda problemi olanlar, geç dönem Müslüman olan sahâbîlerdir. Kur’an’ın nüzul ortamına erken dönemde ve sürekli şahit olamayınca sözcüklere lafızcı yaklaşıyorlar ve sonunda kendilerine problem çıkarıyorlardı. Fakat hiçbir problem çözümsüz bırakılmıyordu. Bu tip sahâbîlerden birisi de Adiy bin Hatem’dir.

“Oruç gecesi, hanımlarınızla beraber olmak, size helal kılındı. Onlar sizin, siz de onların elbisesisiniz. Allah, sizin kendinize yazık etmekte olduğunuzu bildi de tevbenizi kabul edip sizi affetti. Artık şimdi onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için yazıp takdir etmiş olduğunu arayın, şafağın beyaz ipliği siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin, için; sonra tâ gece oluncaya dek orucu tamamlayın…”48 ayeti inince, ayetteki ‘Siyah ve beyaz iplik’ ifadesini zâhiri manada anlamıştı. Sonra da bir beyaz bir de siyah iplik alıp ayaklarına bağlamış, onlar birbirinden iyice ayırt edilinceye kadar sahurda yiyip içmeye devam etmişti. Durumu Peygamber Efendimiz’e haber verince, Rasulullah gülmüştür. Beyaz ve siyah iplikten kastın, gecenin karanlığı ve gündüzün beyazlığı olduğunu söylemiştir.49

Tüm bunlara rağmen sahâbeye yine de kapalı gelen bir kelime olursa, ‘Cevâmiu’l Kelîm’ sahibi50 Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem’den sorarak öğreniyorlardı. Sonunda sahâbe her hangi bir anlama sorunu olmadan Kur’an okuyordu. Yüce Allah, onlara anlayacakları dille hitap ediyor, göndermiş olduğu elçi kavminin dilini konuşuyor ve kitabı onların lisanı üzerine okuyordu.

Bu meyanda şunu söylemek gerekir ki Arapların fasih Arapça konuştuğu bir zamanda en beliğ Arapçayla Kur’an nâzil olmaya başlamıştı. Sahâbe de, Kur’an’ın görünen manalarını ve hükümlerini biliyorlardı. Şayet çok ince içsel anlamlar içeren sözcük veya mesele varsa, derin araştırmalardan ve Rasulullah’a sorduktan sonra kapalılık kalmıyordu.51

Sembolik bir dil olan Arapçanın en temel özelliklerinden birisi harflerin harekeyle okunmasıdır. Arapça bir metni önce anlamak gerekir ki sonra düzgün olarak okunabilsin.52 Bu dilin sembolik olduğunu ve önce anlamı kavramanın önemini bilen sahâbe, Peygamber Efendimiz ayetleri kendilerine tebliğ ederken onun jest ve mimiklerini, ses tonunu da görerek anlama konusuna yardım eden temel faktörleri yerinde, zamanında hallediyorlardı. Ayrıca onlar, dilin coğrafyasını, nüzul ortamının Arapçasını, fasih bir dil selikasını, dil semantiğini ve dili meydana getiren kültürel olguyu da biliyorlardı. Kur’an dâhil tüm metinleri anlamada dilin anlaşılması en önemli husustur. Konunun anlaşılmasına yardımcı olur ümidiyle dilin önem ve işlevini belirten şu açıklamayla bu bahsi tamamlayalım:

1- Dil, anlamanın en önemli bir elemanıdır.

2- Dil, sadece kendisine yüklenen anlamı taşımakla kalmaz, aynı zamanda; ait olduğu kültürel ortamı, konuşulduğu kavmin millî özelliklerini, o tarihin ve milletin dünya görüşünü, ahlâkını, edebiyat ve sanatını, din ve felsefesini bize ulaştırır, bunları anlamamızı sağlar.

3- Tarihi doğru anlamamıza yardım edecek en önemli bir araçtır. Bu yolla elde edilecek bilgi güvenilir kabul edilmelidir.

4- Semantik tahlil yöntemiyle dil bize, anlamak durumunda olduğumuz metinden, daha doğru bir anlamı anlamamızı sağlar. Hatta, bu sayede toplumsal değişimin zaman içindeki aşamalarını tespit etmemiz de mümkün olacaktır.

5-Dilin bu özellikleri kutsal metinler için de geçerlidir. Onları anlamada da bu prensiplerden yararlanılmalıdır.

6-Dil, kendi yapısı gereği farklı anlamlara imkân tanımaktadır. Özellikle kelimelerin birçok anlamı beraber yüklenebilmeleri ve kazandıkları izafî anlam nedeniyle, farklı anlamlar mümkün olmaktadır. Dilin kendisindeki bu özellik sayesinde, yorumsama ve yorum bilim yöntemiyle değişik anlamları bir metinden çıkarmamız mümkün olmaktadır.”53

Sonuç

Dilin önemiyle ilgili bu bilgiler zihinde canlı tutulduğunda, Kur’an ve Sünnet metinlerine yaklaşım konusunda insana durması ve olması gereken yeri öğretir. İnsanı keyfi yorumlardan uzaklaştırdığı gibi “ben her şeyi bilirim” yanlışlığından da korur. Bütün bu sayılan nedenlerden dolayı Peygamber Efendimiz’in ve sahabenin dilin önemiyle ilgili söylediklerini bir defa daha hatırlayalım.

Kendimizi test etmek için Peygamber Efendimiz’in bazı kelimelerle ilgili yaptığı izahları, Hazreti Ömer, İbni Mesud, İbni Abbas gibi sahabilerin semantik çalışmalara zemin hazırlayan yorumlarını, Hasan El Basri, Mücahid, Mukatil bin Süleyman, Yahya bin Sellem, İbni Vehb, Taberî, İmam Maturidî ve Zemahşerî başta olmak üzere klasik müfessirlerin tamamına yakınını ve başta da dil tefsircilerinin kitaplarından araştıralım ki meselenin önemini fark edelim.

Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem’in dille ilgili tavsiyelerini ve yönlendirmelerini bilmeden, sahabenin konuyla ilgili birikimlerini ve yorumlarını hesaba katmadan yapılan meal ve tefsirler elbette kaliteli ve ilmi olmayacaktır.

DİPNOTLAR

1 Izutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 119
2 Çiçek, Mehmet, Dil Olgusuna Genel Bir Bakış, Dilbilim ve Hermenotik Sempozyumu,  Erzurum 2001, s. 190.
3 Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, Ankara 1988, I, 374
4 Göktürk, Akşit, Çeviri: Dillerin Dili, İstanbul 1994, s. 23.
5 Schumaer, E. F., Aklı Karışıklar İçin Klavuz (trc.: Mustafa Özel), İz Yay., 3. Baskı, İstanbul 1999, s. 106.
6 Aksan, Doğan, Her Yönüyle Dil, T.D.K. Yay., Ankara 1982, s. 38.
7 Izutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 17
8 Eco, Umberto, Yorum ve Aşırı Yorum (trc.: Kemal Atakay), Can Yay., İstanbul 1996, s. 119.
9 İbnu’l Verdî, Ömer bin Muzaffer, Tarihu İbn’l-Verdî, Necef 1969, I, 116.
10 Filibeli, Ahmet Hilmi, İslâm Tarihi, s. 84-5.
11 Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 23
12 Şatıbî, İbrahim b. Musa, el-Muvafakat fî Usuli’ş-Şeriat, Beyrut trsz, I, 50
13 Dehlevî, Şah Veliyyullah b. Abdurrahim, Huccetullâhu’l-Bâliğa, Şerh ve Talik: Muhammed Şerif Sukker, Beyrut 1990, I, 491; Albayrak, Halis, Kur’an’ın Bütünlüğü Üzerine, Şûle Yay., İstanbul 1996, s. 136
14 Farukî, İsmail Raci-Luis Lamia el-Farukî (trc.: Mustafa Okan Kibaroğlu-Zerrin Kibaroğlu), İnkılap Yay., İstanbul 1999, s. 23.
15 Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Tarihi, D.İ.B. Yay., Ankara 1988, II, 41.
16 Izutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 195.
17 El Cabirî, Muhammed Âbid, Arap-İslâm Kültürünün Akıl Yapısı, (trc.: Burhan Köroğlu-Hasan Hacak-Ekrem Demirli), Kitabevi Yay., İstanbul trsz., s. .35
18 Zerkeşî, Burhan, I, 88.
19 Eş-Şafii, Muhammed b. İdris, er-Risale, Beyrut trsz., s. 42; Taberî, Camiu’l-Beyan, X, 31.
20 Kılıç, Sadık, Mak: “Dil ve İnsanın Tarihselliği Bağlamında Dini Metin”, Dil ve Hermenotik Sempozyumu, Erzurum 2001, s. 98.
21 Keleş, Ahmet, Hadislerin Kur’an’a Arzı, İnsan Yay., İstanbul 1998, s. 122.
22 İbn Haldun, Mukaddime, II, 464.
23 İbn Ebî Şeybe, Abdullah b. Muhammed, el-Musannef fi’l-Ehâdîsi ve’l-Âsar, tahk.; Said Muhammed Liham, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1989, VI, 139
24 Koç, Turan, mak: “Kur’an Dili Açısından Söz Anlam İlişkisi”, Kur’an ve Dilbilim Hermenotik Sempozyumu, Erzurum 2001, s. 29.
25 Turgut, Ali, Tefsir Usulü, M.Ü.İ.F. Yay., İstanbul 1990, s. 225
26 İbn Ârabî, Ebubekir Muhammed b. Abdullah, Ahkâmu’l-Kur’an, Beyrut 1988, I, 35; Bûtî, Ramazan, es-Selefiyye, Dâru’l-Fikr, Dımeşk, 1988, s. 27
27 Şatıbî, Muvafakat, I, 50.
28 Soysaldı, Mehmet, Mak: “Kur’an’ı Doğru Anlamada Semantik Metodun Önemi”, Kur’an ve Hermenotik, s. 41.
29 Yusuf 2; 13/Ra’d 37; 16/Nahl 103; 39/Zümer 28 vd.
30 Şafii, er-Risale, s. 48.
31 Alûsî, Şihabuddin Mahmud, Rûhu’l-Meânî, Beyrut 1994, I, 7
32 Zerkeşî, Bedruddin, el-Burhan, I, 124.
33 Hakim, Ebu Abdullah Muhammed b. Abdullah, D.K.İ., Beyrut, 1990, h.no:3643, c.II, s.477
34 Bağdadi, Ebubekir Ahmed b. Ali, Kitabu’l-Kifaye fî ilmi’r-Rivaye, Daru’l-Kalem, Beyrut, 1998, c.II, s.9
35 Bağdadi, a.g.e., c.II, s.10
36 Beyhaki, Ebubekir Ahmed b. Huseyn, Suneni Kubra, Salat, 120, h.no: 2274, c.II, s.28
37 Beyhaki, a.g.e., c.II, s.28
38 İbn Ebî, Şeybe Musannef, Kitabu’l-Edeb, VI, 186.
39 Buhari, İsmail b. Muhammed, Edebu’l-Müfred, s. 219; Müslim ibni Haccac, es-Sahih, Çağrı yay., İstanbul, 1981, Şiir, I, h.no: 2255, c.II, s.1767
40 Hakim, Müstedrek, h.no: 5993, c.III, s. 536
41 Tahavi, Ebu Cafer, Müşkilu’l-Asar, Daru’l-İlmiyye, Beyrut, trsz., c.II, s. 168
42 Hakim, Müstedrek, h.no: 6058, c.III, s. 555
43 Şatıbî, Muvafakat, I, 67
44 İbn Ebî Şeybe, Musannef, Kitabu’l-Edeb, VI, 177; Taberî, Câmiu’l-Beyan, IX, 193; Zerkeşî, el-Burhan, I, 368.
45 Nahhas, Ebû Cafer, Meâni’l-Kur’an, Mekke 1988, II, 486
46 35/Fatır 1
47 Taberî, Câmiu’l-Beyan, V, 158; İbn Manzur, Cemaleddin Muhammed b. Mükerrem, Lisanu’l-Arab, Dâru’l-Mearif, Kahire trsz., V, 3433; ez-Zehebî, et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, I, 35
48 2/Bakara 187
49 Taberî, Câmiu’l-Beyan, I, 178; Ferrâ, Meâni’l-Kur’an, I, 115; İbn Kesir, İsmail b. Ömer, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azim, Dâru’l-Hadîs, Kahire 1993, I, 210; el-Beydâvî, Ebû Said Abdullah b. Ömer, Envaru’t-Tenzîl ve Esraru’t-Te’vîl (Mecmau’t-Tefâsir içerisinde), İstanbul 1984, I, 269; el-Hâzin, Ali b. Muhammed, Lübabu’t-Te’vîl fî  Meâni’t-Tenzîl, (Mecmau’t-Tefâsir içerisinde), İstanbul 1984, I, 269; Zuhaylî, Vehbe, et-Tefsîru’l-Münîr, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1998, I, 149-50.
50 İbni Manzur, Cemaluddin Ebu’l-Fadl Muhammed b. Mukerrem, Lisânu’l-Arab, Dâru’l-Mearif, Kahire trsz., I, 679.
51 Ez-Zerkeşî, el-Burhan, I, 34.
52 Câbirî, Arap-İslâm Kültürünün Akıl Yapısı, s. 61
53 Keleş, Ahmet, Hadislerin Kur’an’a Arzı, s. 123

Hayat Kitabımız ↗

Hayat rehberimiz Kur’an-ı Kerim’e dair ilmi ve seviyeli yazılar okumak için tıklayın.

Sünnet Yolumuz ↗

Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem’e dair yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Abdullah bin Mes’ud gerçek bir kahramandı…

Elimizdeki kaynakların bildirdiğine göre Hazreti Dâvûd aleyhis selam, babasının en küçük oğludur ve çobanlık yapmaktadır. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.